1 Eylül 2025 Pazartesi

Hermann Hesse Doğu Yolculuğu Aforizmalar

"Bana öyle geliyor ki, dünya tarihi insanların en şiddetli, en kör arzusu olan, unutma arzusunu yansıtan bir resimli kitaptan başka bir şey değil."

"Her yeni kuşak bir önceki kuşağın en önemsediği şeyleri yasaklarla, susup, geçiştirmelerle, alaylarla yok etmiyor mu?"

"Yıllarca süren büyük, dehşet verici bir savaşın bütün halklar tarafından yıllar yılı unutulduğunu, inkar edildiğini, bastırıldığını ve sanki sihirle yok edildiğini ve şimdi azıcık dinlenip kendine gelen bu halkların birkaç yıl önceki budalalıklarını ve acılarını sürükleyici savaş romanlarıyla anımsamaya çalıştıklarını görmüyor muyuz?"

"Gençliklerinde ışık onları bir kez aydınlattı, gözleri bir kez açıldı ve yıldızı izlediler. Ama sonra mantık geldi, dünyanın alaycılığı geldi, yüreksizlik geldi, sözde başarısızlıklar geldi, yorgunluk ve hayal kırıklığı geldi. Böylece kendilerini yeniden kaybettiler, yeniden kör oldular." 

"Olayların ortak noktası aralarındaki bağlantı, onları bir arada tutan şey nerededir? Bağlam gibi, nedensellik gibi, anlam gibi bir şeyin oluşabilmesi, dünyadaki herhangi bir şeyin anlatılabilir kılınabilmesi için tarih yazarının bir dramatik ilke icat etmesi gerekir, bir kahraman, bir halk, bir fikir ve gerçekte anonimlikte gerçekleşen bir şeyi bu icat edilmiş dramatik ilkeye uyarlaması gerekir."

"Senin öykün anlatılabilir mi ki? Sorusunu sormakla da kalmıyor, şu soruyu da soruyor. Yaşanılabilir miydi ki?"

"Anımsadığımız bazı örneklere göre dünya savaşında çarpışmış, başlarından gerçekten de yeterince olay geçmiş hikayeleri, başkalarınca da doğrulanmış savaşçılar da zaman zaman bu kuşkularla tanışmak zorunda kalmıştır. Belki de insanın yaşantı açlığından sonraki en büyük açlığı unutma açlığıdır."

"Hayatımı ona yeniden bir anlam katarak kurtarmak istiyorum."

"Kimi zaman insan eskiden sevdiği bir şeyden zevk almaz oluyor. Bir müzisyen kemanını satabiliyor ya da duvara fırlatabiliyor. Gün geliyor bir ressam yaptığı bütün resimleri yakabiliyor. Daha önce hiç böyle şeyler duymadınız mı?"

"Tam da öyledir yaşam, güzel ve mutlu olduğunda bir oyundur. Elbette akla gelebilecek başka her şeye dönüştürülebilir yaşam, bir görev, ya da bir savaş, ya da bir hapishane haline getirilebilir. Ama bu onu daha güzel kılmaz."

"Yapacak bir şey yoktu. Yapılacak tek şey son özlemin peşinden gitmekti. Kendini dünyanın kenarından boşluğa, ölüme bırakmak. Çaresizlik nöbetleri sık sık tekrarlansa da, içimdeki güçlü intihar dürtüsü zamanla değişim geçirmiş, neredeyse yok olmuştu."

"Her şeyi bilen bir mahkemenin kendisi hakkındaki hükmünü öğrenmeye kim katlanabilir ki?"

"İnsan yaşamını kavramaya ve haklı çıkarmaya yönelik her ciddi denemenin sonucu umutsuzluktur. Yaşamın üstesinden erdemle, adaletle, sağ duyuyla gelmeye yönelik her ciddi denemenin sonucu umutsuzluktur."

"O anda kim bilir daha neler öğreneceğimi düşününce içimi bir dehşet kapladı. Bu aynalarda her şey ama her şey nasıl da kayıyor, değişiyor, çarpıklaşıyordu. Bütün bu raporların, karşı raporların, efsanelerin ardında gizlenen gerçekliğin yüzü nasıl da alaycı ve ulaşılmazdı. Hâlâ gerçek olan neydi? Hâlâ inanılır olan ne? Ve bu arşivden kendim, kişiliğim ve tarihim hakkındaki bilgileri de öğrendikten sonra geriye ne kalacaktı?"

Hermann Hesse Doğu Yolculuğu Kitabı Üzerine Düşüncelerim

 


Hermann Hesse Doğu Yolculuğu Kitabı Üzerine Düşüncelerim

Hermann Hesse’nin Doğu Yolculuğu, ilk bakışta Doğu mistisizminin etkisiyle yazılmış bir "mistik seyahat" kitabı gibi görünür. Ancak dikkatle okunduğunda bunun bir dış yolculuktan ziyade bir iç hesaplaşma ve bir insanın kendi çelişkileri, kendi inanç ve şüpheleriyle yüzleşmesi olduğu fark edilir. Metinde "Cemiyet" adı verilen oluşum çok katmanlıdır. Bir yandan bir devlet örgütünü, bir yandan dini bir topluluğu, bir yandan da bizzat hayatın kendisini temsil ediyor olabilir. Aynı zamanda bu cemiyet, okuyucuya "yüce mahkeme"yi de düşündürür: acaba bu bir dünyevi mahkeme midir, yoksa ölümden sonra hesap vereceğimiz metafizik bir mahkeme midir? Hesse, simgeleri öyle yerleştirmiştir ki, hepsi aynı anda mümkün görünür.

Leo karakteri de eserin düğüm noktasıdır. Onun elinde taşıdığı "ilk metin" ya da "efendinin kitabı", kutsal bir metin midir? İnsanlığa sunulmuş ilahi bir vahiy mi? Yoksa sadece bir topluluğun kendi varlığını anlamlandırmak için yarattığı bir anlatı mı? Hesse bu soruya kesin bir yanıt vermez; asıl önemli olan bu metnin anlamı değildir; metne yüklenen inançtır. Leo’nun kaybolması, aslında inancın kaybolmasıdır; H.H. adlı anlatıcı da bu kayıpla birlikte hem yolunu hem de yönünü yitirir. Romanın ilerleyen sayfalarında H.H., çocukluk anılarına, geçmişin mihenk noktalarına gidip gelir. Bazen küçük bir çocuğa, bazen çaresiz bir yetişkine dönüşür. Bu gelgitler, insanın içsel çatışmalarını, inanç ile şüphe arasındaki sarsıntılarını simgeler. Ve belki de asıl yolculuğun dışarıda değil de insanın içinde olduğunu hatırlatır.

Tarih meselesine dair Hesse’nin göndermeleri de çok çarpıcıdır. Kitapta dile getirildiği gibi "Tarihi kim yazıyor?" sorusu, her dönemde geçerlidir. Birinin tarihi, bir başkası tarafından kolaylıkla yalanlanabilir. O halde gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınır bulanıklaşır. Bir anlatı hem bir hakikat hem de bir hayal ürünü olabilir; asıl mesele bunun karşı taraf üzerindeki etkisidir. Metnin sonunda Leo’nun küçük bir figür, bir heykelcik olarak gösterilmesi çok anlamlıdır. Burada karakterin, onu yaratan yazarın bile ötesine geçtiğini, daha özgün, daha gerçek bir sanat eseri hâline geldiğini görürüz. Sanki Hesse, edebiyatın doğasını tartışır: Yazarın yarattığı karakter, kimi zaman yaratıcısından daha kalıcı, daha güçlü olabilir. Benim için Doğu Yolculuğu, insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadelenin, inanç ve şüphe arasında gidip gelen ruhsal yolculuğun bir anlatısıdır. Hesse burada bize, hakikatin dışarıda bir yerde bulunamayacağını; ancak kendi içsel yolculuğumuzda, kendi çelişkilerimizle yüzleştiğimizde keşfedilebileceğini hatırlatıyor.

Dile Gelince Değişen Hakikat

"Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor. Dile getirilen her şey o an değişiyor. Biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor. Evet, bu da çok iyi bir şey. Bu da çok hoşuma gidiyor. Bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine de hiç diyeceğim yok." Siddhartha söylemiş bu sözü peki ne demek istemiş....

Anlam, insanın içinde saklı ve güçlü bir şekilde duruyor. Ama o anlam kelimelere döküldüğü anda değişiyor, zayıflıyor ya da başka bir kalıba giriyor. Sözcükler o derinliği tam olarak taşıyamıyor; biraz çirkinleşiyor, biraz sıradanlaşıyor. Yine de bu kötü bir şey olarak görülmüyor. Aksine, bu dönüşüm hoş karşılanıyor. Çünkü insanın içinde çok kıymetli ve özel olan şey, başkasının kulağına aptalca ya da basit gelebilir; bu doğaldır. Kendi hazinesinin, kendi bilgeliğinin bir başkasına aynı yoğunlukta yansımaması şaşırtıcı değildir.

İfade, anlamı eksiltir ama bu eksilme de güzeldir. Sözcükler kusurlu olabilir; yine de insanın iç dünyasını başkasına açmanın değerini azaltmaz.

31 Ağustos 2025 Pazar

Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye



Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye

Hint edebiyatının en eski ve en önemli oyun yazarlarından biri olarak kabul edilen Bhāsa, MS 1-3. yüzyıllar arasında yaşamış ve Sanskrit tiyatrosunun kurucu isimlerinden biri sayılmıştır. 1909 yılında ortaya çıkarılan elyazmaları sayesinde ona ait olduğu düşünülen on üç dram günümüze ulaşmıştır. Bu eserler, Hindistan’da ve dünya tiyatrosu tarihinde dikkate değer bir yere sahiptir.

Bhāsa’nın oyunları, geleneksel Sanskrit tiyatrosunun kalıplarına bütünüyle bağlı değildir. Açılış bölümlerinde klasik biçimde "Nandi" duası yerine "Sthāpanā" adı verilen farklı bir giriş kullanır. Ayrıca eserlerinde yazar adını anmaz, olay örgüsünü sadeleştirir ve dramatik yoğunluğu ön plana çıkarır. Bu bakımdan Bhāsa, Sanskrit dramının hem öncüsü hem de sınırlarını zorlayan bir yenilikçisi olarak görülebilir.

Daridraçārudattam (Fakir Çarudatta), yarım kalmış bir oyun olmasına rağmen Bhāsa’nın edebi gücünü yansıtır. Konu, zenginliğini kaybederek yoksulluğa düşmüş ama erdeminden ödün vermeyen Çarudatta etrafında gelişir. Yanlış anlamalar, hırsızlık, dostluk ve aşk bu dramatik örgüyü şekillendirir. Fakirlik toplumsal ilişkilerin çözülmesi ve kişinin onurunun sınanması olarak sunulur. Arkadaşların uzaklaşması, akrabaların suskunluğu ve erdemin alaya alınması, Bhāsa’nın toplumsal çözülmeye dair gözlemlerini açık biçimde ortaya koyar.

Ūrubhaṅgam (Kırık Kalça) ise tek perdelik bir trajedi olarak Mahābhārata destanından alınmıştır. Oyunda, Bhīma tarafından yenilen ve kalçası kırılan Duryodhana’nın son anları sahnelenir. Askerlerin savaş alanını betimlemesi, ardından ailenin; özellikle babası Dhṛtarāṣṭra, annesi Gāndhārī ve oğlu Durcaya’nın sahneye gelişi, tragedyanın merkezini oluşturur. Duryodhana, ailesiyle vedalaşır, krallığını oğluna bırakır ve ölür. Bu oyun, kahramanlık mitinin ardında yatan kırılganlığı ve savaşın insana bıraktığı derin yıkımı sahneye taşır.

Her iki eser birlikte okunduğunda Bhāsa’nın insana bakışındaki bütünlük daha iyi anlaşılır. Fakirliğin getirdiği toplumsal yalnızlık ile savaşın yol açtığı trajik yenilgi, aynı insanlık deneyiminin iki farklı yüzü olarak birleşir. Bhāsa’nın tiyatrosu, maddi kayıpların ve bedensel yıkımların ötesinde, insanın onurunu, erdemini ve kaderle mücadelesini işler. Bu yönüyle eserler, hem Sanskrit edebiyatının temel taşları arasında yer alır hem de evrensel bir edebi değer taşır.

"Zenginliğinizin bozulması şu andaki fakirliğinize bir cazibe verir. Tıpkı gece yarısının karanlığında parlaklığını kaybetmiş ayın cazibesi gibi."

"Acı bir dönemden sonra gelen mutluluk tıpkı karanlıkta bir lambanın ışığı gibi hayranlık uyandırır ama refahtan sonra yoksulluğa düşen kişi bunu tüm benliğinde yaşar ama bu yine de ölümden iyidir."

"Eğer bir insan fakir olursa, onun akrabaları onun sözlerine değer vermezler, onun yüce gönüllüğü komik olur. Erdemli ayın güzelliği soluktur. Düşmanlar hariç, arkadaşlar uzaklaşır, belalar çoğalır, başkalarının yaptığı kötü işler başına dert olur."

"Bilirsiniz hanımefendi, kaza geçirenler, sinirleri bozulmuş ya da kolaylıkla kızdırılan kişiler suç işleyebilirler."

"Ödül bekleyen bir adam felaketten başka bir şey kazanamaz. Bu felaket kendisinin ya da düşmanlarının düşmesine neden olabilir."

30 Ağustos 2025 Cumartesi

GustaveFlaubert / KonukseverAzizJulien Efsanesi



Fransız yazar Gustave Flaubert’in Konuksever Aziz Julien Efsanesi adlı eseri, Hristiyan aziz anlatılarının tipik bir örneği olarak kaleme alınmıştır. Ancak bu hikâye, İslam dünyasının ünlü sûfîlerinden Horasanlı İbrahim bin Edhem’in hayatını konu alan menkıbelerle dikkate değer benzerlikler taşır.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu iki anlatıyı karşılaştırmalı olarak ele alarak Doğu ve Batı kültürleri arasındaki edebî etkileşim ihtimalini ortaya koyar. Julien, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğundan itibaren avcılıkla ilgilenir ve zamanla hayvanları acımasızca öldürmeye başlar. Av sırasında karşılaştığı bir geyik, ona korkutucu bir kehanette bulunur: Günün birinde anne ve babasını öldürecektir. Bu sözler Julien’in ruhuna ağır bir yük olur. Kendi benliğinden kaçmak ister; sarayını terk ederek maceralara atılır. Çeşitli savaşlara katılır, evlenir ve yeniden bir şatoya yerleşir.

Ancak kaderinden kaçamaz. Bir gece, yatağında eşini başka biriyle uyuyor sanarak kılıcını çeker ve iki kişiyi öldürür. Çok geçmeden onların anne ve babası olduğunu fark eder. Kehanet gerçekleşmiş, Julien en ağır günahı işlemiştir. Derin bir pişmanlık içinde şatosunu terk eder. Yıllar boyunca kendini insanlara yardım etmeye, iyilik yapmaya adar. Bir nehir kenarında küçük bir kulübede yaşamaya başlar, insanları karşıdan karşıya ücretsiz geçirir. Bir gece karşısına yaralı, bitap halde, kötü kokular içinde bir yabancı çıkar. Julien onu doyurur, üstünü örter, kendi bedeniyle ısıtır. O yabancı aslında İsa Mesih’tir. Julien’in tövbesi kabul edilir ve göğe yükselerek azizlik makamına eriştiği bildirilir.

İbrahim bin Edhem’in Hikâyesiyle Benzerlikler: Horasanlı İbrahim bin Edhem de Belh hükümdarının oğludur. Saray hayatı içinde büyümüş, avcılıkla meşgul olmuş, ancak bir gün av sırasında duyduğu ilahî bir ses onu derinden sarsmıştır: “Sen bunun için mi yaratıldın?” Bu ikazla tahtı, tacı ve zenginliği terk ederek dervişliğe yönelmiş, ömrünü Allah yolunda zühd ve ibadetle geçirmiştir.

Menkıbelerde onun, malı-mülkü bırakıp halkın içinde bir seyyah gibi dolaştığı, kendi alın teriyle geçinip insanlara yardım ettiği anlatılır. Her iki figürde de ortak noktalar göze çarpar: İkisi de prens kökenlidir. Çocukluk ve gençliklerinde avcılıkla uğraşmışlardır. Av sırasında aldıkları ilahî uyarı hayatlarını değiştirmiştir. Tahtı ve zenginliği bırakıp inzivaya çekilmişlerdir. Hayatlarının geri kalanını iyilik, tevazu ve fedakârlığa adamışlardır. Kendi dinlerinin en yüksek manevî mertebesine ulaşmışlardır: İbrahim bin Edhem İslam’da veli, Julien Hristiyanlıkta aziz olmuştur.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu benzerliklerin tesadüf olup olmadığını sorgular. Flaubert’in, Aziz Julien’in hikâyesini kurgularken Doğu menkıbelerinden; özellikle İbrahim bin Edhem anlatılarından etkilenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Çünkü tarih boyunca kültürler arası etkileşim, çeviriler ve sözlü aktarım yoluyla pek çok motif bir medeniyetten diğerine geçmiştir. Konuksever Aziz Julien Efsanesi, Doğu-Batı edebiyatları arasındaki etkileşimleri incelemek için verimli bir metindir. Konuksever Aziz Julien Efsanesinin İbrahim bin Edhem’in menkıbeleriyle taşıdığı paralellikler, kültürler arası ortak insanlık deneyimlerinin edebiyat aracılığıyla nasıl aktarıldığını göstermektedir

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Konuk Kaplan Kitabından

Konuk Kaplan Kitabından

Kitaplar hakkında yazmayı seviyorum. Bence her kitaptan mutlaka bir şeyler öğrenebiliriz. Mesela kitapta Para Irmağı adı verilen çok kısa bir hikâye vardı. Toplam yarım sayfa kadardı. Bu hikâyeden şunu öğreniyoruz: Çin kültüründe su, bereketin, şansın ve yaşamın simgesi olarak kabul edilir. Fakat suyun durgun ya da akıcı oluşu onun anlamını değiştirir. Bahçelerde durgun su tercih edilir. Küçük havuzlar ya da göletler, şansı ve bereketi bulunduğu yerde tutar. Akan su ise farklı yorumlanır. Özellikle evlerin kenarından geçen nehirler ya da dereler, şansın ve paranın evden uzaklaşacağı düşüncesiyle hoş karşılanmaz. Bu yüzden akan suyun şansı götüreceğine dair inanç yaygındır.

İşte bu anlayış Para Irmağı adlı kısa hikâyede açık biçimde anlatılıyor. Bir uşak bahçedeki para ırmağını görüyor ve o para ırmağından iki avuç para alıyor. Daha fazlasını toplamak için kendini ırmağa bırakıyor fakat kalktığında bütün paranın akıp gittiğini fark ediyor. Yani elinde kalan sadece iki avuç paradır. Hikâyenin sonunda ise şu yorum yapılıyor: "Para sürekli dolaşımda olan bir şeydir. Kimse üstüne yatıp da hepsini kendine saklayamaz."

Böylece akan su ile paranın dolaşımı arasında bir benzerlik kuruluyor bu hikâyede. Su da para da durmaksızın hareket eder ve hiç kimse onları sonsuza kadar elinde tutamaz. Evet, ilginç bir hikâye ve belki de kitabın içinde en fazla dikkat çekici hikâyelerden biri. Aslında şunu gösteriyor: Paraya, toprağa hiçbir zaman insan sonsuza kadar sahip olamaz. Sadece geçici bir süre sahip olabilir. Oldukça düşündürücü değil mi?

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

 

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın gözünde çoğu zaman iki uçlu bir imgeyle var olur: Bir yanda özgürlükler ülkesi, bilim ve sanat üretiminin merkezi; diğer yanda ise savaşların, sömürünün ve küresel adaletsizliklerin kaynağı. Bu çelişki, Amerika’nın hem büyüsünü hem de ona duyulan tepkiyi açıklar. Ellis Adası’na ayak basan göçmenlerden Silikon Vadisi’nde kurulan teknoloji devlerine kadar Amerika, hayallerin gerçekleşebileceği bir yer olarak tanımlandı. Üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri ve Hollywood sinemasıyla hem kendi halkına hem de bütün dünyaya bir hayal alanı açtı. Bu yönüyle, insanlığın yaratıcılığına ve bireysel özgürlük arayışına güçlü bir alan sundu. Fakat aynı Amerika, yirminci yüzyıl boyunca onlarca ülkeye müdahale eden; petrol, ticaret ya da stratejik çıkarlar için milyonlarca insanın hayatını etkileyen bir süper güç oldu. Latin Amerika’daki darbelerden Orta Doğu’daki savaşlara kadar özgürlük adına başlatılan birçok girişim, çoğu zaman özgürlükten çok yeni bağımlılıklar yarattı.

Kendi sınırları içinde de Amerika çelişkilerle doludur. Gökyüzüne yükselen gökdelenlerin dibinde yoksullar çadır kentlerde yaşar. Irkçılık hâlâ kapanmamış bir yara olarak sokaklarda yaşanmaktadır. Sağlık ve eğitim gibi temel hakların, paranın gücüyle ölçülmesi, eşitlik vaadini zedeler. Amerika, kurulduğu günden bu yana kendisini bir özgürlük ülkesi olarak tanıttı. 18. yüzyılda İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşı, tüm dünyaya özgür yurttaş fikrini taşıdı. 20. yüzyılda ise Amerikan Rüyası, milyonlarca göçmenin hayalini süsledi: Çalışırsan, yükselirsin; doğduğun sınıf kaderin olmaz, denildi. Harvard, MIT, Stanford gibi üniversiteler bilim ve küresel düşünce hayatının merkezi hâline geldi. Hollywood sineması, caz ve rock müzik, edebiyat ve popüler kültür, insanlığa yepyeni bir hayal alanı sundu. İnsanlık, Amerika üzerinden kendine başka bir gelecek kurgulayabildi. Fakat aynı Amerika, dünyanın dört bir yanında çatışmaların baş aktörü oldu. Vietnam Savaşı (1955-1975): “Komünizmi durdurma” adına milyonlarca insanın hayatına mal olan, Amerikan toplumunu da derinden yaralayan bir savaştı. Latin Amerika’daki darbeler: Şili’den Guatemala’ya kadar, Amerika’nın desteklediği askeri müdahaleler özgürlük söylemiyle geldi ama çoğu zaman diktatörlükleri güçlendirdi. Orta Doğu politikaları: Irak Savaşı, Afganistan işgali, petrol ve enerji güvenliği uğruna yapılan askeri operasyonlar hâlâ büyük bir tartışma konusudur.

Amerika’nın en parlak vitrinlerinden biri ekonomik gücüdür. Silikon Vadisi’ndeki teknoloji devleri, Wall Street’in finans dünyası ve milyarderlerin zenginliği, Amerika’yı cazip kılar. Ama aynı anda gelir adaletsizliği büyüktür. Zenginler servetlerini katlarken, yoksullar gıda kuponlarıyla yaşam savaşı verir. Sağlık sistemi pahalıdır; dünyanın en gelişmiş ülkesinde hâlâ milyonlarca insan temel sağlık hizmetine ulaşamaz. Irkçılık derin bir yara olarak varlığını sürdürür. George Floyd olayında olduğu gibi toplumsal çatışmalar sık sık su yüzüne çıkar. George Perry Floyd, ABD’nin Houston şehrinde doğmuş, Minneapolis’te yaşayan siyahî bir vatandaştı. 25 Mayıs 2020’de Minneapolis’te polis memuru Derek Chauvin tarafından gözaltına alınırken, Chauvin’in yaklaşık 9 dakika boyunca Floyd’un boynuna diziyle bastırması sonucu hayatını kaybetti. Floyd’un “I can’t breathe” “Nefes alamıyorum” sözleri tüm dünyada bir protesto sloganına dönüştü. Bu olay, ABD’de ve dünyanın birçok ülkesinde ırkçılık karşıtı gösteriler başlattı. Protestolar, Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketinin simgesi hâline geldi. Polis şiddeti, sistematik ırkçılık ve eşitsizlik konuları uluslararası gündeme taşındı. Olayı gerçekleştiren polis memuru Derek Chauvin, 2021’de cinayetten suçlu bulundu ve uzun yıllar hapis cezası aldı. Floyd’un ölümü, ABD tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir; kültür, siyaset ve hukuk alanında derin tartışmalara yol açtı.

Bir Amerikan dizisinde kadın karakter ahlak kavramını reddeder. “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü onun sloganı hâline gelmiştir. Onun gözünde büyük şirketler, bankalar, finans kurumları ve modern kapitalist sistem zaten ahlakın kalmadığının kanıtıdır. Güçlü olan kazanır, zayıf olan kaybeder. Şirketler, ailelerin ve insanların hayatlarını pervasızca mahveder. Devlet ya da yasa, çoğu zaman bu düzeni değiştirecek güçte değildir. Amerika’nın ahlaki duruşu, tıpkı o kadın karakterin dediği gibi “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü üzerine kuruludur. Amerika gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırır. Kapitalizmin kalbinde insan yoktur, kâr önemlidir. Şirketler için aileler batabilir, doğa yok olabilir, toplum parçalanabilir; önemli olan üretim ve kazançtır. Devlet politikalarında da benzer bir bakış hâkimdir: Ulusal çıkar varsa savaş da doğrudur, müdahale de. Yoksa sessiz kalmak da bir ahlak biçimi sayılır. Ama işin çelişkisi şudur: Amerika kamusal alanda acımasızken, özel hayatta aileye, sadakate ve bireysel bağlara büyük değer verir.

Amerika’nın ahlaki duruşundan söz ettiğimizde aslında kastedilen şey devlet sistemi ve kapitalist düzendir. Savaş kararı alanlar, müdahaleleri yönetenler, şirketleri devletten güçlü kılanlar yönetici sınıftır. Ama o sistemin içinde yaşayan milyonlarca insan; işçiler, çiftçiler, göçmenler, siyahî aileler, öğrenciler çoğu zaman bu düzenin mağdurudur. Örneğin: Sağlık sistemindeki adaletsizlik yüzünden tedavi olamayan sıradan bir Amerikalı aile, devletin devasa bütçesine rağmen ezilir. Bankaların borç batağına sürüklediği çiftçiler sistemin gerçek mağdurlarıdır. Irkçılık nedeniyle polis şiddetine uğrayan George Floyd gibi insanlar masumların acısını temsil eder. Amerikan halkı içinde aile bağlarına, arkadaşlığa, sadakate değer veren insanlar vardır. Onlar da sistemin yükünü sırtında taşır. O yüzden Amerika’ya baktığımızda hem acımasız bir devlet aklı hem de masum insanların yaşam mücadelesinin yan yana durduğunu görürüz. Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan özgürlük ve fırsatların ülkesi, diğer yandan savaşların, sömürünün ve adaletsizliğin kaynağıdır. Bu ikilik onun hem cazibesini hem de eleştirilen yüzünü açıklar. Devlet aklı ve kapitalist düzen gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırırken; içeride masum insanların, ailelerin ve ezilen grupların varlığını görmezden gelmemek gerekir.

Atatürk'ün Bir Fransız Şairden Çevirisi

Hayat kısadır Biraz hayal Biraz aşk Ve sonra günaydın Hayat boştur Biraz kin Biraz ümit Ve sonra iyi akşamlar