1 Kasım 2024 Cuma

Moğolların Gizli Tarihi Kitabı Hakkında

 



Moğolların Gizli Tarihi Kitabı Hakkında

Moğolların Gizli tarihi adlı kitapta Çinggis haan’ın ceddinin Yüksek Tanrı’nın takdiri ile bir boz kurt ve dişi geyikten türediğine değinildikten sonra atası olarak bilinen ilk kişi olan Alan ho’dan bahsedilir.  Alan ho’nun Dobun mergan’dan iki oğlu olmuştur. Dobun mergan öldükten sonra dul kalan Alan ho’nun üç tane oğlu daha dünyaya gelir. Bunun üzerine Dobun mergan’dan olma iki oğlan annelerini kocasız çocuk dünyaya getirmekle suçlarlar. Dedikoduları duyan Alan ho çocuklarının beşini de çağırtıp onlara bir hayat dersi verir. Öncelikle oğullarına birer ok vererek kırmalarını ister. Oğulları verilen okları teker teker kırarak atarlar. Sonra Alan ho beş oku birden bağlayıp kırmalarını ister, lâkin oğullar bunu beceremez. Bunun üzerine Alan ho oğullarının kendisinden şüphe ettiğini bu şüphede haklı olduklarını anlatır.

‘‘Her gece sarışın bir adam, evin bacasından sızan ışık vasıtasıyla girerek karnımı okşuyor ve onun nuru vücuduma geçiyor. Çıkarken de güneş veya ayın nurları üzerinden sarı bir köpek gibi sürünerek çıkıyordu. Siz nasıl böyle düşünmeden konuşursunuz? Bu hadise üzerinde fikir yürütülürse, onların Tanrı oğlu oldukları meydana çıkar.’’ diye söyleyecektir. Bu sebepledir ki Moğollar için Nirun yani ışığın çocukları denilmektedir. Çinggis  haan, Alan ho’nun en küçük oğlu Bodancar’ın soyundan gelmektedir. Soyunun ismi de Börçiginler olarak adlandırılmaktadır. Çinggis haan’ın soyunun denizi aşarak geldiği ve Burhan Haldun Dağı eteklerine yerleştiklerinden bahsedilir. Çinggis haan’nın babası olan Yesügey işte bu soydan gelmektedir. Yesügey bir gün dağlarda avlanırken bir arabanın içinde gözleri ateşli, yüzü nur gibi bir kız görür ve bir görüşte âşık olur. Atını hızla sürerek evine gider, kardeşlerini toplar ve geri döner; kızın içinde bulunduğu at arabasının peşine takılırlar. Yesügey’in âşık olduğu kız yeni evlidir. At arabasını süren kişi de kitapta bahsedildiğine göre genç kızın kocasıdır. Kızın ismi Höelin’dir. Höelin kocasından kendisini bırakıp canını kurtarmasını ister fakat giden kocanın ardından da çok ağlayıp yakınarak şu sözleri söyler.

‘‘Çorak memlekette hiçbir zaman aç da kalmamıştın, fakat şimdi ne oldun? Şimdi nasıl gidiyorsun? diyerek yüksek sesle ağlar.

Höelin ile Yesügey evlenirler ve bu evlilikten Temuçin doğar. Yesügey ona Temuçin ismini vermiştir çünkü esir alıp geldiği komutanlardan birinin adı Temuçin’dir. Temuçin adı sert, dayanıklı, sağlam anlamlarına gelmektedir. Dokuz yaşında Temuçin annesinin soyundan olan bir kız olan Börte ile nişanlanır. Kayınpederinin isteği üzerinde Temuçin hizmet için kız evinde kalırken Yesügey geri döner. Yesügey dönüş yolunda Tatarlar tarafından zehirlenecek ve eve döndüğünde fazla yaşamayacaktır. Yanında tuttuğu bir kişiyi oğlunu alması için gönderir. Ancak oğlu gelmeden ölecektir. Bundan sonraki yıllar Temuçin ve kardeşleri için oldukça zorlu geçecektir. Çünkü Yesügey’in öldüğünü gören kabile Höelin ve çocuklarını bırakarak oradan uzaklaşırlar. Höelin sert ve lider ruhlu bir kadındır, onların yarısını geri döndürür, lâkin bu geri dönen insanlar da fazla durmayacak ve Höelin ile çocuklarına hiçbir hayvan ya da yiyecek bırakmayarak terk edecektir. Höelin ve çocukları yıllarca ormanda saklanarak yaşarlar. Yabani sıçan ve otlardan yiyerek yaşarlar. Lâkin belli bir süre babasının kardeşleri gibi gördüğü ve iyilik yaptığı Tayciutlar ormanlık alanın diplerine kadar gelerek aileyle savaşır. Karşılıklı mücadele edilse de ormanlık alanda aç ve susuz kalan Temuçin sefil olarak ölmektense şerefli bir ölümü tercih ederim diyerek ormanlık alandan çıkar ve Tayciutlara teslim olur. Boynuna tahta bir boyunduruk geçirilen Temuçin’i alarak kendi kabilelerinin olduğu yere giden Tayciutlar herkese Temuçin’i teşhir ederler. Temuçin buradaki köyde her gece bir evde kalır. Bir gün güçsüz gördüğü ev sahibinin kafasına vurarak koşar ve nehre atlar. Tahta boyunduruk sayesinde yüzü suyun üstünde kalarak öylece gider. Sorhan Şira, Temuçin’i nehir üzerinde görür ama Tayciutlara haber etmez. Temuçin’i saklayarak onun köyden kaçmasına yardım eder. Temuçin kendisine yardım eden Sorhan Şira ve oğullarını hiç unutmaz ve kendisine Çinggis Haan olarak unvan verilip tahta oturduğunda da Sorhan Şira’yı yaveri ve iki oğlunu da ok taşıyıcısı olarak görevlendirir.

Aynı şekilde atlarını çalan hırsızların peşinden iz sürerken ona yardım eden Bugurçi’yi de unutmayacaktır. Bugurçi’den Merkitlerin üzerine giderler iken yardım isteyecek ve Bugurçi babasına dahi haber etmeden yine Temuçin’in yardımına koşacaktır. Bu sefer de Merkitlerin elinde olan Börte’dir. Gece saldırısında Börte’yi Merkitlerin arasında bulacak ve saldırıyı yavaşlatacaktır. Börte’nin belli bir süre sonra doğum yapması üzerine dünyaya gelen çocuğa herkes şüpheyle bakacak ama Temuçin onu kendi öz oğlu gibi büyütecek ve sevgisini esirgemeyecektir. Temuçin’e bu sefer sırasında yardım eden iki güçlü komutan olan Camuha ve Kara Han ile daha sonra arası bozulur. Camuha, Temuçin’e savaş açar ve yakaladığı savaş esirlerini kaynar kazanlarda haşlar. Kara han da Temuçin’in babası yerine koyduğu bir kişi idi ama Camuha’ya katılmaktan geri durmadı. Bu savaşta yaralanan Temuçin tekrar iyileşti. Güç kazanan Temuçin Camuha ve Kara Han’ın üzerine yürüyerek ordularını dağıttı. Kara Han su ararken bir muhafız tarafından öldürüldü, Camuha ise kendi askerleri tarafından yakalanarak Temuçin’în karşısına getirildi. Temuçin onu affetmek istediyse de o affedilmek istemedi ve kendisinin öldürülerek yüksek bir yere gömülmesini istedi. İsteği yerine getirilerek infazı yapıldı ve cesedine saygı gösterilerek uygun şekilde gömüldü.

Temuçin 1206 yılında kağan unvanına ilâve olarak Çinggis Kan unvanı da aldı ve Merkitler'i, Naymanlar'ı, Keraitler'i, Tatarlar'ı ve diğer küçük kabileleri liderliği altında birleştirmesi onu Orta Asya bozkırlarındaki tek güç hâline getirdi.

Düşüncelerim: Diğer bazı efsanelerde olduğu gibi Moğolların türeyiş efsanesine de baktığımızda yine bir bozkurt ve dişi geyik motifini görürüz. İlk atalarının onlar olduklarından bahsedilir. Ve daha sonra da Alan ho olarak adı geçen ilk kadından ve çadırın açık olan üstünden içeri giren bir erkeğin ayın ışığında gelmesi, yine güneş doğarken çadırdan ayrılmasından bahsedilir. Bu kişinin Tanrı ya da yüce bir ruh olduğuna inanılmış ve kendilerini ışığın çocuğu olarak adlandırmışlardır. Daha sonraki bölümlerde ise güzel kadın ya da kızların evli olsalar da kaçırıldığını ve fiziksel olarak güçlü olanın yanında kaldıklarını görüyoruz. Temuçin’in hayatı ilk yıllarında çok zorlu geçer. Öyle ki o kardeşleri ve annesiyle birlikte uzun yıllar sıçan yiyerek yaşamak zorunda kalacaktır ve yine tahta bir boyunduruk ile esir edilerek herkese teşhir edilecektir. Ama Temuçin mücadelecidir ve zekidir. Aynı zamanda güçlü ve korkusuzdur. Hayat boyu mücadele ettiği yaşamında boyunduruğu altına aldığı milletlere çok fazla korku saldığını görüyoruz. Ancak Temuçin korkunç olduğu kadar da adil bir komutandır. Çünkü hanlığında bilgi, beceri, akıl, yetenek, güçlü ve sadık olan kişilere rütbe verir. Yani o liyakat sistemini uygular. Onun hanlığında adi kimseler -o zamanki dönemlerde yoksul kimseler için kullanılan bir cümledir- en üst rütbelere kadar çıkabiliyordu ve hatta Temuçin’in yaveri olabiliyordu. Büyük bir imparatorluk kurması da yine kurduğu liyakat sistemine, cesaretine, aklına ve sadık ve cesur yürekli komutanlarla çalışmasına bağlı olsa gerektir.

 

Kaynak: Çeviren Ahmet Temir, Moğolların Gizli Tarihi, T.T.K. Yayınları 2. Baskı Ankara 1986.

Ahmet Urfalı / Geçmişten Geleceğe Köprü Kitabı Hakkında

 


Ahmet Urfalı / Geçmişten Geleceğe Köprü

Oğuz Kağan’ın destanî kişiliğiyle Mete Han’ın tarihsel kişiliği arasında benzerlikler kurarak Mete Han’ın Oğuz Han olması hususuna kesin gözle bakmaktayız. Ahmet Urfalı Hoca da kitabında bu konuya yer veriyor. Mete Han MÖ 209-174 yıllarında yaşıyor, Oğuz Kağan destanı da Mete Han’ın yaşantısı üzerine kuruluyor. Oğuz Kağan oğulları Gün, Ay, Yıldız ve on iki torununa hâkimiyeti temsil eden yayı veriyor. Küçük oğulları olan Gök, Dağ, Deniz ve on iki torununa da bağlılığı temsil eden oku veriyor. Türk milletinin alp yapısı ve görkemli birleşimiyle büyük bir devletin temelleri atılmış oluyor. Oğuz Kağan Destanındaki ok ve yay motifi Osman Gazi’nin rüyasında gördüğü ağaç motifi arasında benzerlik kuruluyor. Ağaç Türk destan ve hikâyelerinde kutsal kabul ediliyor. Ağacın toprağın içinde köklerini salması, sağlam bir şekilde toprağa tutunması, dallarının uzaması ve budaklanması, dallarındaki meyvenin-yaprağın olgunlaşarak insanları gölgesi altına alması bir beyliğin kurulmasına, devlet hâline gelmesine ve güçlenip halkını iyi yaşatmasına, himaye etmesine benzetilmiştir.

Ahmet Urfalı kitabının elli ikinci sayfasında Göç Yolları başlığı altında göç olgusu hakkında önemli bilgiler veriyor. İnsanların niçin göç ettiklerine, gittikleri yabancı ülkede karşılaştıkları sorunlara değiniyor. Bugün ülkemizin de önemli sorunlarından birisi göç sorunudur. Gelin isterseniz Ahmet Urfalı konuyu nasıl değerlendiriyor ona bakalım. Öncelikle Türk kültür hayatında göçün algılanış biçimini açıklamakla başlıyor. Türklerin göç etmesi onların yaşantı biçimi hâlini almıştı. Türkler hayvancılık yapıyorlar ve hayvanlarının beslenmesi için mevsimlere göre yaylak ve kışlak adlarını verdikleri yerlere göç ediyorlardı. Türklerin dinamik yapısı sürekli olarak konar-göçer bir yaşam şeklini benimsemeleri sebebiyle korunuyordu. Hz. Peygamber’in de Mekke’den Medine’ye göç etmesiyle Türkler göçe mistik bir anlam yüklemiş, ancak seziş ve keşfetme yoluyla kavranabileceği gizemli, şifreli bir göç kavramı ortaya çıkarmıştır. Ahmet Yesevi dervişlerine gurbete çıkmalarını öğütlemiştir. Böylelikle binlerce derviş Horasan’a, Anadolu’ya göç etmişler ve buralarda Türk olmanın gerekliliği olan erdemli duruşu İslam dini ile birleştirmişlerdir. İnsanlar arasında birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi gibi manevi değerlerin yeşermesi için çalışmışlardır.

Göç Türk’ün alın yazısı olarak görülmüştür. Göç eden Türk aynı zamanda düşmanların ani saldırılarından korunuyor ve daha güçlü, sağlam bir şekilde teşkilatlandığında geriye dönüyor ve düşmanlara karşı amansız bir şekilde savaşabiliyordu. Tonyukuk, Bilge Kağan’a verdiği bir öğütte şöyle söylüyor: ‘‘Hakanım, oturursak belli bir yerde yüz katımız olan düşman gelir, bizi yok eder. Hâlbuki göçer yaşarsak, zayıf olduğumuz zaman çekilir, güçlü olduğumuz zaman ilerleriz.’’ Göçerlik; Türk toplumuna dinamizm ve dayanıklılık kazandırmış, mücadele azmi ve dayanışma ruhu vermiştir.

Kitabın Huzur Mutluluk Mekânı: Türk evi kısmını okuduğumda bugün insanların niçin bir sıkışmışlık duygusu içinde, yoğun kaygılarla debelenip durduğunu bir kez daha anlamış ve üzerinde düşünmüş oldum. Evlerimiz, içlerinde yaşamaya mecbur olduğumuz ya da mecbur bırakıldığımız evlerimiz gerçekten de Türk’ün yaradılış kodlarına ve özgürlükçü ruhuna uygun mudur? Bozkırlarda yaşamış, göçebe hayatı sürmüş, otağlar kurmuş olan bir milletin torunlarının şu anda küçücük dünyalar içine sıkışması yaşadığı bunalımları bir nebze de olsa anlatmaya yetiyor. Çağ değişmiştir ve artık göçebe hayatın yaşanması mümkün değildir diyenler olacaktır. Yalnız burada şuna dikkat edilmelidir. Üst üste yığılmış çok katlı bloklarda oturan insanlar yalnızlaşıyor ve sanki onlardan tek tip koloniler yaratılmaya çalışılıyor. Az bir yerde çok fazla insanı yaşatmak adına yapılıyor bu çok katlı binalar. Mahremiyet sınırlarının da aşıldığı; üst ve alt katlarından gelen seslerle herkesin birbirinin gizli sırlarını dahi öğrenebildiği, küçük küçük kafeslerde yaşamaya çalışan insancıklar yaratıldı. Durumdan hiç kimse mutlu ve memnun değildir.

Büyüklerimizden duyduğumuz yalancı dünya sözünü kaos sözüyle ilişkilendirmişlerdir. Batı dünyası kaosu simgelerken Türk dünyası ise kozmosu simgelemektedir. Türkler dünyaya birlik ve düzen getirmek istemiş üstelik bunu adalet ölçülerine uygun şekilde yapmıştır. Gittiği yerlerdeki halklara zulmetmemişlerdir. Batılı emperyalist devletler ise gittikleri yerlerde insanlığa yakışmayacak katliamlar yapmışlardır. Sömürge hâline getirdikleri yerli halkı köle kendilerini ise efendi ilân etmişlerdir. Barış, düzen ve medeniyet götürüyoruz sözleri ardına gizlenmiş olan emelleri ise tamamıyla başkadır.

Kitapta sözün önemine de değinilmiş, bazı insanların çatallı dilleri ile insanlığın üzerine zehir gibi kötü etkisi olan cümleleri serptiklerinden bahsedilmektedir. Oysaki insan daima iyiye ve güzele doğru yönlenmeli ve olumlu, yapıcı, gönülleri fetheden bir tarzda konuşmalıdır. Bazen okumamış insanlar arasında da sözün ustası ve güzel ruhlu insanlar ile karşılaşırız. Bu insanlar okumamıştır, yalnız bir seziş ve yaşantı biçimlerini anlayabilme, fikirleri muhakeme etmedeki yetkinlikleriyle diğer insanlarda hayranlık duygusu uyandırırlar. Onlar fazla konuşmaz, bir köşede oturup sadece dinlediklerini görürüz. Söz ola ki onlara dönüp dolaşıp geldiğinde bu sefer onların hikmetli sözleri karşısında herkes susar. O insanların ağzından çıkan cümleler şifa niteliğindedir. İnsan dinledikçe daha çok dinlemek isteyecektir.

Ahmet Urfalı’nın kitabında yer verdiği Yemen Türk Mezarlığı bölümünde üç yüz bin Türk askerinin Yemen toprakları üzerinde şehit düştüğünü okuyoruz. 1839 yılında İngilizler Aden’i işgal ediyor. İngilizlerin amaçları Hindistan ticaret yolunu denetimleri altında tutmaktır. Arap kabilelerini Türklere karşı kışkırtıyorlar ve şeyhlere vaatlerde bulunuyorlar. Sonuçta da Araplar Türklere karşı düşmanlık besliyor. Zeydi İmam Yahya ile İngilizlerin yaptığı anlaşma sonucu Türk askerleri esir alınıyor ve Mısır’a götürülüyor. Seydibeşir ve Kuveysna adlı esir kamplarına naklediliyorlar. Türk askerleri dezenfekte bahanesiyle krizol banyosuna sokuluyor. Krizol banyosu yüzünden on beş bin asker kör oluyor. Bu noktada şöyle düşünmek gerekiyor; bu yaşanan acı olayı ve daha binlerce yaşanmış haksızlıkları ve kötülükleri bilmek Türk insanına dostunu ve düşmanını ayırma farkındalığı kazandıracaktır. Dostunu ve düşmanını ayırt edebilen bir millet daima uyanık olacak ve kendini her ân savunmaya hazır hâle getirecektir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...