19 Temmuz 2025 Cumartesi

Osmanlı’da Resm-i Arûs: Feodal Bir Geleneğin Vergisel Sureti

 

Osmanlı’da Resm-i Arûs: Feodal Bir Geleneğin Vergisel Sureti

Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk ve maliye sistematiği, devletin iktisadî çıkarlarını değil, toplumsal hiyerarşiyi, cinsiyet rejimini ve mülkiyet ilişkilerini yansıtan karmaşık bir örüntü sunar. Bu örüntü içinde, düğün ve evlilik gibi özel yaşam alanlarına temas eden vergi türleri de yer alır. Onlardan biri olan resm-i arûs, kadınların evlenmesiyle doğrudan bağlantılı, feodal karakter taşıyan bir evlilik vergisidir. Arapça kökenli arûs kelimesi, gelin anlamına gelmekle birlikte, bazı Arap lehçelerinde güvey anlamında da kullanılır. Ancak Osmanlı’da bu kavram, gelin üzerinden alınan ekonomik bir hakkı ifade eder: evlilik öncesinde alınan, evlilikle birlikte hane değişimi yaşayan kadınlar üzerinden tımar sahibine ödenen bir geçiş bedelidir.

Resm-i arûs, Osmanlı kanunnâmelerinde resm-i arûs, arûsiyye, arûsâne adlarıyla geçen bir zuhûrata bağlı bâd-ı hevâ vergisidir. Yani olay bazlı, düzensiz ama süreklilik arz eden toplumsal faaliyetlere dayalıdır. Bu yönüyle, örfî hukukun bir uzantısıdır. Vergi, toprağın tasarruf hakkına sahip olan timar, zeâmet veya has sahibine aittir. Nikâh sırasında kadı tarafından alınan resm-i nikâh ile karıştırılmamalıdır; zira nikâh resmi, evliliğin şer‘î tesciline ilişkin olarak kadı tarafından tahsil edilen ayrı bir vergidir. Resm-i arûs ise, daha çok evliliğin toplumsal ve iktisadî dönüşümüyle ilgilidir.

Resm-i arûs’un kökenleri yalnızca İslam geleneği veya Türk-İslâm vergi sistemine indirgenemez. Özellikle Balkanlar, Doğu Anadolu ve Memlük topraklarından intikal eden uygulamalar dikkate alındığında, bu verginin Avrupa Orta Çağ feodalitesindeki ‘‘ilk gece hakkı’’ uygulamalarıyla işlevsel benzerlikler taşıdığı görülür.

Batı Avrupa’da, özellikle 11. ve 13. yüzyıllar arasında, senyörlerin tebaaları üzerinde sözde bedensel hak iddialarında bulunduğu ‘‘ilk gece hakkı’’ mitolojik bir karakter taşımakla birlikte, bunun pratik karşılığı çoğu zaman parasal bir bedeldi. Bu bedel, senyörün ‘‘o hakkından feragat etmesi’’ karşılığında alınan bir tür evlenme izni vergisiydi. Formariage adı verilen bu uygulama, köylülerin senyör izni olmadan evlenememesi ilkesine dayanıyordu.

Osmanlı’da ise resm-i arûs, benzer bir anlayışla evlilik yoluyla hane değiştiren kadının, yaşadığı toprağın tasarrufçusu tarafından ‘‘kayıp iş gücü’’ ya da ‘‘nüfus devri’’ olarak görülmesinin karşılığıydı. Dolayısıyla, toprağa bağlı emeğin hareketi, ekonomik bir hak olarak vergilendiriliyordu. Bu yönüyle arûs resmi, Batı’daki uygulamayla hem toplumsal işlev hem ideolojik mantık bakımından örtüşür, ancak Osmanlı'da uygulama tamamen parasal ve semboliktir.

Resm-i arûs’un miktarı, kanunnâmelerde gelinin durumu, dini kimliği ve bölgesel teamüllere göre belirlenmiştir. Müslüman bakire kızdan 60 akçe, Müslüman dul kadından (seyyibe) 30 akçe, gayrimüslim bakire kızdan (zimmiyye) 45 akçe, gayrimüslim dul kadından (bîve) 20 akçe alınırdı. Fakir reayadan ise bu miktarların yarısı tahsil edilirdi.

Bazı bölgelerde rakamlar daha da değişkendir. Örneğin Bozok Sancağı’nda bir kız kendi boyundan bir erkekle evlenirse 100, başka bir boydan biriyle evlenirse 200 akçeye kadar resm-i arûs alınabiliyordu. Ancak bu oranlar zamanla azaltılmış, 60 ve 30 akçe gibi standartlara oturtulmuştur. Konar-göçer Türkmenler arasında bu vergi, kimi zaman bir koyun ya da davar olarak ödenmekteydi. Bu gibi topluluklar vergiyi, bağlı oldukları merkeze öderlerdi.

Kanunnâmelerde bu verginin kimin tarafından ödeneceği net biçimde belirtilmemiştir. Ancak tahsil yetkisi çok açık bir şekilde düzenlenmiştir:

Timar köylerinde vergiyi sipahi, zeâmet ve has köylerinde zeamet veya has sahibi, vakıf köylerinde mütevelli, mâlikâne-divanî köylerde divanî pay sahibi, özel askerî sınıflarda (eşkinci, doğancı, şahinci) ise ilgili zümrenin reisi tahsil ederdi.

Ayrıca askerî hiyerarşiye bağlı olarak, sipahi kızlarının arûs resmi sancak beyine, sancak beyi kızlarınınki beylerbeyine, beylerbeyi kızlarınınki ise doğrudan padişah adına hazineye aktarılırdı.

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümâyunu), Osmanlı hukuk sisteminde bireyin devlet karşısındaki statüsünü yeniden tanımlamış; bu bağlamda feodal tasarruf hakları kaldırılmış, örfî vergiler tasfiye edilmiştir. Resm-i arûs da bu süreçte yürürlükten kaldırılmış ve yerine modern bürokratik düzenlemeye uygun bir uygulama olan izinnâme harcı getirilmiştir.

Bu yeni düzene göre, evlenmek isteyen bireyler kadıya başvurarak evlenmeye engel olmadığını belgeleyen bir izin yazısı almakla yükümlüydü. Bu belge için, bakire kızlardan 10, dul kadınlardan 5 kuruş alınması kararlaştırılmıştır. Böylece feodal beylerin hane içi kararlar üzerindeki iktisadî otoriteleri sona erdirilmiştir.

Resm-i arûs, bir yönüyle Osmanlı maliyesinde küçük bir kalem olarak görünse de, aslında toprak düzeni, kadın emeği ve mülkiyet ilişkileri üzerine bir tarihsel veri sunar. Kadın, yalnızca bir aileden diğerine geçen birey değil; aynı zamanda toprakla özdeşleşmiş bir nüfus birimi, ekonomik bir değer, vergilendirilebilir bir geçiş nesnesi olarak tanımlanır.

Bu vergi, tarihsel bağlamı içinde bir tür feodal hukuk kalıntısı olarak okunabilir. Tanzimat reformlarıyla birlikte ortadan kaldırılması, Osmanlı toplumunun birey merkezli, merkezîleşmiş bir hukuk anlayışına geçişinin simgesel adımlarından biri olmuştur. Bugün, resm-i arûs’un izini sürmek, Osmanlı vergi hukukunu, cinsiyet, toprak ve iktidar ilişkilerini anlamak açısından da önemli bir girişimdir.

TDV İslam Ansiklopedisi: Resm-i Arûs, Nikâh, Örfî Vergi maddeleri esas alınarak okunmuş, incelenmiş ve yorumlanmıştır.

18 Temmuz 2025 Cuma

Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa

Bu resmi, tarihi bir belgeyi kaynak alarak özgün biçimde çizdim.

Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa
Bey Sarayı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde inşa edilen ve Osmanlı başkenti olan Bursa’da yer alan ilk Osmanlı sarayıdır. Bu yapı, Orhan Gazi döneminde inşa edilmiş olup, Osmanlı saray mimarisinin temel taşlarından biridir. Bey Sarayı, Topkapı Sarayı gibi görkemli yapılardan önce Osmanlı beylerinin yönetim merkezi, diplomatik temasların yürütüldüğü mekân ve hükümet işlerinin görüldüğü idari merkez olarak işlev görmüştür.

Bey Sarayı, Bursa’nın Hisar bölgesi olarak bilinen iç kalede, stratejik bir tepeye kurulmuştur. Bu konum, hem savunma hem de şehir üzerindeki hâkimiyet açısından önemlidir. Saray kompleksi muhtemelen taştan ve kerpiçten yapılmış bir dizi odadan, kabul salonundan ve avlulardan oluşuyordu. Tam mimari plan günümüze ulaşmamış olsa da, kazılardan elde edilen buluntular ve tarihi kaynaklar bu yapının çok odalı, işlevsel bir yönetim merkezi olduğunu göstermektedir.

Orhan Gazi ve oğlu I. Murad dönemlerinde aktif olarak kullanılan Bey Sarayı, Bursa’nın Osmanlı başkenti olduğu yıllarda devletin merkezî idaresini temsil ediyordu. Burada hem siyasi kararlar alınır, hem elçiler kabul edilir, hem de saray hayatının erken biçimleri gelişirdi. Bey Sarayı, klasik anlamda bir saraydan çok, bir beylik merkezidir ve Osmanlı’nın henüz imparatorluk hüviyetine ulaşmadan önceki devlet yapısını yansıtır.

Bey Sarayı; yöneticilerin, devlet görevlilerinin, din adamlarının, katiplerin ve askerî danışmanların da bulunduğu bir yaşam alanıydı. Aynı zamanda Nilüfer Hatun’un ve ailesinin ikamet ettiği bir yer olarak da kullanılmıştır. Bu bakımdan saray hem idari hem de hanedanın günlük yaşamının sürdüğü bir merkezdi.

Zamanla Bursa’nın başkent olmaktan çıkması (Edirne’ye taşınmasıyla birlikte), Bey Sarayı'nın da işlevini yitirmesine neden oldu. Depremler, savaşlar ve ihmal nedeniyle yapı harap oldu. Ancak 1980’li yıllarda ve 2000’lerde yapılan arkeolojik kazılar, bu yapının kalıntılarını ortaya çıkarmış, bazı temel duvar izleri ve seramik buluntular gün yüzüne çıkarılmıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle alanın yeniden düzenlenmesi ve tanıtılması için çeşitli projeler yürütülmektedir.

Bey Sarayı, Osmanlı’nın çadırdan saraya geçişindeki simgesel anlamını taşır. Göçebe Türk geleneğinden yerleşik devlet yapısına geçerken inşa edilen bu ilk saray, Osmanlı devlet felsefesinin, merkeziyetçi yönetimin ve hanedanın kurumsallaşmasının ilk izlerini barındırır.

Bey Sarayı, Osmanlı'nın siyasi ve idari zihniyetinin ilk biçimlendiği yerdir. Orhan Gazi döneminde inşa edilen bu yapı, devletin henüz beylik statüsünde olduğu yıllarda, yönetsel kararların alındığı, divan toplantılarının yapıldığı ve diplomatik ilişkilerin yürütüldüğü bir merkez olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda saray, Osmanlı’nın devlet olma iddiasını ilk kez mekânsal olarak ortaya koyduğu yerdir.

Bey Sarayı’nın çevresinde kurulan ilk kurumlar; medrese, cami, imaret, bedesten gibi yapılar sarayın kültürel ve ekonomik bir çekim merkezi olduğunu da göstermektedir. Böylece Bursa, Bey Sarayı etrafında gelişen bir merkezîleşme sürecinin öncüsü olmuştur.

Bey Sarayı’nın tarihî bağlamında göz ardı edilmemesi gereken bir diğer unsur da dönemin manevî rehberleridir. Geyikli Baba, Somuncu Baba, Emir Sultan gibi sûfî şahsiyetler, Bursa’nın manevi haritasını oluşturmuş ve sarayın da fikrî iklimini etkilemişlerdir. Orhan Gazi’nin bu sûfîlerle kurduğu ilişki, sarayın sadece dünyevî bir yönetim merkezi olmadığını, aynı zamanda bir manevî meşruiyet arayışının da parçası olduğunu gösterir.

Bey Sarayı’nın yakın çevresinde tekkelerin, zâviyelerin ve camilerin kurulmuş olması, Osmanlı'nın ilk döneminde siyasi gücün dinî otoriteyle yan yana yürütüldüğü bir yapıyı da ortaya koyar.

1980’li yıllarda yapılan yüzey araştırmaları, Bey Sarayı'nın bulunduğu alanda erken Osmanlı dönemine ait çini parçaları, seramik örnekleri, duvar temelleri ve bazı temel mimarî unsurları ortaya çıkarmıştır. Özellikle Hisar bölgesindeki İçkale kazılarında, çok odalı bir yerleşim düzenine işaret eden mimarî kalıntılar bulunmuştur.

Bu bulgular ışığında yapılan değerlendirmeler, Bey Sarayı’nın bir iç avlu etrafında planlandığını, çeşitli işlevsel mekânlardan oluştuğunu ve saray kompleksinin devlet adamları, askerler ve hizmetliler için ayrı alanlar barındırdığını ortaya koymaktadır. Ancak bu kalıntılar, tam anlamıyla bir saray rekonstrüksiyonu yapmaya yetecek nitelikte değildir. Dolayısıyla Bey Sarayı, bugün bir arkeolojik hafıza mekânı olarak ele alınmaktadır.

Bey Sarayı ile Topkapı Sarayı arasında yaklaşık 150 yıllık bir tarihsel boşluk bulunmasına rağmen, her iki yapının da Osmanlı devlet sisteminde oynadığı rol karşılaştırıldığında kurumsal bir evrim gözlemlenebilir. Bey Sarayı, beylik düzeninden imparatorluk sistemine geçişte, yönetimin taşrada nasıl örgütlendiğini gösterirken; Topkapı Sarayı, bu örgütlenmenin İstanbul merkezli ve katı bürokratik bir hiyerarşi içinde nasıl kurumsallaştığını gösterir.

Bey Sarayı’nın daha sade, işlevsel ve yönetime odaklı yapısı; Topkapı’daki saray düzeninin törensel, sembolik ve çok katmanlı doğasıyla kıyaslandığında, bu iki yapı Osmanlı devlet felsefesindeki dönüşümün taş ve toprak üzerindeki izdüşümünü temsil eder.

Ne yazık ki Bey Sarayı, Osmanlı tarihine merak duyanların dahi pek az bildiği, kamuoyunda yeterince tanıtılmamış bir tarihî mirastır. Bursa’da yer almasına rağmen Topkapı Sarayı kadar popülerleşememiş, gerektiği gibi restore edilememiş ve anlatılamamıştır.

Bey Sarayı’nın yeniden kültürel bellekte yer edinmesi, tüm Türkiye’nin tarihî kimliğini güçlendirmek adına önemlidir. Bu nedenle akademisyenlerin, tarihçilerin, belediyelerin ve kültürel kurumların iş birliğiyle bu alanın korunması, belgelenmesi ve tanıtılması gerekmektedir.

17 Temmuz 2025 Perşembe

Eski Türk Toplumunda “Kalın” Geleneği: Sosyo-Kültürel ve Hukuki Bir Kurum Olarak Kalının İşlevi

 Eski Türk Toplumunda ''Kalın'' Geleneği: Sosyo-Kültürel ve Hukuki Bir Kurum Olarak Kalının İşlevi


Kalın, Eski Türk toplumlarında evlenme sürecinin ayrılmaz bir parçası olan, erkek ailesinin kız ailesine sunduğu mal, hayvan ya da değerli eşyaları ifade eder. Bu armağanlar, kadının emeğine ve ailesine duyulan saygının sembolik ifadesi niteliğindedir. Kalın, evlilik teklifinin kabulüyle birlikte belirlenir; düğün öncesinde teslim edilir ve genellikle evliliğin meşruiyeti için şart kabul edilir. Bu yönüyle kalın, hem ritüel hem de hukuki bir işleve sahiptir.
Örneğin, Orhun Yazıtlarında geçen bodunıg kalın erti gibi ifadeler, kalının topluluklar arası bir ilişki biçimi olduğunu gösterir. Kalın, kabileler arasında barışın ve karşılıklı güvenin teminatı sayılmıştır.
Kalın geleneği, içerdiği unsurlar bakımından da karmaşık bir yapıya sahiptir. 
Kalının Veriliş Şekilleri: 
Kara Mal: Genellikle büyükbaş hayvan veya değerli mallardan oluşur. Kızın babasına verilir ve çeyiz ya da yeni yuvanın kuruluş masraflarında kullanılır. Aynı zamanda, baba otoritesinin tanınmasını simgeler.
Süt Hakkı: Gelinin annesine verilen hediyedir. Bu, annelik emeğinin, yani kız çocuğunun bakımı, terbiyesi ve ahlaki gelişimine yapılan katkının takdiridir. Bu yönüyle kadının kadına duyduğu saygıyı da temsil eder.
Yelü (Yelög): Nişan sonrası ilk görüşmede verilen sembolik hediyedir. Bu unsur, erkek tarafının ciddiyetini ve niyetinin saflığını gösteren toplumsal bir mesajdır.
Tüy Mal: Düğün masraflarının karşılanması amacıyla verilen yüksek değerli mal ya da hayvanlardır. Özellikle at, koyun, deve gibi zenginlik sembolleri tercih edilmiştir. 
Kalın uygulaması, kadının toplumsal değerini teyit eden bir nezaket ve güvence sistemi olarak anlaşılmalıdır. Kadın, yeni bir soyun taşıyıcısı ve topluluğun kültürel devamlılığının temsilcisidir. Kalın bu nedenle, kadının özneleştiği bir toplumsal düzenin yansımasıdır.
Bununla birlikte, kalın uygulaması, aileler arası saygı, denge ve nezaket ilişkisini de kurumsallaştırır. Kız tarafına verilen armağanlar, gelecekteki akrabalık bağının kurulmasında bir başlangıç adımıdır.
Kalının iadesi, töre hukuku içinde detaylı biçimde düzenlenmiştir. Bu durumlar çoğunlukla nişanın bozulmasıyla ilgilidir:
Erkek tarafı nişanı bozarsa ve kız kusursuzsa: Kalın iade edilmez. Bu, kadına ve ailesine duyulan saygının sürdürülmesi içindir.
Kız tarafı bozarsa ve erkek kusursuzsa: Kalının tamamı veya bir bölümü iade edilir.
Ölüm gibi mücbir sebepler: Kalının geri verilip verilmeyeceği tarafların rızasına bırakılmıştır; bazı topluluklarda kızın kız kardeşiyle evlilik önerisi gündeme gelebilir.
İslamiyet’in kabulüyle birlikte kalın geleneği, mehir ile karşılaştırmalı olarak tartışılmıştır. Mehir, İslami nikâhın doğal sonucudur ve doğrudan kadına verilir. Kalın ise evlilik öncesi verilir ve kızın ailesine yöneliktir.
Kalın, Eski Türk toplumlarında kadın emeğini, aileler arası saygıyı, sosyal güveni ve kültürel sürekliliği temsil eden çok yönlü bir kurumdur. Modern hukuk normlarıyla çelişebilecek bazı yönlerine rağmen, tarihsel bağlamda değerlendirildiğinde kalın; kadının emeğinin ve statüsünün tanınması anlamına gelir. Günümüzde bu geleneğin dönüşüme uğradığı görülse de, Türk kültürel hafızasında kalın, hâlâ toplumsal aidiyetin ve aile onurunun derin izlerini taşır.
Eski Türk toplumsal yapısı, göçebe ve yarı-göçebe düzenin belirlediği dinamiklerle şekillenen, aile ve akrabalık ilişkilerine dayalı bir sistemdir. Bu sistem içinde evlilik sadece bireylerin birleşmesinden ibaret olmayıp, kabileler ve aileler arasında ekonomik, hukuki ve sembolik bağlar kuran bir kurum işlevi görür. İşte bu bağlamda kalın, bir tür uzlaşının ve sosyal saygının somut ifadesi olarak belirir. 
Kalın geleneğinin izleri, en erken olarak Orhun ve Yenisey yazıtlarında gözlemlenmektedir. Kök Türkler, Uygurlar, Kırgızlar ve Oğuzlar gibi birçok Türk boyunda, kalın kurumu hem töresel hem de teamül hukukuna dayalı biçimde uygulanmıştır. Orta Asya bozkır kültüründe, aileler arası ittifakların tesis edilmesinde evlilik önemli bir araç olduğundan, kalın da bu siyasi ve ekonomik bağların garantisi olarak işlev görmüştür.

Türklerde Savaş Metotları

Türk savaş geleneğinde mevsimsel, zamansal ve meteorolojik koşullar büyük bir stratejik önem taşımaktadır. Özellikle Hunlar döneminde, savaşlar genellikle ayın ilk yarısında taarruzla başlatılmakta; ayın ikinci yarısında ise planlı bir geri çekilme sürecine girilmektedir. Gece baskınlarında, ay ışığının aydınlatma sağladığı dolunaylı geceler özellikle tercih edilmiştir. Bununla birlikte, yağışlı hava koşullarında savaşmaktan bilinçli olarak kaçınılmış; zira yağmur, dönemin en önemli silahlarından biri olan yayın etkin kullanımını ciddi ölçüde zorlaştırmaktaydı.

Alazlama

Alazlama, Türk halk inançlarında yer alan eski bir arınma ve korunma ritüelidir. Bu gelenek, ateşin kötü ruhları uzaklaştırdığına ve insanı manevi olarak temizlediğine dair inanca dayanır. ''Alaz'' kelimesi Türkçede alev veya kıvılcım anlamına gelirken, ''alazlama'' ise bir kişiyi ya da nesneyi ateşin çevresinden geçirme, ateşin dumanıyla tütsüleme ya da doğrudan ateşe tutma uygulamasını ifade eder.

Özellikle Orta Asya’daki Türk topluluklarında, örneğin Başkurtlar ve Kazaklar arasında, hastalık ya da kötü ruhlardan korunmak için yağlı bir paçavra yakılır ve ''alas, alas'' denilerek hastanın çevresinde döndürülür. Bu törene ''alaslama'' adı verilir. Zaman içinde bu uygulama Anadolu sahasına ''alazlama'' biçiminde geçmiştir ve bazı bölgelerde hâlâ yaşamaktadır.

Alazlama ritüeli, hastalık için, nazar değdiğine inanılan kişiler, yeni doğmuş bebekler, kurban edilen hayvanlar ya da ölüm sonrası temizlik amacıyla da yapılır. Bazen doğrudan ateşten geçirilerek, bazen de ateşin dumanı veya köz ile yapılan bu uygulamalar, insanın görünmeyen varlıklardan korunmasını sağladığına inanılan halk pratiğidir.

Bugün Anadolu’nun bazı köylerinde hâlâ alazlamaya benzeyen tütsüleme gelenekleri görülür. Ayrıca Nevruz ve Hıdırellez kutlamalarında ateşten atlama geleneği, bu eski inancın günümüze ulaşmış bir izidir. Ateşin manevî bir temizlik aracı olarak görülmesi, alazlamayı halk kültürü içinde hem fiziksel hem ruhsal bir iyileştirme yöntemi hâline getirmiştir.

Esük ya da Eşük

Türkler, ölülerini yıkayıp kefenlemiştir. Eski Türk geleneklerinde, ölü için hazırlanan kefene bazen ''esük'' ya da ''eşük'' denirdi. 

15 Temmuz 2025 Salı

Geyikli Baba’nın İzinde: Babasultan Köyü



Geyikli Baba’nın İzinde: Babasultan Köyü

Bursa’nın doğusunda, yeşilin en güzel tonlarına bürünen dingin bir coğrafyada yer alan Babasultan köyü, geçmişin, inancın ve bir millet olma şuurunun somutlaştığı tarihî bir bellektir. Adını, derin tasavvufî izler bırakmış bir dervişten, Geyikli Baba’dan alan bu köy; hem fiziksel dokusuyla hem de gündelik yaşamın içinde süreklilik arz eden ritüelleriyle onun manevî etkisini taşımaya devam etmektedir.

Yerleşim yapısı, geleneksel Osmanlı kırsal planlamasının izlerini taşır. Merkezde yer alan caminin etrafına kümelenmiş evler, dar sokaklar ve ortak kullanım alanlarıyla örülü bu mimari düzen, bir topluluk olma halini ve müşterek yaşama kültürünü yansıtır.

Köy halkı geçimini büyük ölçüde tarım ve hayvancılıkla sağlamaktadır. Mevsimsel üretim döngülerine dayalı bu yaşam biçimi, doğanın ritmiyle senkronize bir varoluş sunar. Ancak son yıllarda kentleşme baskısı, genç nüfusun göçü ve üretim ilişkilerindeki dönüşüm, köyün nüfus yapısını etkilemiş; geleneksel yaşam biçiminin dengelerini sarsmıştır. Buna rağmen Babasultan köyü, hem somut mirasıyla (tarihî camisi, mezarlığı, taş çeşmeleri) hem de soyut değerleriyle (efsaneler, halk inanışları, sözlü anlatımlar) dirençli bir kültürel dokuyu yaşatmaktadır.

Bu kültürel sürekliliğin merkezinde, Osmanlı’nın kuruluş devrinde iz bırakan gazi-derviş figürü Geyikli Baba yer alır. Vefâî tarikatına mensup olduğu kabul edilen bu Türkmen şeyhinin menkıbesi, onu Azerbaycan’ın Hoy bölgesinden müritleriyle birlikte Anadolu’ya getiren manevî bir göçle başlar. Bu göç içsel bir irşad yolunun, doğayla bütünleşik bir tasavvuf anlayışının Anadolu’ya taşınması anlamına gelir. Geyikli Baba’nın İnegöl civarına yerleştiği ve bu bölgedeki manevî etkisini zamanla halka mal ettiği anlatılır.

1326 yılında gerçekleşen Bursa fethi sırasında, Geyikli Baba’nın geyik sırtında savaş alanına indiği, elinde altmış okkalık kılıcıyla Bizans askerlerine karşı yürüdüğü ve özellikle Kızıl Kilise bölgesinin alınmasında etkili olduğu rivayet edilir. Bu anlatı, onu hem keramet sahibi hem de savaşçı bir derviş olarak tanımlar. Geyikli Baba, Osmanlı’nın kuruluş zihniyetindeki gazi-derviş tipinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir; hem zahirî cihadın hem de batınî arayışın temsilcisidir.

Kalenderî dervişlerin hayvan postlarıyla dolaşması nasıl dünyevî kimliklerden soyunmayı simgeliyorsa, Geyikli Baba’nın geyiklerce taşınması ve onlarla birlikte hareket etmesi de insanla doğa arasında kurulan manevî ilişkinin bir yansımasıdır. Geyikler burada hem mürid hem de keramet taşıyıcısıdır.

Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi, Geyikli Baba’yla tanışmak ister. Turgut Alp aracılığıyla iletilen bu davete Geyikli Baba önce manevî zamanın üstünlüğünü vurgulayarak mesafeli yaklaşır; ardından kabul eder ve Bursa Tophane mevkiindeki saraya sırtında bir çınar fidanı ile gelir. Bu fidanı saray avlusuna dikerken şu ayeti okur: Allah, güzel bir sözü; kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetmiştir. (İbrahim, 14/24). Bu ayet, Osmanlı Devleti’nin manevî temellerini kuran bir vizyonun simgesine dönüşür. Çınar burada hem bir medeniyetin kök salışını hem de onun göğe, yani hakikate, irfana ve adalete doğru yönelişini temsil eder.

Orhan Gazi, bu hizmeti karşılıksız bırakmak istemez ve İnegöl’ü ikta olarak sunar. Ancak Geyikli Baba bu teklifi kabul etmez; Mülk Allah’ındır, ehline verir. Biz ehli değiliz, diyerek yalnızca bir zaviye yeri talep eder. Bu zaviye, bugün Babasultan köyü olarak bilinen yerleşimin çekirdeğini oluşturur. Böylece dünya malına karşı zühdî bir duruş, mekânsal bir hafızaya dönüşür.

Babasultan köyü, doğayla insanın, devletle maneviyatın, halkla tasavvufun kesiştiği bir inanç coğrafyasıdır. Geyikli Baba hakkında anlatılan menkıbeleriyle, türbesinin bahçesindeki çınarların gölgesinde edilen dualarıyla, geleneksel mimarisiyle, hâlâ o eski zamanın izlerini taşır. Geyikli Baba, Anadolu’nun taşra sufizmini doğaya yaslayan, zühdü halkla buluşturan, kerameti irfanla harmanlayan bir yaşam felsefesinin adıdır. Bu miras, bize yalnızca geçmişi anlatmaz; bugüne dair kaybettiğimiz değerleri de hatırlatır.

 

 











 


Atatürk'ün Bir Fransız Şairden Çevirisi

Hayat kısadır Biraz hayal Biraz aşk Ve sonra günaydın Hayat boştur Biraz kin Biraz ümit Ve sonra iyi akşamlar