1 Eylül 2025 Pazartesi

Dile Gelince Değişen Hakikat

"Sözcükler gizli saklı anlamı zedeliyor. Dile getirilen her şey o an değişiyor. Biraz, biraz çirkin, biraz aptalca niteliğe bürünüyor. Evet, bu da çok iyi bir şey. Bu da çok hoşuma gidiyor. Bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine de hiç diyeceğim yok." Siddhartha söylemiş bu sözü peki ne demek istemiş....

Anlam, insanın içinde saklı ve güçlü bir şekilde duruyor. Ama o anlam kelimelere döküldüğü anda değişiyor, zayıflıyor ya da başka bir kalıba giriyor. Sözcükler o derinliği tam olarak taşıyamıyor; biraz çirkinleşiyor, biraz sıradanlaşıyor. Yine de bu kötü bir şey olarak görülmüyor. Aksine, bu dönüşüm hoş karşılanıyor. Çünkü insanın içinde çok kıymetli ve özel olan şey, başkasının kulağına aptalca ya da basit gelebilir; bu doğaldır. Kendi hazinesinin, kendi bilgeliğinin bir başkasına aynı yoğunlukta yansımaması şaşırtıcı değildir.

İfade, anlamı eksiltir ama bu eksilme de güzeldir. Sözcükler kusurlu olabilir; yine de insanın iç dünyasını başkasına açmanın değerini azaltmaz.

31 Ağustos 2025 Pazar

Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye



Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye

Hint edebiyatının en eski ve en önemli oyun yazarlarından biri olarak kabul edilen Bhāsa, MS 1-3. yüzyıllar arasında yaşamış ve Sanskrit tiyatrosunun kurucu isimlerinden biri sayılmıştır. 1909 yılında ortaya çıkarılan elyazmaları sayesinde ona ait olduğu düşünülen on üç dram günümüze ulaşmıştır. Bu eserler, Hindistan’da ve dünya tiyatrosu tarihinde dikkate değer bir yere sahiptir.

Bhāsa’nın oyunları, geleneksel Sanskrit tiyatrosunun kalıplarına bütünüyle bağlı değildir. Açılış bölümlerinde klasik biçimde "Nandi" duası yerine "Sthāpanā" adı verilen farklı bir giriş kullanır. Ayrıca eserlerinde yazar adını anmaz, olay örgüsünü sadeleştirir ve dramatik yoğunluğu ön plana çıkarır. Bu bakımdan Bhāsa, Sanskrit dramının hem öncüsü hem de sınırlarını zorlayan bir yenilikçisi olarak görülebilir.

Daridraçārudattam (Fakir Çarudatta), yarım kalmış bir oyun olmasına rağmen Bhāsa’nın edebi gücünü yansıtır. Konu, zenginliğini kaybederek yoksulluğa düşmüş ama erdeminden ödün vermeyen Çarudatta etrafında gelişir. Yanlış anlamalar, hırsızlık, dostluk ve aşk bu dramatik örgüyü şekillendirir. Fakirlik toplumsal ilişkilerin çözülmesi ve kişinin onurunun sınanması olarak sunulur. Arkadaşların uzaklaşması, akrabaların suskunluğu ve erdemin alaya alınması, Bhāsa’nın toplumsal çözülmeye dair gözlemlerini açık biçimde ortaya koyar.

Ūrubhaṅgam (Kırık Kalça) ise tek perdelik bir trajedi olarak Mahābhārata destanından alınmıştır. Oyunda, Bhīma tarafından yenilen ve kalçası kırılan Duryodhana’nın son anları sahnelenir. Askerlerin savaş alanını betimlemesi, ardından ailenin; özellikle babası Dhṛtarāṣṭra, annesi Gāndhārī ve oğlu Durcaya’nın sahneye gelişi, tragedyanın merkezini oluşturur. Duryodhana, ailesiyle vedalaşır, krallığını oğluna bırakır ve ölür. Bu oyun, kahramanlık mitinin ardında yatan kırılganlığı ve savaşın insana bıraktığı derin yıkımı sahneye taşır.

Her iki eser birlikte okunduğunda Bhāsa’nın insana bakışındaki bütünlük daha iyi anlaşılır. Fakirliğin getirdiği toplumsal yalnızlık ile savaşın yol açtığı trajik yenilgi, aynı insanlık deneyiminin iki farklı yüzü olarak birleşir. Bhāsa’nın tiyatrosu, maddi kayıpların ve bedensel yıkımların ötesinde, insanın onurunu, erdemini ve kaderle mücadelesini işler. Bu yönüyle eserler, hem Sanskrit edebiyatının temel taşları arasında yer alır hem de evrensel bir edebi değer taşır.

"Zenginliğinizin bozulması şu andaki fakirliğinize bir cazibe verir. Tıpkı gece yarısının karanlığında parlaklığını kaybetmiş ayın cazibesi gibi."

"Acı bir dönemden sonra gelen mutluluk tıpkı karanlıkta bir lambanın ışığı gibi hayranlık uyandırır ama refahtan sonra yoksulluğa düşen kişi bunu tüm benliğinde yaşar ama bu yine de ölümden iyidir."

"Eğer bir insan fakir olursa, onun akrabaları onun sözlerine değer vermezler, onun yüce gönüllüğü komik olur. Erdemli ayın güzelliği soluktur. Düşmanlar hariç, arkadaşlar uzaklaşır, belalar çoğalır, başkalarının yaptığı kötü işler başına dert olur."

"Bilirsiniz hanımefendi, kaza geçirenler, sinirleri bozulmuş ya da kolaylıkla kızdırılan kişiler suç işleyebilirler."

"Ödül bekleyen bir adam felaketten başka bir şey kazanamaz. Bu felaket kendisinin ya da düşmanlarının düşmesine neden olabilir."

30 Ağustos 2025 Cumartesi

GustaveFlaubert / KonukseverAzizJulien Efsanesi



Fransız yazar Gustave Flaubert’in Konuksever Aziz Julien Efsanesi adlı eseri, Hristiyan aziz anlatılarının tipik bir örneği olarak kaleme alınmıştır. Ancak bu hikâye, İslam dünyasının ünlü sûfîlerinden Horasanlı İbrahim bin Edhem’in hayatını konu alan menkıbelerle dikkate değer benzerlikler taşır.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu iki anlatıyı karşılaştırmalı olarak ele alarak Doğu ve Batı kültürleri arasındaki edebî etkileşim ihtimalini ortaya koyar. Julien, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğundan itibaren avcılıkla ilgilenir ve zamanla hayvanları acımasızca öldürmeye başlar. Av sırasında karşılaştığı bir geyik, ona korkutucu bir kehanette bulunur: Günün birinde anne ve babasını öldürecektir. Bu sözler Julien’in ruhuna ağır bir yük olur. Kendi benliğinden kaçmak ister; sarayını terk ederek maceralara atılır. Çeşitli savaşlara katılır, evlenir ve yeniden bir şatoya yerleşir.

Ancak kaderinden kaçamaz. Bir gece, yatağında eşini başka biriyle uyuyor sanarak kılıcını çeker ve iki kişiyi öldürür. Çok geçmeden onların anne ve babası olduğunu fark eder. Kehanet gerçekleşmiş, Julien en ağır günahı işlemiştir. Derin bir pişmanlık içinde şatosunu terk eder. Yıllar boyunca kendini insanlara yardım etmeye, iyilik yapmaya adar. Bir nehir kenarında küçük bir kulübede yaşamaya başlar, insanları karşıdan karşıya ücretsiz geçirir. Bir gece karşısına yaralı, bitap halde, kötü kokular içinde bir yabancı çıkar. Julien onu doyurur, üstünü örter, kendi bedeniyle ısıtır. O yabancı aslında İsa Mesih’tir. Julien’in tövbesi kabul edilir ve göğe yükselerek azizlik makamına eriştiği bildirilir.

İbrahim bin Edhem’in Hikâyesiyle Benzerlikler: Horasanlı İbrahim bin Edhem de Belh hükümdarının oğludur. Saray hayatı içinde büyümüş, avcılıkla meşgul olmuş, ancak bir gün av sırasında duyduğu ilahî bir ses onu derinden sarsmıştır: “Sen bunun için mi yaratıldın?” Bu ikazla tahtı, tacı ve zenginliği terk ederek dervişliğe yönelmiş, ömrünü Allah yolunda zühd ve ibadetle geçirmiştir.

Menkıbelerde onun, malı-mülkü bırakıp halkın içinde bir seyyah gibi dolaştığı, kendi alın teriyle geçinip insanlara yardım ettiği anlatılır. Her iki figürde de ortak noktalar göze çarpar: İkisi de prens kökenlidir. Çocukluk ve gençliklerinde avcılıkla uğraşmışlardır. Av sırasında aldıkları ilahî uyarı hayatlarını değiştirmiştir. Tahtı ve zenginliği bırakıp inzivaya çekilmişlerdir. Hayatlarının geri kalanını iyilik, tevazu ve fedakârlığa adamışlardır. Kendi dinlerinin en yüksek manevî mertebesine ulaşmışlardır: İbrahim bin Edhem İslam’da veli, Julien Hristiyanlıkta aziz olmuştur.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu benzerliklerin tesadüf olup olmadığını sorgular. Flaubert’in, Aziz Julien’in hikâyesini kurgularken Doğu menkıbelerinden; özellikle İbrahim bin Edhem anlatılarından etkilenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Çünkü tarih boyunca kültürler arası etkileşim, çeviriler ve sözlü aktarım yoluyla pek çok motif bir medeniyetten diğerine geçmiştir. Konuksever Aziz Julien Efsanesi, Doğu-Batı edebiyatları arasındaki etkileşimleri incelemek için verimli bir metindir. Konuksever Aziz Julien Efsanesinin İbrahim bin Edhem’in menkıbeleriyle taşıdığı paralellikler, kültürler arası ortak insanlık deneyimlerinin edebiyat aracılığıyla nasıl aktarıldığını göstermektedir

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Konuk Kaplan Kitabından

Konuk Kaplan Kitabından

Kitaplar hakkında yazmayı seviyorum. Bence her kitaptan mutlaka bir şeyler öğrenebiliriz. Mesela kitapta Para Irmağı adı verilen çok kısa bir hikâye vardı. Toplam yarım sayfa kadardı. Bu hikâyeden şunu öğreniyoruz: Çin kültüründe su, bereketin, şansın ve yaşamın simgesi olarak kabul edilir. Fakat suyun durgun ya da akıcı oluşu onun anlamını değiştirir. Bahçelerde durgun su tercih edilir. Küçük havuzlar ya da göletler, şansı ve bereketi bulunduğu yerde tutar. Akan su ise farklı yorumlanır. Özellikle evlerin kenarından geçen nehirler ya da dereler, şansın ve paranın evden uzaklaşacağı düşüncesiyle hoş karşılanmaz. Bu yüzden akan suyun şansı götüreceğine dair inanç yaygındır.

İşte bu anlayış Para Irmağı adlı kısa hikâyede açık biçimde anlatılıyor. Bir uşak bahçedeki para ırmağını görüyor ve o para ırmağından iki avuç para alıyor. Daha fazlasını toplamak için kendini ırmağa bırakıyor fakat kalktığında bütün paranın akıp gittiğini fark ediyor. Yani elinde kalan sadece iki avuç paradır. Hikâyenin sonunda ise şu yorum yapılıyor: "Para sürekli dolaşımda olan bir şeydir. Kimse üstüne yatıp da hepsini kendine saklayamaz."

Böylece akan su ile paranın dolaşımı arasında bir benzerlik kuruluyor bu hikâyede. Su da para da durmaksızın hareket eder ve hiç kimse onları sonsuza kadar elinde tutamaz. Evet, ilginç bir hikâye ve belki de kitabın içinde en fazla dikkat çekici hikâyelerden biri. Aslında şunu gösteriyor: Paraya, toprağa hiçbir zaman insan sonsuza kadar sahip olamaz. Sadece geçici bir süre sahip olabilir. Oldukça düşündürücü değil mi?

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

 

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın gözünde çoğu zaman iki uçlu bir imgeyle var olur: Bir yanda özgürlükler ülkesi, bilim ve sanat üretiminin merkezi; diğer yanda ise savaşların, sömürünün ve küresel adaletsizliklerin kaynağı. Bu çelişki, Amerika’nın hem büyüsünü hem de ona duyulan tepkiyi açıklar. Ellis Adası’na ayak basan göçmenlerden Silikon Vadisi’nde kurulan teknoloji devlerine kadar Amerika, hayallerin gerçekleşebileceği bir yer olarak tanımlandı. Üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri ve Hollywood sinemasıyla hem kendi halkına hem de bütün dünyaya bir hayal alanı açtı. Bu yönüyle, insanlığın yaratıcılığına ve bireysel özgürlük arayışına güçlü bir alan sundu. Fakat aynı Amerika, yirminci yüzyıl boyunca onlarca ülkeye müdahale eden; petrol, ticaret ya da stratejik çıkarlar için milyonlarca insanın hayatını etkileyen bir süper güç oldu. Latin Amerika’daki darbelerden Orta Doğu’daki savaşlara kadar özgürlük adına başlatılan birçok girişim, çoğu zaman özgürlükten çok yeni bağımlılıklar yarattı.

Kendi sınırları içinde de Amerika çelişkilerle doludur. Gökyüzüne yükselen gökdelenlerin dibinde yoksullar çadır kentlerde yaşar. Irkçılık hâlâ kapanmamış bir yara olarak sokaklarda yaşanmaktadır. Sağlık ve eğitim gibi temel hakların, paranın gücüyle ölçülmesi, eşitlik vaadini zedeler. Amerika, kurulduğu günden bu yana kendisini bir özgürlük ülkesi olarak tanıttı. 18. yüzyılda İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşı, tüm dünyaya özgür yurttaş fikrini taşıdı. 20. yüzyılda ise Amerikan Rüyası, milyonlarca göçmenin hayalini süsledi: Çalışırsan, yükselirsin; doğduğun sınıf kaderin olmaz, denildi. Harvard, MIT, Stanford gibi üniversiteler bilim ve küresel düşünce hayatının merkezi hâline geldi. Hollywood sineması, caz ve rock müzik, edebiyat ve popüler kültür, insanlığa yepyeni bir hayal alanı sundu. İnsanlık, Amerika üzerinden kendine başka bir gelecek kurgulayabildi. Fakat aynı Amerika, dünyanın dört bir yanında çatışmaların baş aktörü oldu. Vietnam Savaşı (1955-1975): “Komünizmi durdurma” adına milyonlarca insanın hayatına mal olan, Amerikan toplumunu da derinden yaralayan bir savaştı. Latin Amerika’daki darbeler: Şili’den Guatemala’ya kadar, Amerika’nın desteklediği askeri müdahaleler özgürlük söylemiyle geldi ama çoğu zaman diktatörlükleri güçlendirdi. Orta Doğu politikaları: Irak Savaşı, Afganistan işgali, petrol ve enerji güvenliği uğruna yapılan askeri operasyonlar hâlâ büyük bir tartışma konusudur.

Amerika’nın en parlak vitrinlerinden biri ekonomik gücüdür. Silikon Vadisi’ndeki teknoloji devleri, Wall Street’in finans dünyası ve milyarderlerin zenginliği, Amerika’yı cazip kılar. Ama aynı anda gelir adaletsizliği büyüktür. Zenginler servetlerini katlarken, yoksullar gıda kuponlarıyla yaşam savaşı verir. Sağlık sistemi pahalıdır; dünyanın en gelişmiş ülkesinde hâlâ milyonlarca insan temel sağlık hizmetine ulaşamaz. Irkçılık derin bir yara olarak varlığını sürdürür. George Floyd olayında olduğu gibi toplumsal çatışmalar sık sık su yüzüne çıkar. George Perry Floyd, ABD’nin Houston şehrinde doğmuş, Minneapolis’te yaşayan siyahî bir vatandaştı. 25 Mayıs 2020’de Minneapolis’te polis memuru Derek Chauvin tarafından gözaltına alınırken, Chauvin’in yaklaşık 9 dakika boyunca Floyd’un boynuna diziyle bastırması sonucu hayatını kaybetti. Floyd’un “I can’t breathe” “Nefes alamıyorum” sözleri tüm dünyada bir protesto sloganına dönüştü. Bu olay, ABD’de ve dünyanın birçok ülkesinde ırkçılık karşıtı gösteriler başlattı. Protestolar, Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketinin simgesi hâline geldi. Polis şiddeti, sistematik ırkçılık ve eşitsizlik konuları uluslararası gündeme taşındı. Olayı gerçekleştiren polis memuru Derek Chauvin, 2021’de cinayetten suçlu bulundu ve uzun yıllar hapis cezası aldı. Floyd’un ölümü, ABD tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir; kültür, siyaset ve hukuk alanında derin tartışmalara yol açtı.

Bir Amerikan dizisinde kadın karakter ahlak kavramını reddeder. “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü onun sloganı hâline gelmiştir. Onun gözünde büyük şirketler, bankalar, finans kurumları ve modern kapitalist sistem zaten ahlakın kalmadığının kanıtıdır. Güçlü olan kazanır, zayıf olan kaybeder. Şirketler, ailelerin ve insanların hayatlarını pervasızca mahveder. Devlet ya da yasa, çoğu zaman bu düzeni değiştirecek güçte değildir. Amerika’nın ahlaki duruşu, tıpkı o kadın karakterin dediği gibi “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü üzerine kuruludur. Amerika gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırır. Kapitalizmin kalbinde insan yoktur, kâr önemlidir. Şirketler için aileler batabilir, doğa yok olabilir, toplum parçalanabilir; önemli olan üretim ve kazançtır. Devlet politikalarında da benzer bir bakış hâkimdir: Ulusal çıkar varsa savaş da doğrudur, müdahale de. Yoksa sessiz kalmak da bir ahlak biçimi sayılır. Ama işin çelişkisi şudur: Amerika kamusal alanda acımasızken, özel hayatta aileye, sadakate ve bireysel bağlara büyük değer verir.

Amerika’nın ahlaki duruşundan söz ettiğimizde aslında kastedilen şey devlet sistemi ve kapitalist düzendir. Savaş kararı alanlar, müdahaleleri yönetenler, şirketleri devletten güçlü kılanlar yönetici sınıftır. Ama o sistemin içinde yaşayan milyonlarca insan; işçiler, çiftçiler, göçmenler, siyahî aileler, öğrenciler çoğu zaman bu düzenin mağdurudur. Örneğin: Sağlık sistemindeki adaletsizlik yüzünden tedavi olamayan sıradan bir Amerikalı aile, devletin devasa bütçesine rağmen ezilir. Bankaların borç batağına sürüklediği çiftçiler sistemin gerçek mağdurlarıdır. Irkçılık nedeniyle polis şiddetine uğrayan George Floyd gibi insanlar masumların acısını temsil eder. Amerikan halkı içinde aile bağlarına, arkadaşlığa, sadakate değer veren insanlar vardır. Onlar da sistemin yükünü sırtında taşır. O yüzden Amerika’ya baktığımızda hem acımasız bir devlet aklı hem de masum insanların yaşam mücadelesinin yan yana durduğunu görürüz. Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan özgürlük ve fırsatların ülkesi, diğer yandan savaşların, sömürünün ve adaletsizliğin kaynağıdır. Bu ikilik onun hem cazibesini hem de eleştirilen yüzünü açıklar. Devlet aklı ve kapitalist düzen gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırırken; içeride masum insanların, ailelerin ve ezilen grupların varlığını görmezden gelmemek gerekir.

22 Ağustos 2025 Cuma

Freud ve Psikanalizin Doğuşu: Bilimsel ve Tarihsel Bir Çerçeve

 


Bu makale, Andrew Scull’un Uygarlık ve Delilik: Akıl Hastalığının Kültürel Tarihi adlı eserinde yer alan “Freud ve Psikanalizin Doğuşu” bölümünden hareketle hazırlanmıştır.

Freud ve Psikanalizin Doğuşu: Bilimsel ve Tarihsel Bir Çerçeve

Psikanaliz, modern psikolojinin ve psikiyatri tarihinin en etkili kuramlarından biri olarak kabul edilir. Ancak Sigmund Freud’un bu kuramı geliştirmesi, bilimsel bir adanmışlıktan çok toplumsal ve ekonomik koşulların baskısından beslenir. Freud, Viyana’da genç bir hekim olarak meslek hayatına başladığında ciddi geçim sıkıntıları yaşar. Muayene gelirleri sınırlıdır ve ailesini geçindirmek zorundadır. Bu koşullar, onun özellikle histeri hastalarıyla ilgilenmesine yol açar. Dönemin tıp çevrelerinde marjinal görülen bu hasta grubu, Freud için hem düzenli bir gelir kaynağı hem de yeni bir düşünsel alan yaratır. Böylece psikanalizin doğuşu, bilimin yanı sıra sosyo-ekonomik zorunlulukların da ürünüdür.

Charcot ve Hipnoz Deneyimleri

Freud’un düşünsel yönelimi, 1885 yılında Paris’te Jean-Martin Charcot’nun kliniğinde geçirdiği süre ile belirginleşir. Charcot, histeri vakalarını yalnızca organik nedenlerle açıklamaz; hipnoz altında ortaya çıkan semptomları ruhsal süreçlerin göstergesi olarak yorumlar. Freud, Charcot’nun seanslarında, felç belirtilerinin hipnozla ortaya çıkıp kaybolduğunu gözlemler. Bu deneyimler, onda psikopatolojinin zihinsel kökenlerine dair bir inanç oluşturur. Ancak Viyana’ya dönüşünde hipnozun sınırlı bir yöntem olduğunu fark eder. Hastalar kısa süreliğine rahatlar, fakat semptomlar geri döner.

Breuer ve Anna O. Vakası

Freud’un psikanalize yönelmesinde dostu Josef Breuer ile ilişkisi kritik rol oynar. Breuer’in hastası Bertha Pappenheim -tarihe Anna O. adıyla geçen-, konuşarak geçmiş travmalarını dile getirdiğinde semptomlarında hafifleme yaşar. Breuer bu yöntemi “konuşma tedavisi” olarak adlandırır. Freud bu vakayı psikanalizin kurucu örneği olarak kabul eder ve kuramının temeline yerleştirir. Hipnozu bırakmasının ardından Freud, zihinsel süreçleri açıklamak için bastırma kavramını merkeze alır. Ona göre insan zihni, toplumsal normlara ve ahlaka aykırı arzuları bilinçdışına iter. Bastırılan hiçbir içerik yok olmaz; çeşitli biçimlerde geri döner. Histeri, nevroz, rüyalar ve takıntılar, bu bastırılmış içeriklerin farklı tezahürleridir. Freud’un bastırma kuramı, bireysel psikoloji ve uygarlık eleştirisi açısından da önem taşır. Ona göre uygarlık, bireyin ruhsal bütünlüğünün bedelini talep eder. Toplumsal düzen, bireyin arzularını susturarak işler; ancak bu susturma, nevrotik çatışmalar biçiminde geri döner. Böylece psikanaliz, bir tedavi yöntemi olarak kültürel bir eleştiri aracı hâline gelir.

Freud’un Kuramına Yönelik Eleştiriler

Freud’un çağdaşları, onun teorilerini genellikle şüpheyle karşılar. Özellikle bastırma ve bilinçdışı kavramları, dönemin bilim çevreleri tarafından “kanıtsız” ve “masalsı” olarak nitelendirilir. Kimileri Freud’u sahte hekimlikle suçlar. Bununla birlikte Freud, eleştiriler karşısında kuramını geliştirmeyi sürdürür. Ona göre psikolojinin görevi, yalnızca gözlemlenebilir semptomları açıklamak değil, görünmeyen zihinsel süreçleri de kavramaktır.

Deliliğin Evrenselliği

Freud’un en çarpıcı görüşlerinden biri, deliliğin yalnızca belirli kişilere özgü olmadığı, herkesin zihninde pusuya yatmış bir potansiyel olarak bulunduğudur. Delilik, insan ruhunun olağan yapısının bir parçasıdır. Normal ile anormal arasındaki sınır, sanıldığı kadar keskin değildir. Bu yaklaşım, Freud’u çağdaşlarından ayırır ve psikanalizin modern psikolojiye getirdiği en radikal katkılardan biri olur. Freud’un psikanalizi, bilimin, toplumsal koşulların ve kişisel deneyimlerin birleştiği bir noktada şekillenir. Bir yanda bilinçdışı kavramıyla insan ruhuna dair yeni bir paradigma sunan kurucu bir dahi vardır; diğer yanda geçim sıkıntıları içinde kuramını inşa eden ve kimi zaman vakaları kuramsal amaçlarla idealize eden bir hekim. Anna O. örneği, psikanalizin doğuşundaki bu çelişkileri simgeler. Freud’un kalıcı önemi, kendi zaaflarını da kapsayan bir kuram geliştirmesinde yatar. Onun açtığı yol, insan zihninin yalnızca bilinçle açıklanamayacağını gösterir. Psikanaliz, bu yönüyle, modern insanın kendini anlama çabasının en güçlü simgelerinden biri hâline gelir.

19 Ağustos 2025 Salı

Masalın Kararması: Steinbeck’in İnci’sinde Kaybolan Masumiyet

Masalın Kararması: Steinbeck’in İnci’sinde Kaybolan Masumiyet

John Steinbeck’in 1947’de yayımlanan İnci adlı kısa romanı, görünüşte sade bir halk masalıdır; fakat bu sadeliğin ardında insan doğasının karanlık yönlerini, kolonyal düzenin sömürücü yapısını ve umutla hırs arasındaki ince çizgiyi sorgulayan güçlü bir alegori yatar. Steinbeck, Meksika kıyısındaki yoksul bir balıkçı ailesinin hikâyesi üzerinden, insanlığın kadim bir meselesini; değerin bedelini ve bedelin değerini okuruna sorar.

Romanın merkezinde Kino adlı karakter vardır. Kino denizden geçimini sağlayan, karısı Juana ve bebekleri Coyotito ile birlikte sade bir kulübede yaşayan bir balıkçıdır. Kino’nun dünyası, yoksulluğun çıplak gerçekliğiyle çevrilidir; doktor parayı gerekçe göstererek çocuğunu tedavi etmeyi reddeder, tüccarlar onun emeğini sürekli değersizleştirir, kasabanın sömürgeci düzeni yerlileri ikinci sınıf insan sayar. Bu bağlamda Kino, tarih boyunca hor görülen, sömürülen ve sessizleştirilen yoksul halkın bir sembolüdür.

Hikâyeyi harekete geçiren şey ise şans ya da kaderin bir ironik durumudur. Kino, olağanüstü büyüklükte ve kusursuz bir inci bulur. Bu inci ilk bakışta ailenin kurtuluşunun anahtarıdır. Kino’nun gözünde çocuğunun tedavisi, Juana ile resmi evliliğini gerçekleştirecek imkân, kendisi için bir tüfek ve en önemlisi de oğlunun alacağı eğitim bu inciyle mümkün olacaktır. İnci, yoksulluğun zincirini kıracak bir anahtar gibi parlar ellerinde. Ancak Steinbeck burada kritik bir durum yaratır: İnci, sadece umutların ve felaketlerin kaynağıdır. Onun parıltısı, çevredeki herkesin içinde gizli kalmış hırsı uyandırır; komşular kıskançlıkla bakar, tüccarlar onları aldatmak için tuzak kurar, doktor birdenbire ilgi göstermeye başlar. İnci toplumsal yozlaşmanın simgesine dönüşür.

Juana, bu değişimi en başından hisseden tek kişidir. Onun sezgisi, inciyi bir lanet olarak görmesine neden olur, defalarca ondan kurtulmak ister. Juana, romanın içindeki bilge ve dengeli sestir; doğaya kulak vermiş, hayatın hassasiyetini kavramış bir figürdür. Fakat Kino, inciyi onurunun ve geleceğinin garantisi saydıkça Juana’nın uyarılarını reddeder. Bu noktada Steinbeck, eril onurla dişil sezgi arasındaki kadim gerilimi sahneye taşır. Kino’nun inadı, Juana’nın bilgelik çağrısını bastırır.

Olaylar ilerledikçe inci, aileyi yavaş yavaş bir kuşatma altına alır. Geceleri evlerine saldırılar olur, Kino yaralanır, teknesi parçalanır, kulübeleri yakılır. Bu saldırılar, toplumun tümüne yayılmış kıskançlığın ve açgözlülüğün tezahürleridir. Kino ve Juana çareyi kaçmakta bulur, ancak peşlerine düşen silahlı adamlar onları dağlara sürükler. Burada roman, masalsı havasından çıkıp bir tragedyanın sert tonuna bürünür.

Trajedinin doruk noktası, Coyotito’nun ölümüyle yaşanır. Bebeğin ölümü, romanın en sarsıcı ânıdır, çünkü inci uğruna kurulan bütün hayaller, tedavi, eğitim, gelecek bir anda karanlık bir boşluğa düşer. Coyotito’nun masumiyeti, roman boyunca insanın umutlarının ve yarının simgesidir; onun ölümüyle birlikte inci artık lanetin kendisi olur.

Romanın finalinde Kino ve Juana, kasabaya geri döner. Ellerinde hâlâ inci vardır ama artık bu inci hiçbir kurtuluş vaat etmez; yalnızca acıyı, kaybı taşır. Kino, inciyi alıp denize fırlatır. Bu hareket, bir tür arınma ritüelidir; hırsı, yıkımı ve trajediyi doğduğu yere, denizin karanlık derinliklerine iade etmektir. Böylece hikâye, başladığı masalsı sadeliğe geri döner; fakat okur artık aynı noktada değildir. Çünkü Steinbeck’in masalı, insana masumiyetin kaybıyla ilgili evrensel bir ders bırakır; Umutla hırs arasındaki çizgi, çoğu zaman yalnızca bir akrep zehri kadar ince ve ölümcüldür.

İnci, toplumsal düzenin eleştirisi ve bir insanlık alegorisidir. Kino, insanın onur ve gelecek arayışını temsil eder; Juana, bilgelik ve sağduyunun sesidir; Coyotito, masumiyetin ve geleceğin simgesidir; doktor ve tüccarlar ise sömürgeci açgözlülüğün yüzüdür. İnci’nin kendisi ise tüm bu karakterleri sınayan, insan doğasının parıltılı ama ölümcül şekilde yansıtan bir nesnedir.

Steinbeck’in dili sadedir, tekrarlayan imgeler, şarkılar ve doğa betimlemeleri romanı bir halk masalına yaklaştırır. Fakat bu masal, mutlu sonla bitmez; trajediyle biter. Steinbeck’in vermek istediği ders, basit ama evrenseldir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...