Atlar gemi azıya aldı deyimi, bir kişinin ya da olayın kontrol edilemez hâle geldiğini ifade eder. Gem, ata yön vermek için ağzına takılan metal parçadır ve normalde atın dişsiz bölgesine yerleştirilerek kontrol sağlanır. Ancak bazen at, bu gemi dişlerinin arasına alarak ya da konumunu bozarak onun etkisini yok eder; bu duruma ''gemi azıya almak'' denir. Artık at dizgin dinlemez, kendi bildiğine koşar. Bu fiziksel duruma dayanan deyim, zamanla mecazlaşmış; kontrol kaybı, iradesizlik ya da taşkınlık ifade eden güçlü bir söz kalıbına dönüşmüştür.
20 Temmuz 2025 Pazar
Yunan Filmi: Bir Hallig’de Varoluşun Gelgitleri
Yunan Filmi: Bir
Hallig’de Varoluşun Gelgitleri
Yönetmen: Ameer
Fakher Eldin
Başrol: Georges Khabbaz (Munir), Hanna Schygulla, Ali Süleyman,
Sibel Kekilli
Almanya’da sürgünde yaşayan bir Suriyeli yazar olan Munir, hem kişisel hem de entelektüel bir tükenmişlik içindedir. Annesi demans hastasıdır, kız kardeşiyle ve annesiyle yalnızca internet üzerinden görüşebilir, yazma üretkenliğini yitirdiği için de giderek içine kapanır. İntihar etmek amacıyla Kuzey Denizi’nde sularla çevrili bir adaya gider. Görünüşte bir ada olan bu yer, teknik olarak bir Hallig’tir; yani gelgitler tarafından sürekli biçimlenen bir kara parçasıdır. Langeneß, Almanya’nın kuzeyindeki Hallig’lerden biridir. Sık sık sular altında kalan, izole, geçici bir kara parçasıdır. Tıpkı Munir’in kendi iç dünyası gibi: bir var, bir yok. Adada, yaşlı bir dul kadın, huysuz oğlu ve birkaç sakinle karşılaşır. Ancak Munir’in zihnini asıl meşgul eden şey, çocukluğunda annesinden dinlediği bir çoban ve karısının hikâyesidir. O hikâye, Munir’in belleğinde yeniden yazılırken, çobanın sessizliği, kadının sevgisi ve doğayla mücadeleleri onun kendi metaforuna dönüşür.
Yanında taşıdığı silahla
karanlık bir kararın eşiğindeyken, adanın suların yükselmesiyle sınanan doğası, yabancı
insanların içten misafirperverliği ve geçmişin yarı masalsı yankıları Munir’de
yeni bir soruyu filizlendirir: Yok olmayı mı istiyorum, yoksa hikâyenin
sonunda görünür olmayı mı?"
Hallig Langeneß
Yönetmen Ameer Fakher Eldin, filmin çekimlerini gerçek bir Hallig olan Langeneß’te gerçekleştirmiş. Bu yer, gelgitlerle sular altında kalır, sonra yeniden ortaya çıkar. Tam da bu döngü, Munir’in psikolojisiyle örtüşür. Fırtına yaklaşırken evlerin etrafını çevreleyen su, Munir’in içindeki karanlığın somut bir temsiline dönüşür. Ancak film, klasik bir doğa karşısında insan anlatısından çok daha fazlasıdır: burada doğa, yok edici değildir, dönüştürücüdür.
Replikler ve İç Diyalog
Munir’in zihninde
canlandırdığı çoban hikâyesinde geçen şu söz, hem filmin hem de karakterin
içsel çöküşünü simgeler: ''Konuşamıyordu, ne burnu, ne kulağı ne de dili
vardı...'' Söz söyleyemez, duyamaz... ama Çoban yine de hikayesini
anlatır. Munir’in üretemeyen bir yazar olarak hikâyeye duyduğu saplantı, onun
anlatamadığı her şeyi bu hayali figüre yüklemesiyle anlam kazanır. Çobanın
sessizliği, aslında yazarın anlatamadıklarının bedensel bir karşılığıdır. Ne
söyleyebilir ne duyabilir; yine de hikâyenin en güçlü simgesidir.
Georges Khabbaz’ın Munir
karakterindeki performansı, kelimelerden çok bakışlarla, sessizlikle ve
yürüyüşleriyle akar. Hanna Schygulla’nın canlandırdığı hancı kadın ise hem sert
hem de kırılgan yapısıyla bu yalnız adamın ruhuna görünmez bir el uzatır. Ali
Süleyman’ın canlandırdığı çoban figürü ise sahnede neredeyse yoktur fakat
zihinsel varlığı bütün filme yayılır.
***
Kuzey Denizi kıyılarında
yer alan Halligler, Almanya’nın Schleswig-Holstein bölgesine özgü, eşine az
rastlanır kıyı formasyonlarıdır. Jeomorfolojik açıdan bu alanlar, denizle kara
arasında bir eşik mekânı temsil eder. Halligler, klasik adalardan farklı olarak
çevresi setlerle korunmayan, alçak rakımlı, zaman zaman sular altında kalan
toprak parçalarıdır. Gelgit döngüsüne açık olduklarından, yıl boyunca çeşitli
dönemlerde deniz tarafından yutulup ardından yeniden açığa çıkarlar. Bu ritmik
kayboluş ve yeniden belirme, fiziki bir süreçtir ama insan yaşamı ve
varoluşsal algı açısından da simgesel bir anlam taşır.
Halliglerin oluşumu,
Buzul Çağı sonrası dönemde deniz seviyesinin yükselmesiyle başlar. Kuzey
Almanya kıyılarında gelişen bataklık alanlar ve alüvyon düzlükler, gelgit
hareketlerinin sürekli aşındırmasıyla zamanla parçalanmış ve yalnızca nispeten
yüksek kalan bölgeler ayakta kalabilmiştir. Bu noktalar, günümüzde Hallig adı
verilen küçük kara parçaları olarak tanımlanır. Ancak bu alanlarda sürekli
yaşamak, doğayla bir tür ortak yaşam anlaşması gerektirir. Bu nedenle insanlar,
bu arazilerde ''warft'' adı verilen yapay höyükler inşa etmiş ve evlerini bu
yükseltilerin üzerine kurmuştur. Böylece gelgitler geldiğinde suya teslim olan
alanlar, insanların yaşam merkezlerine dokunmadan geçip gider.
Bu doğa-insan ilişkisi,
Ameer Fakher Eldin’in 2025 yapımı Yunan filminde, sinemasal bir temele
dönüştürülür. Film, Langeneß Hallig’inde geçer. Mekânı başlı başına bir anlatı
unsuru olarak işler. Yönetmen, karakterin içsel dalgalanmalarını Hallig’in
jeolojik ve meteorolojik karakteristiğiyle paralel ilerletir. Filmdeki en
çarpıcı sahnelerden biri, Langeneß’in sular altında kalmaya başladığı, denizin
yavaş yavaş toprağı ele geçirdiği anlardır. Bu sahne, gerçek zamanlı çekimlerle filme dahil edilmiştir. Yönetmen, çekim döneminde
yaşanan doğal gelgit olaylarını bekleyerek, doğanın kendi hareketini
belgelemeyi tercih etmiştir. Böylece kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınır,
Hallig’in kendine özgü coğrafyasında sinemasal olarak hayat bulur.
Hallig, sularla
kuşatılmışlığı, zamanla silinip yeniden belirmesi, korunaksızlığı ve
yalnızlığıyla Yunan’ın ana karakteri Munir’in ruh hâlini yansıtan bir eşlikçiye
dönüşür. Munir’in ölümle yaşam arasındaki kararsızlığı, Hallig’in sularla olan
gelgitli ilişkisiyle örtüşür. Her ikisi de ne tamamen batar ne de tam anlamıyla
kurtulur. Hallig coğrafyası sinema gibi anlatı sanatlarında varoluşsal bir
metafor olarak işlev görür. Yunan filmi bu bağlamda Hallig’i, bir yüzeyden çok
bir duygu, bir geçiş, bir içsel manzara olarak işler. Bu manzara, su
yükselirken kameraya alınan gerçek bir fırtınayla, hem toprağın hem ruhun
sarsılışına tanıklık eder.
***
Filmin adı olan Yunan, doğrudan anlatı mekânıyla ilişkili olmayan, ancak tematik düzlemde derin bir simgesellik taşıyan bir tercihtir. Yunan adı, filmde yitirilmiş düşünsel üretkenliği, suskunluğu ve belleğin dağılmasıyla şekillenen bir zihinsel çöküşü temsil eder. Başkarakterin yazma tıkanıklığı, annesinin hafıza sorunu ve çobanın sessizliği gibi unsurlar, anlatının merkezine yerleşen bu sembolik boşlukla örtüşür.
Yunan, beni Langeneß Hallig’ine götürdü; suların çevrelediği, zamanla biçimlenen, doğayla var olan bir yer. Bu toprakların ritmiyle birlikte akan bir anlatının içinde, Munir’in var oluş mücadelesi, geçmişin izleri ve anlatılmayı bekleyen bir çoban hikâyesinin sesiydi. Karakterin derinliği, yazma isteğiyle taşıdığı yük ve karşısına çıkan yabancı insanların sıcaklığıyla birleştiğinde, bu filmde hem anlatılacak bir insan hem de nefes kesici bir mekân buldum. Yazmak, bu iki derinliğe aynı anda dokunmaktı.
19 Temmuz 2025 Cumartesi
En Güzeline: Troya’nın Kaderini Yazdıran Elma
Tanrılar, yeryüzüne düzen verdikten sonra bile, kalplerindeki ihtiraslardan arınamamışlardı. Olimpos Dağı’nın doruklarında hüküm süren bu ölümsüz varlıklar, hâlâ aralarında kıskançlık, gurur ve güç savaşı yaşıyorlardı. İşte Troya Savaşı da bizzat tanrıların gururundan doğdu.
Her şey bir evlilik şöleniyle başladı. Deniz tanrıçası Thetis ile ölümlü kahraman Peleus’un düğünüydü bu. Tanrılar, tanrıçalar, doğanın güçleri; hepsi bu görkemli törene çağrılmıştı. Ancak bir tanrıça özellikle dışlanmıştı: Uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların simgesi olan Eris.
Eris, intikamını alma fırsatını kaçırmadı. Düğün sofrasına altın bir elma attı. Elmanın üzerinde şu cümle yazılıydı: ''En güzeline'' Ve bu küçük cümle, evrenin dengesini sarsacak kadar güçlüydü.
''En güzeline” yazılı altın elma, tanrıçalar arasında büyük bir kavgaya sebep oldu. Üç büyük tanrıça, Hera, Athena ve Afrodit, bu unvanı hak ettiklerini iddia ettiler.
Kararı verecek biri aranıyordu. Tanrılar bu çatışmadan kaçmak istedi. O yüzden bir ölümlüye, Troya kralının oğlu Paris’e başvuruldu. Paris’e görevi teklif ettiler: ''Seç, en güzel hangisi?''
Her bir tanrıça Paris’i etkilemek için ona büyük vaatlerde bulundu. Hera, dünyaya hükmedeceği bir krallık sözü verdi. Athena, yenilmez bir bilgelik ve savaş zaferleri sundu. Afrodit ise en büyük vaadi yaptı: Paris’e dünyanın en güzel kadınını, yani Helena’yı vaat etti.
Paris, kalbini arzuyla dolduran Afrodit’i seçti. Bu karar, tanrılar dünyasında derin bir ayrılığa yol açtı. Afrodit sevinirken Hera ve Athena, öfkeyle Paris’in halkı olan Troyalılara kin duydu.
Paris, Afrodit’in sözünü yerine getirmek için Sparta’ya gitti ve Helena’yı kaçırdı. Ne var ki Helena, Sparta kralı Menelaos’un eşiydi. Bu kaçırma olayı, on yıl sürecek bir savaşın kıvılcımı oldu.
Menelaos, kardeşi Agamemnon’un önderliğinde bütün Yunan krallarını birleştirdi. Bu orduda Achilles, Odysseus, Ajax, Patroklos gibi ünlü kahramanlar da vardı. Devasa bir donanma Troya’ya doğru yola çıktı. Troya’nın surlarına dayanan bu kuşatma tam on yıl sürdü.
Troya yalnızca insanların ve tanrıların çatışma alanı haline geldi. Hera, Athena ve Poseidon Yunanların tarafında yer alırken; Afrodit, Apollon ve Ares Troyalıları destekledi. Tanrılar, savaşa doğrudan müdahale etmeye başladılar.
Savaşın sonunu belirleyen zekice düşünülmüş bir planın uygulanmasıydı. Odysseus, tahtadan dev bir at yapılmasını önerdi. Yunan askerleri bu atın içine saklandı, Troyalılar ise onu bir barış hediyesi sanarak şehre soktular. Gece çöktüğünde atın içinden çıkan askerler şehrin kapılarını açtı. Troya ateşe verildi.
Helena, Menelaos’a geri verildi. Ama bu zaferin ardında yıkılan Troya, ölen insanlar; yitirilen onur ve dostluklar vardı.
Şimdi bu kadim destanı okuyorum…
Ve kim bilir, belki de yeni yazılar, bu okumanın içinden doğarak kalemime yönelecek.
Not: Bu destan ve benzerleri insanın kendine karşı dürüst olamayışının bir ifadesi olabilir. Kendi karanlığına bakmak zor geldiğinde, bu karanlığı tanrılar üzerinden dışsallaştırmak, ona anlam kazandırmanın en eski ve en şiirsel yoludur.
Osmanlı’da Resm-i Arûs: Feodal Bir Geleneğin Vergisel Sureti
Osmanlı İmparatorluğu’nun
hukuk ve maliye sistematiği, devletin iktisadî çıkarlarını değil, toplumsal
hiyerarşiyi, cinsiyet rejimini ve mülkiyet ilişkilerini yansıtan karmaşık bir
örüntü sunar. Bu örüntü içinde, düğün ve evlilik gibi özel yaşam alanlarına
temas eden vergi türleri de yer alır. Onlardan biri olan resm-i arûs,
kadınların evlenmesiyle doğrudan bağlantılı, feodal karakter taşıyan bir
evlilik vergisidir. Arapça kökenli arûs kelimesi, gelin anlamına
gelmekle birlikte, bazı Arap lehçelerinde güvey anlamında da kullanılır.
Ancak Osmanlı’da bu kavram, gelin üzerinden alınan ekonomik bir hakkı ifade
eder: evlilik öncesinde alınan, evlilikle birlikte hane değişimi yaşayan
kadınlar üzerinden tımar sahibine ödenen bir geçiş bedelidir.
Resm-i arûs, Osmanlı
kanunnâmelerinde resm-i arûs, arûsiyye, arûsâne adlarıyla geçen bir zuhûrata
bağlı bâd-ı hevâ vergisidir. Yani olay bazlı, düzensiz ama süreklilik arz
eden toplumsal faaliyetlere dayalıdır. Bu yönüyle, örfî hukukun bir
uzantısıdır. Vergi, toprağın tasarruf hakkına sahip olan timar, zeâmet veya
has sahibine aittir. Nikâh sırasında kadı tarafından alınan resm-i nikâh
ile karıştırılmamalıdır; zira nikâh resmi, evliliğin şer‘î tesciline ilişkin
olarak kadı tarafından tahsil edilen ayrı bir vergidir. Resm-i arûs ise, daha
çok evliliğin toplumsal ve iktisadî dönüşümüyle ilgilidir.
Resm-i arûs’un kökenleri
yalnızca İslam geleneği veya Türk-İslâm vergi sistemine indirgenemez. Özellikle
Balkanlar, Doğu Anadolu ve Memlük topraklarından intikal eden
uygulamalar dikkate alındığında, bu verginin Avrupa Orta Çağ
feodalitesindeki ‘‘ilk gece hakkı’’ uygulamalarıyla işlevsel
benzerlikler taşıdığı görülür.
Batı Avrupa’da, özellikle
11. ve 13. yüzyıllar arasında, senyörlerin tebaaları üzerinde sözde bedensel
hak iddialarında bulunduğu ‘‘ilk gece hakkı’’ mitolojik bir karakter taşımakla
birlikte, bunun pratik karşılığı çoğu zaman parasal bir bedeldi. Bu
bedel, senyörün ‘‘o hakkından feragat etmesi’’ karşılığında alınan bir tür
evlenme izni vergisiydi. Formariage adı verilen bu uygulama, köylülerin senyör
izni olmadan evlenememesi ilkesine dayanıyordu.
Osmanlı’da ise resm-i
arûs, benzer bir anlayışla evlilik yoluyla hane değiştiren kadının, yaşadığı
toprağın tasarrufçusu tarafından ‘‘kayıp iş gücü’’ ya da ‘‘nüfus devri’’ olarak
görülmesinin karşılığıydı. Dolayısıyla, toprağa bağlı emeğin hareketi,
ekonomik bir hak olarak vergilendiriliyordu. Bu yönüyle arûs resmi, Batı’daki
uygulamayla hem toplumsal işlev hem ideolojik mantık bakımından örtüşür,
ancak Osmanlı'da uygulama tamamen parasal ve semboliktir.
Resm-i arûs’un miktarı,
kanunnâmelerde gelinin durumu, dini kimliği ve bölgesel teamüllere göre
belirlenmiştir. Müslüman bakire kızdan 60 akçe, Müslüman dul kadından (seyyibe)
30 akçe, gayrimüslim bakire kızdan (zimmiyye) 45 akçe, gayrimüslim dul kadından
(bîve) 20 akçe alınırdı. Fakir reayadan ise bu miktarların yarısı tahsil
edilirdi.
Bazı bölgelerde rakamlar
daha da değişkendir. Örneğin Bozok Sancağı’nda bir kız kendi boyundan
bir erkekle evlenirse 100, başka bir boydan biriyle evlenirse 200 akçeye kadar
resm-i arûs alınabiliyordu. Ancak bu oranlar zamanla azaltılmış, 60 ve 30 akçe
gibi standartlara oturtulmuştur. Konar-göçer Türkmenler arasında bu
vergi, kimi zaman bir koyun ya da davar olarak ödenmekteydi. Bu gibi
topluluklar vergiyi, bağlı oldukları merkeze öderlerdi.
Kanunnâmelerde bu
verginin kimin tarafından ödeneceği net biçimde belirtilmemiştir. Ancak tahsil
yetkisi çok açık bir şekilde düzenlenmiştir:
Timar köylerinde vergiyi
sipahi, zeâmet ve has köylerinde zeamet veya has sahibi, vakıf köylerinde
mütevelli, mâlikâne-divanî köylerde divanî pay sahibi, özel askerî sınıflarda
(eşkinci, doğancı, şahinci) ise ilgili zümrenin reisi tahsil ederdi.
Ayrıca askerî hiyerarşiye
bağlı olarak, sipahi kızlarının arûs resmi sancak beyine, sancak beyi
kızlarınınki beylerbeyine, beylerbeyi kızlarınınki ise doğrudan padişah
adına hazineye aktarılırdı.
1839’da ilan edilen Tanzimat
Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümâyunu), Osmanlı hukuk sisteminde bireyin devlet
karşısındaki statüsünü yeniden tanımlamış; bu bağlamda feodal tasarruf
hakları kaldırılmış, örfî vergiler tasfiye edilmiştir. Resm-i arûs da bu
süreçte yürürlükten kaldırılmış ve yerine modern bürokratik düzenlemeye uygun
bir uygulama olan izinnâme harcı getirilmiştir.
Bu yeni düzene göre,
evlenmek isteyen bireyler kadıya başvurarak evlenmeye engel olmadığını
belgeleyen bir izin yazısı almakla yükümlüydü. Bu belge için, bakire kızlardan
10, dul kadınlardan 5 kuruş alınması kararlaştırılmıştır. Böylece feodal
beylerin hane içi kararlar üzerindeki iktisadî otoriteleri sona erdirilmiştir.
Resm-i arûs, bir yönüyle
Osmanlı maliyesinde küçük bir kalem olarak görünse de, aslında toprak
düzeni, kadın emeği ve mülkiyet ilişkileri üzerine bir tarihsel veri sunar.
Kadın, yalnızca bir aileden diğerine geçen birey değil; aynı zamanda toprakla
özdeşleşmiş bir nüfus birimi, ekonomik bir değer, vergilendirilebilir bir geçiş
nesnesi olarak tanımlanır.
Bu vergi, tarihsel
bağlamı içinde bir tür feodal hukuk kalıntısı olarak okunabilir.
Tanzimat reformlarıyla birlikte ortadan kaldırılması, Osmanlı toplumunun birey
merkezli, merkezîleşmiş bir hukuk anlayışına geçişinin simgesel adımlarından
biri olmuştur. Bugün, resm-i arûs’un izini sürmek, Osmanlı vergi hukukunu,
cinsiyet, toprak ve iktidar ilişkilerini anlamak açısından da önemli bir
girişimdir.
TDV İslam Ansiklopedisi: Resm-i Arûs, Nikâh, Örfî Vergi maddeleri esas alınarak okunmuş, incelenmiş ve yorumlanmıştır.
18 Temmuz 2025 Cuma
Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa
Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa
Bey Sarayı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde inşa edilen ve Osmanlı
başkenti olan Bursa’da yer alan ilk Osmanlı sarayıdır. Bu yapı, Orhan
Gazi döneminde inşa edilmiş olup, Osmanlı saray mimarisinin temel
taşlarından biridir. Bey Sarayı, Topkapı Sarayı gibi görkemli yapılardan önce
Osmanlı beylerinin yönetim merkezi, diplomatik temasların yürütüldüğü mekân ve
hükümet işlerinin görüldüğü idari merkez olarak işlev görmüştür.
Bey Sarayı, Bursa’nın Hisar bölgesi olarak bilinen iç kalede, stratejik
bir tepeye kurulmuştur. Bu konum, hem savunma hem de şehir üzerindeki hâkimiyet
açısından önemlidir. Saray kompleksi muhtemelen taştan ve kerpiçten yapılmış bir
dizi odadan, kabul salonundan ve avlulardan oluşuyordu. Tam mimari plan
günümüze ulaşmamış olsa da, kazılardan elde edilen buluntular ve tarihi
kaynaklar bu yapının çok odalı, işlevsel bir yönetim merkezi olduğunu
göstermektedir.
Orhan Gazi ve oğlu I. Murad dönemlerinde aktif olarak kullanılan Bey
Sarayı, Bursa’nın Osmanlı başkenti olduğu yıllarda devletin merkezî idaresini
temsil ediyordu. Burada hem siyasi kararlar alınır, hem elçiler kabul edilir,
hem de saray hayatının erken biçimleri gelişirdi. Bey Sarayı, klasik anlamda
bir saraydan çok, bir beylik merkezidir ve Osmanlı’nın henüz
imparatorluk hüviyetine ulaşmadan önceki devlet yapısını yansıtır.
Bey Sarayı; yöneticilerin, devlet görevlilerinin, din adamlarının, katiplerin
ve askerî danışmanların da bulunduğu bir yaşam alanıydı. Aynı zamanda Nilüfer Hatun’un ve ailesinin ikamet ettiği bir yer olarak da
kullanılmıştır. Bu bakımdan saray hem idari hem de hanedanın günlük yaşamının
sürdüğü bir merkezdi.
Zamanla Bursa’nın başkent olmaktan çıkması (Edirne’ye taşınmasıyla birlikte),
Bey Sarayı'nın da işlevini yitirmesine neden oldu. Depremler, savaşlar ve ihmal
nedeniyle yapı harap oldu. Ancak 1980’li yıllarda ve 2000’lerde yapılan
arkeolojik kazılar, bu yapının kalıntılarını ortaya çıkarmış, bazı temel
duvar izleri ve seramik buluntular gün yüzüne çıkarılmıştır. Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nin ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle alanın yeniden
düzenlenmesi ve tanıtılması için çeşitli projeler yürütülmektedir.
Bey Sarayı, Osmanlı’nın çadırdan saraya geçişindeki simgesel anlamını taşır.
Göçebe Türk geleneğinden yerleşik devlet yapısına geçerken inşa edilen bu ilk
saray, Osmanlı devlet felsefesinin, merkeziyetçi yönetimin ve hanedanın
kurumsallaşmasının ilk izlerini barındırır.
Bey Sarayı, Osmanlı'nın siyasi ve idari zihniyetinin ilk
biçimlendiği yerdir. Orhan Gazi döneminde inşa edilen bu yapı, devletin henüz
beylik statüsünde olduğu yıllarda, yönetsel kararların alındığı, divan
toplantılarının yapıldığı ve diplomatik ilişkilerin yürütüldüğü bir merkez
olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda saray, Osmanlı’nın devlet olma iddiasını
ilk kez mekânsal olarak ortaya koyduğu yerdir.
Bey Sarayı’nın çevresinde kurulan ilk kurumlar; medrese,
cami, imaret, bedesten gibi yapılar sarayın kültürel ve ekonomik bir çekim
merkezi olduğunu da göstermektedir. Böylece Bursa, Bey Sarayı etrafında gelişen
bir merkezîleşme sürecinin öncüsü olmuştur.
Bey Sarayı’nın tarihî bağlamında göz ardı edilmemesi gereken
bir diğer unsur da dönemin manevî rehberleridir. Geyikli Baba, Somuncu Baba,
Emir Sultan gibi sûfî şahsiyetler, Bursa’nın manevi haritasını oluşturmuş
ve sarayın da fikrî iklimini etkilemişlerdir. Orhan Gazi’nin bu sûfîlerle
kurduğu ilişki, sarayın sadece dünyevî bir yönetim merkezi olmadığını, aynı
zamanda bir manevî meşruiyet arayışının da parçası olduğunu gösterir.
Bey Sarayı’nın yakın çevresinde tekkelerin, zâviyelerin ve
camilerin kurulmuş olması, Osmanlı'nın ilk döneminde siyasi gücün dinî
otoriteyle yan yana yürütüldüğü bir yapıyı da ortaya koyar.
1980’li yıllarda yapılan yüzey araştırmaları, Bey Sarayı'nın
bulunduğu alanda erken Osmanlı dönemine ait çini parçaları, seramik örnekleri,
duvar temelleri ve bazı temel mimarî unsurları ortaya çıkarmıştır. Özellikle Hisar
bölgesindeki İçkale kazılarında, çok odalı bir yerleşim düzenine işaret
eden mimarî kalıntılar bulunmuştur.
Bu bulgular ışığında yapılan değerlendirmeler, Bey
Sarayı’nın bir iç avlu etrafında planlandığını, çeşitli işlevsel mekânlardan
oluştuğunu ve saray kompleksinin devlet adamları, askerler ve hizmetliler için
ayrı alanlar barındırdığını ortaya koymaktadır. Ancak bu kalıntılar, tam
anlamıyla bir saray rekonstrüksiyonu yapmaya yetecek nitelikte değildir.
Dolayısıyla Bey Sarayı, bugün bir arkeolojik hafıza mekânı olarak ele
alınmaktadır.
Bey Sarayı ile Topkapı Sarayı arasında yaklaşık 150 yıllık
bir tarihsel boşluk bulunmasına rağmen, her iki yapının da Osmanlı devlet
sisteminde oynadığı rol karşılaştırıldığında kurumsal bir evrim
gözlemlenebilir. Bey Sarayı, beylik düzeninden imparatorluk sistemine geçişte,
yönetimin taşrada nasıl örgütlendiğini gösterirken; Topkapı Sarayı, bu
örgütlenmenin İstanbul merkezli ve katı bürokratik bir hiyerarşi içinde nasıl
kurumsallaştığını gösterir.
Bey Sarayı’nın daha sade, işlevsel ve yönetime odaklı
yapısı; Topkapı’daki saray düzeninin törensel, sembolik ve çok katmanlı
doğasıyla kıyaslandığında, bu iki yapı Osmanlı devlet felsefesindeki dönüşümün
taş ve toprak üzerindeki izdüşümünü temsil eder.
Ne yazık ki Bey Sarayı, Osmanlı tarihine merak duyanların
dahi pek az bildiği, kamuoyunda yeterince tanıtılmamış bir tarihî mirastır.
Bursa’da yer almasına rağmen Topkapı Sarayı kadar popülerleşememiş, gerektiği
gibi restore edilememiş ve anlatılamamıştır.
Bey Sarayı’nın yeniden kültürel bellekte yer edinmesi, tüm Türkiye’nin tarihî kimliğini güçlendirmek adına önemlidir. Bu nedenle akademisyenlerin, tarihçilerin, belediyelerin ve kültürel kurumların iş birliğiyle bu alanın korunması, belgelenmesi ve tanıtılması gerekmektedir.
17 Temmuz 2025 Perşembe
Eski Türk Toplumunda “Kalın” Geleneği: Sosyo-Kültürel ve Hukuki Bir Kurum Olarak Kalının İşlevi
Eski Türk Toplumunda ''Kalın'' Geleneği: Sosyo-Kültürel ve Hukuki Bir Kurum Olarak Kalının İşlevi
Kalın, Eski Türk toplumlarında evlenme sürecinin ayrılmaz bir parçası olan, erkek ailesinin kız ailesine sunduğu mal, hayvan ya da değerli eşyaları ifade eder. Bu armağanlar, kadının emeğine ve ailesine duyulan saygının sembolik ifadesi niteliğindedir. Kalın, evlilik teklifinin kabulüyle birlikte belirlenir; düğün öncesinde teslim edilir ve genellikle evliliğin meşruiyeti için şart kabul edilir. Bu yönüyle kalın, hem ritüel hem de hukuki bir işleve sahiptir.
Örneğin, Orhun Yazıtlarında geçen bodunıg kalın erti gibi ifadeler, kalının topluluklar arası bir ilişki biçimi olduğunu gösterir. Kalın, kabileler arasında barışın ve karşılıklı güvenin teminatı sayılmıştır.
Kalın geleneği, içerdiği unsurlar bakımından da karmaşık bir yapıya sahiptir.
Kalının Veriliş Şekilleri:
Kara Mal: Genellikle büyükbaş hayvan veya değerli mallardan oluşur. Kızın babasına verilir ve çeyiz ya da yeni yuvanın kuruluş masraflarında kullanılır. Aynı zamanda, baba otoritesinin tanınmasını simgeler.
Süt Hakkı: Gelinin annesine verilen hediyedir. Bu, annelik emeğinin, yani kız çocuğunun bakımı, terbiyesi ve ahlaki gelişimine yapılan katkının takdiridir. Bu yönüyle kadının kadına duyduğu saygıyı da temsil eder.
Yelü (Yelög): Nişan sonrası ilk görüşmede verilen sembolik hediyedir. Bu unsur, erkek tarafının ciddiyetini ve niyetinin saflığını gösteren toplumsal bir mesajdır.
Tüy Mal: Düğün masraflarının karşılanması amacıyla verilen yüksek değerli mal ya da hayvanlardır. Özellikle at, koyun, deve gibi zenginlik sembolleri tercih edilmiştir.
Kalın uygulaması, kadının toplumsal değerini teyit eden bir nezaket ve güvence sistemi olarak anlaşılmalıdır. Kadın, yeni bir soyun taşıyıcısı ve topluluğun kültürel devamlılığının temsilcisidir. Kalın bu nedenle, kadının özneleştiği bir toplumsal düzenin yansımasıdır.
Bununla birlikte, kalın uygulaması, aileler arası saygı, denge ve nezaket ilişkisini de kurumsallaştırır. Kız tarafına verilen armağanlar, gelecekteki akrabalık bağının kurulmasında bir başlangıç adımıdır.
Kalının iadesi, töre hukuku içinde detaylı biçimde düzenlenmiştir. Bu durumlar çoğunlukla nişanın bozulmasıyla ilgilidir:
Erkek tarafı nişanı bozarsa ve kız kusursuzsa: Kalın iade edilmez. Bu, kadına ve ailesine duyulan saygının sürdürülmesi içindir.
Kız tarafı bozarsa ve erkek kusursuzsa: Kalının tamamı veya bir bölümü iade edilir.
Ölüm gibi mücbir sebepler: Kalının geri verilip verilmeyeceği tarafların rızasına bırakılmıştır; bazı topluluklarda kızın kız kardeşiyle evlilik önerisi gündeme gelebilir.
İslamiyet’in kabulüyle birlikte kalın geleneği, mehir ile karşılaştırmalı olarak tartışılmıştır. Mehir, İslami nikâhın doğal sonucudur ve doğrudan kadına verilir. Kalın ise evlilik öncesi verilir ve kızın ailesine yöneliktir.
Kalın, Eski Türk toplumlarında kadın emeğini, aileler arası saygıyı, sosyal güveni ve kültürel sürekliliği temsil eden çok yönlü bir kurumdur. Modern hukuk normlarıyla çelişebilecek bazı yönlerine rağmen, tarihsel bağlamda değerlendirildiğinde kalın; kadının emeğinin ve statüsünün tanınması anlamına gelir. Günümüzde bu geleneğin dönüşüme uğradığı görülse de, Türk kültürel hafızasında kalın, hâlâ toplumsal aidiyetin ve aile onurunun derin izlerini taşır.
Eski Türk toplumsal yapısı, göçebe ve yarı-göçebe düzenin belirlediği dinamiklerle şekillenen, aile ve akrabalık ilişkilerine dayalı bir sistemdir. Bu sistem içinde evlilik sadece bireylerin birleşmesinden ibaret olmayıp, kabileler ve aileler arasında ekonomik, hukuki ve sembolik bağlar kuran bir kurum işlevi görür. İşte bu bağlamda kalın, bir tür uzlaşının ve sosyal saygının somut ifadesi olarak belirir.
Kalın geleneğinin izleri, en erken olarak Orhun ve Yenisey yazıtlarında gözlemlenmektedir. Kök Türkler, Uygurlar, Kırgızlar ve Oğuzlar gibi birçok Türk boyunda, kalın kurumu hem töresel hem de teamül hukukuna dayalı biçimde uygulanmıştır. Orta Asya bozkır kültüründe, aileler arası ittifakların tesis edilmesinde evlilik önemli bir araç olduğundan, kalın da bu siyasi ve ekonomik bağların garantisi olarak işlev görmüştür.
Türklerde Savaş Metotları
Türk savaş geleneğinde mevsimsel, zamansal ve meteorolojik koşullar büyük bir stratejik önem taşımaktadır. Özellikle Hunlar döneminde, savaşlar genellikle ayın ilk yarısında taarruzla başlatılmakta; ayın ikinci yarısında ise planlı bir geri çekilme sürecine girilmektedir. Gece baskınlarında, ay ışığının aydınlatma sağladığı dolunaylı geceler özellikle tercih edilmiştir. Bununla birlikte, yağışlı hava koşullarında savaşmaktan bilinçli olarak kaçınılmış; zira yağmur, dönemin en önemli silahlarından biri olan yayın etkin kullanımını ciddi ölçüde zorlaştırmaktaydı.
Atatürk'ün Bir Fransız Şairden Çevirisi
Hayat kısadır Biraz hayal Biraz aşk Ve sonra günaydın Hayat boştur Biraz kin Biraz ümit Ve sonra iyi akşamlar
-
Bu resmi, tarihi bir belgeyi kaynak alarak özgün biçimde çizdim. Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa Bey Sarayı, Osmanlı Devleti’nin kurulu...
-
Mustafa Kutlu Beyhude Ömrüm / Toprağın Direnişi ve Ruhun Çöküşü: Beyhude Ömrüm ile Yaban Romanında Doğa ve Yalnızlık Mustafa Kutlu'nun ...
-
Demirtaş: Türkiye’nin İlk Çim Kayağı Tesisinin Ardındaki Köy Bursa'nın kuzeyindeki Osmangazi 'ye bağlı Demirtaş Mahallesi , sıradan ...

