Sümer’den
Vahye: Tevrat, İncil ve Kur’an’da Mezopotamya İzleri/ Muazzez İlmiye Çığ Kur’an,
İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni
Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an,
İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni adlı çalışmasında hem kişisel gözlemini
hem de bu konudaki bilimsel eksikliği ortaya koyar. Batı’da 19. yüzyıldan beri
araştırmacılar, Sümer tabletlerinde yer alan mitlerle Tevrat anlatıları
arasındaki paralellikleri incelemişti. Ancak Çığ’a göre Türkçede bu konuda
sistemli bir karşılaştırma yapılmamıştı. Bu nedenle, hem Sümer kaynaklarını
Türk okuruna tanıtmak hem de İbrahimî dinlerin metinlerinde bu izleri göstermek
amacıyla kitabını hazırlar. Kullandığı yöntem de önemlidir: Çığ, modern
akademik eleştiri geleneğini değil de doğrudan metinlerarası karşılaştırmayı
tercih eder. Sümer destanlarını ve mitlerini alır, onların Tevrat, İncil ve
Kur’an’daki karşılıklarını yan yana koyar. Bu sırada “Diyanet’in iki farklı
Kur’an çevirisini” esas alır: Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı ile Kur’an-ı
Kerim ve Açıklamalı Meali. Böylece Arapça orijinal yerine güncel Türkçe
yorumlara dayanan bir okuma yapar. Bu tercih, Çığ’ın aslında akademiden ziyade
geniş okur kitlesine hitap etmek istediğini de gösterir. Bir diğer boyut: Çığ,
Sümer metinlerinin henüz tümüyle ortaya çıkarılmadığını, binlercesinin hâlâ
toprak altında olduğunu vurgular. Ona göre bugün elimizde olan parçalar bile
Tevrat ve Kur’an’daki anlatıların köklerini anlamak için yeterlidir; ama gelecekte
yapılacak yeni kazılar bu tabloyu derinleştirebilir, hatta bazı yorumları
değiştirebilir. Yani kitabını bir başlangıç noktası olarak sunar.
Çığ ayrıca Atatürk’e özel
bir minnettarlık gösterir. Atatürk çivi yazısı kullanan toplumlarla Türk dili
arasında bağlantılar kurulması gerektiğini söylemiş, Sümer dili ve Türkçe
üzerine çalışmaların açılmasına öncülük etmişti. Çığ’a göre Atatürk’ün bu
vizyonu sayesinde Türkiye’de Sümeroloji kurumsallaşmış, kendisi de bu alanda
çalışma imkânı bulmuştur. Çığ’ın yaklaşımının merkezinde şu tez vardır: Batı
uygarlığının kökeni olarak gösterilen Tevrat aslında tek başına “ilahi vahiy”
ürünü değildir; kökleri Sümer’e, yani Mezopotamya’nın çoktanrılı, tarıma ve gök
cisimlerine dayalı uygarlığına uzanır. Sümer ilk yazıyı icat eden, Batı
düşüncesinin ve İbrahimî dinlerin temel şablonlarını yaratan bir kültürdür.
Sümer’in Uygarlığa
Katkıları
Mimari ve Sanat
Sümerler,
bilinen en eski şehir uygarlıklarını kurarak tapınak, saray ve kamu yapılarında
gelişmiş teknikler geliştirdiler. Zigguratlar tapınaktı, idari ve ekonomik
merkezlerdi; depolama, paylaştırma ve ticaretin kontrol noktaları olarak işlev
gördüler. Erken dönemden itibaren kemer ve tonoz benzeri örtü çözümleri
kullandılar; bu teknikler, daha sonra farklı coğrafyalarda gelişen kubbe
mimarisine öncüllük etti. Duvar kabartmaları ve mühürlerde görülen kartal,
boğa ve ejder figürleri hem mitolojik semboller hem de iktidar göstergeleriydi.
Bu ikonografi Yunan ve Roma sanatına, hatta Orta Çağ Avrupa’sına kadar uzanan
uzun bir süreklilik yarattı.
Teknik ve Tarım
Sümer’in kalbi olan
Mezopotamya bataklık ve nehir taşkınlarının hâkim olduğu bir bölgeydi.
Sümerler, kanallarla sulama ve bataklık kurutma teknikleri geliştirerek
verimli tarımı mümkün kıldılar. Yollar ve kervan konaklama noktaları
(hanlar, kervansarayların atası) oluşturuldu. En önemli buluşlardan biri olan tekerlek,
M.Ö. 3000’lerde Ur Krallığı mezarlarında arabalarla birlikte bulundu.
Denizcilikte de ileriydiler; yelkenli tekneler yaparak Basra
Körfezi’nden Akdeniz’e kadar ticaret ağı kurdular.
Yazı ve Eğitim
İlk yazı, ekonomik
kayıtlar için kullanılan işaretlerden doğdu. M.Ö. 3200’lerde bu sistem çivi
yazısına evrildi. Kil tabletler üzerine yazılan bu yazı, Asurlular,
Babilliler, Hititler ve Persler tarafından da benimsendi. Sümerler yazıyla
birlikte okullar açtılar. Bu, çocukların yazı öğrenip devlet memuru
olabilmesini sağladı. Eğitim kurumlarının ortaya çıkışı, insanlık tarihinde ilk
defa bilginin kurumsallaşması anlamına geliyordu.
Siyaset ve Hukuk
Sümer şehir devletleri
hem dini hem siyasi liderliğin kral-rahip figüründe birleştiği yapılar kurdu.
Bu devletlerde en büyük yeniliklerden biri yazılı hukuk oldu. M.Ö. 2100
civarında derlenen Ur-Nammu Yasaları, tarihin en eski hukuk
belgelerindendir. Evlilik, boşanma, miras, borçlanma ve mülkiyet konularında
düzenlemeler getirdi. Örneğin zina yapan kadına taşlama cezası Sümer’den
Tevrat’a kadar uzanır; İslam’da ise bu hüküm Kur’an’da yer almaz, sonraki
rivayetler ve fıkıh tartışmalarında ele alınmıştır. Kadın-erkek haklarının
dengelenmesi, boşanma ve miras konularında yazılı ilk kurallar bu dönemde
ortaya çıktı.
Bilim
Gökyüzünü gözlemleyerek ay
yılını 12 aya böldüler, artan günleri toplayarak 13. ayı oluşturdular. Bu
sistem, takvim tarihinin başlangıç noktalarından biridir. Altılı sistem
bugün hâlâ saat, dakika, daire ölçülerinde yaşamaktadır. Matematikte çarpım
tabloları, karekök ve geometrik problemler için tabletler kullanıldı. Bazı
tabletlerde Pisagor teoremi benzeri geometrik hesaplar bulunur. Tıpta
bitkisel ilaç reçeteleri hazırladılar. Ancak hastalık tedavisinde sihir ve büyü
de hâlâ önemliydi; bu yönüyle bilim ile mistisizm bir arada yürüyordu.
Edebiyat
Sümerler insanlık
tarihinin ilk büyük edebî birikimini yarattılar. Gılgamış Destanı ilk
kahramanlık destanı olarak, tufan hikâyesiyle Tevrat ve Kur’an’a geçmiş en
önemli anlatıdır. Sümer tabletlerinde yakınma şiirleri, Eyüp kıssasının
öncülleri olarak görülür. Atasözleri ve mitolojik hikâyeler,
gündelik yaşamın ve dini inanışların yazıya yansımasıdır. Sümer edebiyatı,
insanın tanrılarla ilişkisini, ölüm karşısındaki çaresizliğini ve ahlaki
sorgulamalarını yansıtan ilk yazılı miras oldu.
Çığ’ın Yorumu
Çığ’a göre bu katkılar
yalnızca Sümer çağıyla sınırlı kalmamış, İbrahimî dinlere kültürel bir miras
bırakmıştır. Yazı, hukuk, astronomi, takvim, tapınak, kurban, ahiret inancı,
seçilmiş halk anlayışı ve hatta kadın-erkek ilişkileriyle ilgili kurallar
Sümer’den çıkmış; Tevrat, İncil ve Kur’an’da farklı formlarda yeniden
işlenmiştir.
Dini Çerçeve: Ortak
Motifler
Muazzez İlmiye Çığ,
İbrahimî dinlerin temelinde görülen birçok motifin aslında Sümer kökenli
olduğunu söyler. Ona göre insanın çamurdan yaratılması ve tanrısal nefesle can
bulması, Tanrı iradesinin rüya ve vahiy yoluyla bildirilmesi, kurban kültü,
tapınak ritüelleri, kavimlerin gazapla helak edilmesi, seçilmiş halk anlayışı,
hatta yazgının önceden yazılı olduğu levha fikri Sümer diniyle başlar. Aynı
şekilde yedi sayısının kutsallığı, Sümer’de göksel düzenle bağlantılıdır; bu
sayı daha sonra Yahudilikte Şabat, Hristiyanlıkta haftalık düzen, İslam’da yedi
gök ve yedi kapı anlayışı olarak yaşamaya devam etmiştir. Çığ’ın yorumu şudur:
biçim değişmiş, tanrıların çokluğu tek Tanrı inancına dönüşmüş, ama kalıplar ve
imgeler yerinde kalmıştır.
Vaka 1: Hârût-Mârût /
Zühre (Venüs)
Bunun en çarpıcı
örneklerinden biri Hârût-Mârût ve Zühre kıssasıdır. Sümer’de aşk ve bereket
tanrıçası İnanna, Akadlarda İştar adını alarak Venüs gezegeniyle
özdeşleştirilmişti. İnanna mitlerinde sık sık tanrıları ve kahramanları baştan
çıkarır, aşkı karşılığında bilgi ve güç elde ederdi. Bu “kadının cazibesi ile
ilahi sırların açığa çıkması” teması, Babil ve Asur dönemlerinde yıldız
Venüs’ün kişileştirilmiş biçimi olan Zühre’ye dönüştü. Böylece gökte parlayan
sabah ve akşam yıldızı, büyüleyici güzelliğin ve baştan çıkarıcı gücün sembolü
oldu.
Yahudi geleneğinde bu
motif yeni bir biçim kazandı. Tevrat’ın kendisinde Hârût ve Mârût adı yoktur,
fakat Babil sürgünüyle şekillenen Midraş rivayetlerinde anlatı ayrıntılıdır.
Hikâyeye göre melekler Tanrı’ya insanın yaratılışına itiraz eder. Tanrı da iki
meleği sınamak için dünyaya gönderir. Hârût ve Mârût yeryüzüne indiklerinde
olağanüstü güzel bir kadınla karşılaşırlar: Zühre.
Kadın onlara ancak üç
ağır günah karşılığında yaklaşabileceğini söyler: şarap içmeleri, cinayet
işlemeleri ve Tanrı’ya şirk koşmaları. Melekler sonunda bu günahlara düşer,
Zühre’den göğe yükselme duasını öğrenirler. Kadın bu duayı söyleyerek göğe
çıkar ve yıldız olur: Venüs.
Hârût ve Mârût ise
cezalandırılır; Babil’de bir kuyunun içinde baş aşağı asılı kalır, halka büyü
öğretmekle sınanırlar. Bu anlatıda kadının cazibesi, meleklerin düşüşü, büyünün
doğuşu ve göksel dönüşüm zincir halinde birbirine bağlanmıştır.
Kur’an’da ise aynı hikâye
Bakara suresinde çok daha kısaltılmış ve mitolojik ayrıntılardan arındırılmış
biçimde karşımıza çıkar. Babil’de Hârût ve Mârût adında iki meleğin insanlara
sihir öğrettikleri, ama her defasında “Biz imtihan için gönderildik, sakın
inkâra düşmeyin” diyerek uyardıkları anlatılır. Ne Zühre’den söz edilir, ne de
şarap, cinayet ve şirk gibi günah ayrıntılarından. Kıssanın özü sadece şu
mesajda toplanır: büyü bir fitnedir, imtihandır, aldanan kendi zararına
aldanır.
Çığ’ın yorumu bu üç
evreyi bir arada okumaktır. Sümer’de İnanna, Venüs yıldızıyla özdeşleşmiş
baştan çıkarıcı tanrıça olarak ilahi sırları açığa çıkarır. Babil ve Yahudi
rivayetlerinde bu, Zühre adıyla melekleri düşüren bir kadına dönüşür. Kur’an’da
ise aynı kıssa sadeleşerek ahlaki bir uyarı olarak kalır. Mitolojik
motif, farklı dinlerde yeniden biçimlenmiş, fakat kökeni Mezopotamya kültüründe
sabit kalmıştır.
Vaka 2: Kutsal Evlilik
(İnanna ve Dumuzi / Ezgiler Ezgisi ve İbrahim- Saray Anlatıları)
Sümer toplumunun kalbi
tarımdı ve tarımın sürekliliği için en büyük kutsal hedef bereketti. Bu bereket
düşüncesi dinsel bir ritüele dönüştü: “kutsal evlenme”. Aşk tanrıçası İnanna
ile çoban tanrısı Dumuzi’nin birleşmesi, toprakların verimli olması ve
sürülerin çoğalması için şart görülürdü. Bu mitoloji toplumsal bir tören
biçiminde yaşanıyordu. Yeni yıl kutlamalarında kral ile başrahibe, Tanrı ve
Tanrıça’yı temsilen sembolik bir evlilik gerçekleştirir, bu tören şarkılar,
danslar ve metoforik şiirlerle kutlanırdı. Tabletlerde yer alan aşk
ilahilerinde tanrıça sevgilisine “güvey kalbimin sevgilisi, bal tatlısı, beni
yatağa götür” diye seslenir. Açık erotizm burada doğanın bereket döngüsünün
kutsal bir yansımasıdır.
Bu şema daha sonra
Tevrat’ta bambaşka bir biçimde karşımıza çıkar. Süleyman’a atfedilen Ezgiler
Ezgisi bölümünde sevgililerin birbirine söylediği aşk sözleri, üzüm bağları,
baharatlar, bal, şarap ve öpüşler üzerinden aktarılır. Metin doğrudan Tanrı ile
ilişkilendirilmese de Sümer’deki aşk-bereket bağlantısının bir izini taşır.
İlahi aşk ile dünyevi aşk arasındaki sınır kaybolur, şiirsel dille bereket
metaforları sürdürülür.
Bir başka izdüşüm ise
İbrahim ve Saray’ın Mısır’a iniş hikâyesinde görülebilir. Tevrat’ta İbrahim Mısır’a
gider ve karısı Saray’ı “kız kardeşim” diye tanıtır. Firavun Saray’ı kendine eş
olarak alır, Tanrı araya girer, Firavun’un sarayına felaketler gönderir. Bu
olayın sonunda İbrahim’e Saray, mal, sürü ve cariye Hacer verilir. Yani kadın
güzelliği kralların ilgisini çeker, ilahi müdahale olur ve bereket, zenginlik
ve soyun devamı sağlanır. Kumran metinlerinde de benzer bir anlatı vardır;
İslam rivayetlerinde de aynı motif korunur.
Muazzez İlmiye Çığ bu
öykülerin temelinde Sümer’in kutsal evlilik mitini görür. İnanna ile Dumuzi’nin
birleşmesi bolluk ve bereketin kaynağıydı; İbrahim-Saray-Firavun öyküsünde de
benzer bir şema işler: güzel kadın, kralların ilgisi, Tanrı’nın müdahalesi ve
sonunda bereketin yeniden kazanılması. Bu çizgi, aşkın toplumsal düzeyde bir
“kutsal güç” olarak görüldüğünün göstergesidir. Sümer’den Tevrat’a ve İslam
rivayetlerine kadar uzanan bu motif, toplumların doğurganlık ve süreklilik
kaygısını dinsel bir çerçevede dile getirmiştir.
Vaka 3: Tufan Anlatısı
(Ziusudra / Utnapiştim- Nuh)
Sümer mitolojisinin en
güçlü ve en tanıdık öykülerinden biri tufandır. Sümer tabletlerinde tufan,
tanrıların öfkesinin sonucu olarak ortaya çıkar. İnsanlar çoğalıp gürültü
yaptığında Enlil, onları yok etmeye karar verir. Ancak bilgelik tanrısı Enki,
insanlığa acır ve Ziusudra’ya tufanı önceden bildirir. Ona geniş bir gemi
yapmasını, içine ailesini, sanatkârları ve hayvanlardan çiftler almasını
söyler. Tufan altı gün altı gece sürer, sonunda gemi bir dağın tepesine oturur.
Ziusudra dışarı çıkmak için kuşlar salar: güvercin, kırlangıç ve karga. Karga
dönmeyince karanın açıldığını anlar. Kurban sunar, tanrılar kurbanın hoş
kokusunu alınca yatışır. Enlil öfkelidir ama Enki’nin araya girmesiyle
Ziusudra’ya ölümsüzlük bağışlanır ve o “Dilmun” denen uzak, saf ülkeye gönderilir.
Aynı anlatı Akad destanı
Gılgamış’ta da Utnapiştim adıyla yer alır. Gılgamış ölümsüzlüğün sırrını
öğrenmek istediğinde Utnapiştim ona tufanı anlatır. Böylece tufan, Sümer’den
Akadlara, oradan Babil’e aktarılan bir “kültürel hatıra” hâline gelir.
Tevrat’ta tufan, Nuh’un
kıssası olarak yeniden biçimlenmiştir. Rab, insanlığın bozulduğunu görür ve
onları yok etmeye karar verir, ancak Nuh’u ve ailesini seçer. Nuh’a büyük bir
gemi yapmasını emreder; her hayvandan birer çift alır. Yağmur kırk gün kırk gece
yağar, sular yüz elli gün boyunca yeryüzünü kaplar. Gemi Ararat Dağı’na oturur.
Nuh da güvercin salar ve geri dönmemesiyle karanın açıldığını anlar. Tanrı’ya
kurban sunar, Rab hoş kokuyu alır ve bir daha tufan yapmayacağına söz verir.
Bunun işareti olarak gökyüzüne gökkuşağını koyar. Burada Sümer anlatısının
temel yapısı korunmuş, fakat çoktanrılı yapı yerine tek Tanrı’nın iradesi öne
çıkmıştır.
Kur’an’daki tufan kıssası
daha kısa ve semboliktir. Nuh kavmine yıllarca Allah’a kulluk etmelerini
söyler, onlar reddeder. Nuh’a gemi yapması vahyedilir. Her cinsten hayvanlardan
birer çift gemiye alınır. Nuh’un oğlu iman etmez ve “dağa sığınırım” der, ancak
sular onu boğar. Sonunda sular çekilir, gemi Cûdi Dağı’na oturur. Kurban,
gökkuşağı ya da ölümsüzlük motifi yoktur. Anlatının amacı daha çok ahlaki ders
vermektir: inkâr eden helak olur, iman eden kurtulur.
Muazzez İlmiye Çığ bu
benzerliği özellikle vurgular. Ona göre Sümer tufanının bütün yapısal taşları-ilahi
öfke, seçilmiş kurtarıcı, gemi, hayvanlar, dağa oturuş, kuşların salınması,
kurban- daha sonra Tevrat’a ve Kur’an’a farklı biçimlerde taşınmıştır.
Tevrat’taki gökkuşağı ahdi ve Kur’an’daki ahlaki vurgular farklılıklar yaratır,
ama kökeni Mezopotamya’da aranmalıdır. Sümer’in çok sesli tanrı panteonu,
Yahudilik ve İslam’da tek Tanrı’nın mutlak iradesine dönüşmüştür.
Bu tufan anlatısı
insanlık hafızasının ortak arketipidir. Sümer’de tanrıların gazabı ve insanın
kurtuluşu, Tevrat’ta Tanrı ile insan arasında bir ahit, Kur’an’da ise imtihan
ve iman dersine dönüştürülmüştür. Çığ’a göre bu zincir, Sümer’den başlayan bir
kültürel mirasın üç farklı dinsel yorumudur.
Vaka 4: Eyüp’ün
Yakınmaları (Sümer’in Sabır Şiirleri- Eyüp Kitabı- Kur’an’daki Eyüp)
Sümer edebiyatının en
dikkat çekici belgelerinden biri yakınma şiirleridir. Tabletlerde karşımıza
çıkan bu şiirlerde, kendini suçsuz gören bir insan sürekli felaketlerle
karşılaşır. Malı elinden alınır, hastalıklara yakalanır, dostları tarafından
terk edilir. O ise Tanrı’ya “Neden bana bu kadar acı çektiriyorsun?” diye
seslenir. Bu şiirler bir bakıma teolojik sorgulamalardır: İnsan iyi olduğu
halde neden kötülük görür? Çaresiz kalan kişi yine de Tanrı’ya yakarır, sabırla
dua eder. Şiirlerin sonunda Tanrı onun sesini duyar, dertlerini giderir ve ona
bir “koruyucu melek” verir. Yani sabır ve yalvarış, sonunda affa ve rahmete
dönüşür.
Bu tema Tevrat’ta Eyüp
Kitabı’nda güçlü bir dramatik biçim kazanır. Eyüp, çok zengin ve dindar bir
kuldur. Şeytan, onun sadakatinin sadece bolluk içinde yaşamasından
kaynaklandığını öne sürer. Tanrı buna izin verir, Eyüp’ün sınanmasına müsaade
eder. Malı, çocukları ve sağlığı elinden alınır. Eyüp bedeninde yaralarla,
acılarla yaşar. Eşi ona “Tanrı’ya lanet et ve öl” der; dostları da onun mutlaka
günah işlediğini, bu yüzden cezalandırıldığını savunur. Eyüp ise isyanla dua
eder, Tanrı’ya sorular yöneltir. Uzun diyaloglar sonunda Eyüp Tanrı karşısında
aczini kabul eder. Tanrı onu bağışlar, sağlığını geri verir ve önceki
nimetlerinin iki katıyla ödüllendirir. Burada Sümer’deki yakınma şiirlerinin
temel yapısı korunmuş, ancak daha felsefi ve dramatik bir derinlik kazanmıştır.
Kur’an’da Eyüp kıssası
çok daha kısa ve özdür. Enbiya suresinde Eyüp’ün Rabbine “Bana dert dokundu,
Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye yalvardığı anlatılır. Allah onun
duasını kabul eder, ona şifa verir, ailesini ve kaybettiklerini geri bağışlar.
Sad suresinde ise Eyüp’ün sabrı övülür, hastalığıyla sınanmasına rağmen Allah’a
bağlılığını sürdürdüğü belirtilir. Kur’an’daki Eyüp, dramatik ayrıntılardan
arındırılmıştır; sabrın sembolü ve müminler için bir örnektir.
Muazzez İlmiye Çığ bu
kıssanın köklerini Sümer’in yakınma şiirlerine dayandırır. Sümer’de bir adamın
haksız yere cezalandırılması, dostlarının onu suçlaması, Tanrı’ya yönelttiği
isyan ve sonunda gelen ilahi merhamet, Eyüp kıssasının temel iskeletini oluşturur.
Tevrat’ta bu iskelet genişletilmiş, felsefi bir diyalog haline getirilmiş,
Kur’an’da ise sabır ve tevekkül dersi olarak kısaltılmıştır.
Eyüp anlatısı bu yönüyle
insanlık tarihinin en eski sorularından birini gündeme getirir: Neden iyiler
acı çeker? Sümer şairi, Tevrat’ın bilgesi ve İslam peygamberi aynı soruya
farklı yanıtlar verir, ama ortak nokta değişmez: Tanrı’ya sadakat ve sabır,
sonunda kurtuluşun yoludur.
Vaka 5: Adapa’nın
Rüzgârla Mücadelesi ve Miraç Bağı
Sümer efsanelerinde
önemli bir figür olan Adapa, bilgelik tanrısı Enki’nin oğludur. İnsanlığa
uygarlığın armağanlarını getiren bir kahraman olarak tasvir edilir. Bir gün
balık avlarken güney rüzgârını kızdırır ve onun “kanadını kırar”. Rüzgâr esmez
hâle gelir. Bunun üzerine gök tanrısı An, Adapa’yı hesap vermek üzere göğe
çağırır. Enki ona öğüt verir: Tanrıların sunacağı ekmeği ve suyu sakın yeme, bu
bir tuzak olabilir. Adapa öğüde uyar; fakat aslında kendisine ölümsüzlük
sunulmaktadır. Böylece ölümsüzlük fırsatını kaybeder ve insanlar ölümlü kalır.
Bu hikâye hem “doğaya hükmetme” (rüzgârı susturma), hem “göğe yükselme” hem de
“ölümsüzlükten mahrum kalma” temalarını bir arada taşır.
Hristiyanlık’ta bu motif
İsa’nın mucizelerinde yeniden karşımıza çıkar. Matta İncili’nde İsa
havarileriyle birlikte gölde yol alırken büyük bir fırtına çıkar. Havariler
korkuyla onu uyandırır. İsa rüzgâra ve dalgalara seslenir, fırtına diner. Bu
mucize, onun doğa güçleri üzerinde otoritesini gösterir. Adapa’nın rüzgârı
kırması ile İsa’nın fırtınayı susturması arasında doğrudan bir paralellik
kurulur: Tanrısal bilgelik ya da ilahi kudret, rüzgârı durdurma yoluyla ifade
edilir.
İslam geleneğinde bu
motif Miraç anlatısıyla birleşir. Rivayetlere göre Peygamber, Burak adlı bineğe
binerek Mescid-i Aksa’dan göğe yükselir. Yedi kat semada farklı peygamberlerle
görüşür; Sidretü’l-Müntehâ’ya varır ve Tanrı’nın huzuruna çıkar. Burada ümmetine
elli vakit namaz farz kılındığı, Musa’nın tavsiyesiyle bu sayının beşe
indirildiği anlatılır. Miraç, bir peygamberin göğe yükselip Tanrı ile doğrudan
temas kurmasının en güçlü örneğidir.
Muazzez İlmiye Çığ, Adapa
ile İsa ve Muhammed arasındaki bu bağı vurgular. Adapa’nın göğe çağrılması ve
ölümsüzlük ekmeğini reddetmesi, insanın ölümlü yazgısının sembolüdür. İsa’nın
rüzgârı susturması, ilahi kudretin doğa üzerindeki hâkimiyetidir. Muhammed
peygamberin miraç yolculuğu ise insan-Tanrı buluşmasının zirvesidir. Aynı
arketip üç farklı biçimde yeniden yorumlanmıştır: Sümer’de bilgelik ve
kaybedilen ölümsüzlük, Hristiyanlık’ta doğaya hükmeden Mesih, İslam’da göğe
yükselen elçi.
Bu motif, insanoğlunun en
eski arzularını yansıtır: rüzgârı kontrol etmek, göğe çıkmak, ölümsüzlüğe
ulaşmak. Mezopotamya tabletlerinde başlayan bu hayal, Tevrat ve İncil’de yeni
anlamlar kazanmış, Kur’an’da ise peygamberin kutsal yolculuğu olarak yeniden
doğmuştur. Çığ’a göre Sümer mitlerinin İbrahimî dinler içinde nasıl sadeleşip
teolojik bir derse dönüştüğünün en parlak örneklerinden biridir.
Vaka 6: İbrahim, Saray ve
Firavun Anlatısı
Tevrat’ın Tekvin
bölümünde anlatılan hikâyeye göre İbrahim, Kenan ülkesinde kıtlık çıkınca eşi
Saray ile birlikte Mısır’a gider. Karısının güzelliği yüzünden öldürülmekten
korktuğu için onu “kız kardeşim” olarak tanıtır. Firavun Saray’ı almak ister;
fakat Tanrı araya girer, Firavun’un sarayına felaketler gönderir. Gerçeği
anlayan Firavun, Saray’ı geri verir, üstüne İbrahim’e bolca mal, sürü ve cariye
Hacer’i bağışlar. Böylece İbrahim zenginleşmiş ve Hacer aracılığıyla da yeni
bir soy hattı oluşmuştur.
Bu öykü, Kur’an’da
doğrudan yer almaz. Ancak hadislerde ve İslam tarihçilerinde benzer varyantlar
vardır. Rivayetlere göre İbrahim yine karısını “kız kardeşim” diye tanıtır.
Melik ya da Firavun Saray’a yaklaşmak isteyince Allah müdahale eder, hükümdarın
eli ayağı felç olur. Kadına dokunamaz. Bunun üzerine Saray korunur, Hacer ona
cariye olarak verilir. Böylece Hacer’in İbrahim’in hayatına girişi bu anlatıyla
açıklanır.
Kumran yazmalarında da bu
hikâyenin farklı versiyonları görülür. Saray’ın güzelliği, kralların ilgisini
çeker; Tanrı rüyalarla ya da felaketlerle müdahale ederek kadını korur. Farklı
kültürel varyantlarda ayrıntılar değişse de ana kalıp aynıdır: güzel bir kadın
hükümdarın ilgisini çeker, ilahi müdahale olur, sonunda bereket ve zenginlik
ortaya çıkar.
Muazzez İlmiye Çığ, bu
öykünün kökenini yine Sümer’e bağlar. Ona göre İnanna ile Dumuzi’nin kutsal
evlilik törenleri aşkı, ülkenin bolluğunu ve bereketini de temsil ediyordu.
İnanna’nın cazibesi, Dumuzi’nin çoban kimliğiyle birleşince bereketin kaynağı
sayılıyordu. İbrahim-Saray-Firavun anlatısı da bu şemayı sürdürür: kadının
güzelliği hükümdarların dikkatini çeker, Tanrı müdahale ederek onu korur ve
sonunda bolluk ve bereket İbrahim’in hanesine girer. Yani kadının güzelliği,
Tanrı’nın müdahalesi ve bereket döngüsü, Sümer’in kutsal evlilik mitlerinden
Tevrat’a ve İslami rivayetlere taşınan bir kültürel kalıptır.
Çığ’a göre bu tür
kıssalarda ahlaki öğretiler sonradan eklenmiştir; fakat arka planda toplumsal
kaygı aynıdır: soyun devamı, bereketin artışı ve kutsallığın korunması. İbrahim
ve Saray öyküsü de bu anlamda Mezopotamya’nın eski bereket mitlerinin tek tanrılı
dinlerde aldığı yeni biçimlerden biridir.
Vaka 7: Lut ve Sodom-Gomorra
Anlatısı
Tevrat’ta Lut’un
hikâyesi, Tanrı’nın gazabıyla helak edilen şehirler üzerinden aktarılır. Sodom
ve Gomorra halkı ahlaki bozulmaları, özellikle de sapkınlıklarla betimlenir.
Tanrı, bu şehirleri yok etmeye karar verir ve iki melek Lut’un evine gelir.
Şehir halkı, misafir meleklere saldırmak ister; Lut onlara direnir. Bunun
üzerine Tanrı gökten ateş ve kükürt yağdırır, şehirleri yok eder. Lut’un karısı
Tanrı’nın “geriye bakma” emrine rağmen arkasına döner ve tuz direğine dönüşür.
Şehirlerden kurtulan yalnızca Lut ve kızlarıdır. Ancak bu kez yeni bir tabu
işlenir: kızları soyun devamı için babalarını sarhoş edip ondan çocuk sahibi
olurlar. Bu çarpıcı detay, Tevrat’ın Lut anlatısına damgasını vurur.
Kur’an’da Lut kıssası
farklı bir odak taşır. Burada Lut kavmi, “erkeklere şehvetle yaklaşmaları”
nedeniyle uyarılır, fakat uyarıları dikkate almaz. Helak ateş ve taş yağmuru
ile gelir. Lut’un eşi kavmiyle birlikte anılır ve kurtuluşu hak etmez. Ancak
Kur’an’da kızlarla ensest ilişkisi anlatısı yoktur; bu detay tamamen
çıkarılmıştır. Böylece kıssa, ahlaki bir ders ve toplumsal yozlaşmaya karşı
ilahi bir uyarı olarak sadeleştirilmiştir.
Muazzez İlmiye Çığ, bu
hikâyenin de kökeninde Mezopotamya mitlerini görür. Sümer ve Akad tabletlerinde
Tanrıların gazabıyla şehirlerin yok edilişi sık sık işlenmiştir. Şehir
tanrısının gücünü kaybetmesi ya da halkın günahları yüzünden bir kentin helak
olması yaygın bir motiftir. Aynı zamanda, tufanda olduğu gibi, gökten ateş ya
da felaket yağdırılması Mezopotamya kültüründe bilinen bir cezalandırma
biçimidir. Lut’un karısının tuza dönüşmesi motifi, Mezopotamya’da “geriye
bakma” tabusuyla ve kutsalı ihlal edenin taş kesilmesi mitleriyle ilişkilidir.
Tevrat’taki anlatı bu
eski şablonu alır, fakat onu İsrailoğulları’nın ahlaki dünyasına taşır.
Kur’an’da ise kıssa, özellikle kavmin sapkınlığına vurgu yapar ve helakı ilahi
adaletin kaçınılmaz sonucu olarak sunar. Çığ’a göre burada da Mezopotamya’dan
gelen bir felaket miti, farklı dönemlerde farklı toplumsal ve ahlaki anlamlar
kazanarak yeniden biçimlenmiştir.
Bu kıssa Çığ’ın genel
tezine güçlü bir örnek daha sunar: Sümer’de çoktanrılı kozmik cezalandırmalar,
Tevrat’ta Tanrı’nın gazabı, Kur’an’da ise tek Tanrı’nın ahlaki yargısı olarak
sürer. Böylece aynı kültürel motif, farklı inanç sistemlerinin ihtiyaçlarına
göre yeniden yazılır.
Vaka 8: Yaratılış ve
Âdem’in Cennetten Kovuluşu
Sümer mitolojisinin en
eski tabletlerinden biri, yaratılışın başlangıcını sularla açıklar. Her şeyin
kaynağı olan Tanrıça Nammu, sudan gök ve yeri ayırır. Ardından tanrılar özellikle
Enki ve doğum tanrıçaları, çamurdan insanı şekillendirir. İnsanların yaratılma
nedeni tanrıların ağır işlerini üstlenmektir; insan emeğiyle tanrılara hizmet
etsin diye yaratılır. Bu anlatıda insan, doğrudan çamur ve tanrısal nefesin
birleşimidir.
Tevrat’taki Yaratılış
Kitabı aynı şemayı sürdürür. “Rab, adamı topraktan yaptı, burnuna hayat
nefesini üfledi” ifadesi Sümer anlatısını andırır. Ardından Tanrı, Adem’i Aden
bahçesine yerleştirir. Burada yasak meyve motifi devreye girer. Tanrı, iyiyle
kötüyü bilme ağacının meyvesinden yememelerini söyler. Havva Adem’in
kaburgasından yaratılır. Yılan Havva’yı kandırır, yasak meyveden yerler,
gözleri açılır, çıplaklıklarını fark ederler. Bunun üzerine Tanrı onları
bahçeden kovar. Burada Sümer’deki kaburga motifi de dikkat çekicidir: Enki
yasak meyveyi yiyip hastalanınca Tanrıça Ninti onun kaburgasını iyileştirir.
Ninti’nin adı “yaşam” ve “kaburga” anlamına gelir. Bu, Tevrat’taki Havva’nın
kaburgadan yaratılması hikâyesiyle paralellik kurar.
Kur’an’daki yaratılış
anlatısı yine aynı temeli taşır. İnsanın süzme çamurdan, kara balçıktan, pişmiş
balçığa benzer çamurdan yaratıldığı ayetlerde tekrarlanır. Allah insana
ruhundan üfler. Yasak ağaç kıssasında ise Tevrat’tan ayrılır: Kur’an’da Havva
adı geçmez, yılan yoktur. Şeytan doğrudan Adem ve eşini kandırır. Yasak ağaç
“sonsuzluk ağacı” olarak anılır. Meyveden yiyince çıplaklıkları açılır,
yapraklarla örtünürler. Allah onları yeryüzüne gönderir. Böylece Sümer’deki
“tanrılar için hizmetçi yaratılan insan” anlayışı, İbrahimî dinlerde “Tanrı’nın
halifesi olarak yaratılan insan” kavramına dönüşür.
Muazzez İlmiye Çığ bu
paralellikleri özellikle vurgular. Çamurdan yaratılış, nefesle canlanma, yasak
ağaç ve kaburga motifi Sümer’den Tevrat’a, oradan Kur’an’a taşınan bir zincirin
halkalarıdır. Ancak her din, bu motifi kendi teolojik çerçevesine göre yeniden
yorumlamıştır. Sümer’de insan tanrıların hizmetçisi iken, Tevrat’ta Tanrı’nın
suretinde yaratılmıştır, Kur’an’da ise Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi
olmuştur. Yani insanın yaratılışı aynı malzeme ile anlatılır ama anlamı
değişir.
Çığ’a göre Âdem’in
cennetten kovuluşu da Mezopotamya’dan devralınan bir anlatıdır. Dilmun adı
verilen kusursuz diyar, Aden bahçesinin öncülü gibidir. Yasak meyve ve kaburga
ayrıntıları Sümer kaynaklarında bulunur. Tek fark, çoktanrılı yapıdan tek tanrı
inancına geçilirken hikâyenin ahlaki mesajının güçlendirilmesidir. Böylece
insanın yaratılışı ve cennetten kovuluşu, Mezopotamya mitlerinin en kalıcı
miraslarından biri hâline gelmiştir.
Vaka 9: Habil- Kabil
Anlatısı
Sümer tabletlerinde
karşımıza çıkan bir başka hikâye, aşk tanrıçası İnanna ile ilgilidir. İnanna
hem çoban tanrısı Dumuzi’ye hem de çiftçi Enkimdu’ya gönül verir. İki tanrı,
ürünlerini ve armağanlarını överek tanrıçanın sevgisini kazanmak için
yarışırlar. En sonunda İnanna çoban Dumuzi’yi seçer. Burada tarımla
hayvancılığın rekabeti, kardeşler arası kıskançlık gibi bir karşıtlık ortaya
çıkar. Bu anlatı, daha sonra insan figürlerine uyarlanarak ilk cinayet
hikâyesine dönüşecektir.
Tevrat’ta bu motif
Âdem’in oğulları Habil ve Kabil üzerinden anlatılır. Habil çobandır, Kabil ise
çiftçi. İkisi de Tanrı’ya kurban sunar. Tanrı, Habil’in kurbanını kabul eder,
Kabil’inkini reddeder. Kıskançlığa kapılan Kabil kardeşini kıra götürüp
öldürür. Bu insanlık tarihindeki ilk cinayet olarak kutsal metinlerde yerini
alır. Kabil’in suçunun ardından Tanrı onu lanetler; toprağı işlerken verim
alamayacak, yeryüzünde serseri gibi dolaşacaktır. Böylece kıskançlık, cinayet
ve Tanrı’nın yargısı motifi kalıcı bir dini anlatıya dönüşür.
Kur’an’da ise hikâye daha
kısa ve semboliktir. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban sunduğu, birinin kabul
edildiği, diğerinin reddedildiği anlatılır. Reddedilen kardeş ötekini öldürmeye
kalkışır ve cinayet gerçekleşir. Ardından Allah, ona bir karganın toprağı
eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesiyle defin ritüelini
öğretir. Burada kurbanın kabulü-reddi ve kıskançlık motifi Sümer’deki İnanna-Dumuzi-Enkimdu
öyküsünü hatırlatır; defin ritüeli ise Kur’an’a özgü yeni bir katman olarak
eklenir.
Muazzez İlmiye Çığ’a göre
bu anlatı tarım ile hayvancılık arasındaki eski ekonomik ve kültürel
karşıtlığın mitolojik bir yansımasıdır. Sümer’de tanrılar arası rekabet olarak
görülen motif, Tevrat’ta insan kardeşler arasındaki ilk cinayete dönüşmüş,
Kur’an’da ise kıssanın özü korunarak ibret dersi haline getirilmiştir. Böylece
bir tarım-toplum çatışması, insanlık tarihinin evrensel ahlaki derslerinden
birine dönüştürülmüştür.
Çığ’ın yorumuyla Habil-Kabil
anlatısı, Sümer mitlerinden Tevrat ve Kur’an’a uzanan zincirin başka bir
halkasıdır. Kıskançlık ve şiddetin doğuşu insanın içindeki hırsın ve günahın
sembolik kaynağıdır.
Vaka 10: Sayılar, Yedili
Kutsallık ve Kozmik Düzen
Sümer uygarlığında
sayıların özellikle dini anlamı vardı. Yedi sayısı başta olmak üzere bazı
rakamlar kutsal kabul edilirdi. Tabletlerde “yedi tanrı meclisi”, “yedi bilge”,
“yedi kapı” gibi ifadelere sıkça rastlanır. Yeraltı dünyasının da yedi kapısı
olduğuna inanılırdı; İnanna’nın yeraltına iniş mitinde her kapıda giysilerinden
birini bırakması, insanlığın bilinçaltına kazınmış bir ritüel öyküsü gibidir.
Bu yedili düzen mitoloji, takvim ve astronomiye yansımış, gökyüzündeki yedi
gezegen kavramı Sümer gökbiliminde kökleşmiştir.
Tevrat’ta bu sayı
özellikle haftanın yedi günü ve Şabat anlayışıyla yaşamaya devam eder. Tanrı
altı günde evreni yaratmış, yedinci gün dinlenmiştir. Bu düzen İsrailoğulları
için mutlak bir kutsal zaman çerçevesi olmuştur. Yedi, aynı zamanda kutsal
şenliklerin ve arınma ritüellerinin de temel ölçüsü olmuştur.
Kur’an’da yedi sayısı hem
kozmik hem de ahlaki boyutuyla yer alır. “Yedi gök” kavramı defalarca tekrar
edilir, cehennemin yedi kapısı olduğundan söz edilir. Yeminlerde ve ilahi
kudretin vurgusunda da yediye atıf vardır. Bu anlayış, Sümer’in kozmik düzen kavramının
İslam dünyasında metafizik bir simgeye dönüşmüş biçimi olarak yorumlanabilir.
Muazzez İlmiye Çığ’a göre
sayıların kutsallaştırılması, Mezopotamya’nın dini şablonlarından biridir.
Sümer’de göksel gözlemlere dayanan yedi anlayışı, Tevrat’ta kutsal zamanın
ölçüsü, Kur’an’da ise Tanrı kudretinin göstergesi olmuştur. Böylece matematiksel
bir gözlem, dini sembolizme evrilmiş ve üç büyük dinin dokusuna işlemiştir.
Yedi sayısının bu evrimi,
Çığ’ın genel tezini bir kez daha doğrular: Sümer kültüründe doğan kozmik
semboller, sonraki dinlerde farklı anlam katmanları kazanarak yaşamaya devam
etmiştir. Bu süreklilik, eski Mezopotamya’nın tarihsel bir uygarlık olarak modern
inançların derin bir arka planı olduğunu gösterir.
Vaka 11: Ölüm, Ahiret ve
“Levhi Mahfuz”
Sümer inanışında ölüm,
yaşamın doğal ama karanlık bir devamıydı. Ölenler yeraltı dünyasına, “kur”
denen gölgeli bir mekâna giderdi. Orada ruhlar ne cennet ne cehennem gibi
kutuplaşmış bir kader yaşar, yalnızca gölge gibi varlığını sürdürürdü. Eğer
geride kalanlar yiyecek ve içecek sunmazsa ruhlar huzursuz olur, yaşayanlara
musallat olabilirdi. Bu yüzden ölülerin ardı sıra düzenlenen törenlerde yiyecek
sunmak, onların ruhunu yatıştırmanın bir yolu sayılırdı. Aynı zamanda “ölünün
arkasından çok ağlama, ruhunu rahatsız edersin” düşüncesi de Sümer kökenliydi.
Tevrat’ta ölüm sonrası
inanç, “Şeol” adı verilen yeraltı ile anlatılır. Şeol, Sümer’in “kur”una benzer
şekilde gölgeli, belirsiz bir âlemdir. Ancak Yahudi geleneği zamanla Zerdüştlük
etkisiyle cennet, cehennem ve diriliş fikirlerini benimsemiş, Şeol’ün yanı sıra
ilahi yargı fikri de gelişmiştir. “Seçilmiş halk” düşüncesi de burada
belirleyici olur: Tanrı İsrailoğulları’nı ayrı tutar, onlara vahiy verir,
onları ahlaki bir sınavdan geçirir.
Kur’an’da ölüm sonrası
inanç daha keskin çizgilerle işlenir. Cennet ve cehennem, mahşer günü, mizan
(terazi) gibi kavramlar öne çıkar. İnsanların yazgısının önceden yazılı olduğu
“Levhi Mahfuz” anlayışı, Sümer’deki “yazgı levhası” inancıyla paraleldir. Mezopotamya
tanrılarının kararlarının yazıldığı levha, İslam’da Allah’ın ilahi ilminde
korunmuş olan levh-i mahfuz biçimini almıştır. Böylece yazgının önceden kayıtlı
olduğuna dair düşünce, çoktanrılı bir evrenden tek Tanrı’nın mutlak bilgisine
dönüşür.
Muazzez İlmiye Çığ’a göre
Sümerlerin ölüm ve kader anlayışı, hem Tevrat’ın Şeol’ünde hem de Kur’an’ın
cennet-cehennem dengesinde yaşamaya devam etmiştir. Sümer’de ölüm gölgeli bir
yaşamın sürmesi, Tevrat’ta belirsiz bir yeraltı, Kur’an’da ise kesin bir hesap
günü ve ahiret hayatı hâline gelmiştir. Farklılıklar barizdir, fakat kökteki
düşünce aynıdır: insanın yaşamı ölümle bitmez; kaderi, ilahi bir otorite
tarafından belirlenmiştir.
Bu süreklilik, Çığ’ın
iddiasını destekler: Mezopotamya’nın en eski dini kavramları, üç büyük tek
tanrılı dinin çekirdeğinde farklı formlarda hâlâ varlığını sürdürür.
Vaka 12: Lilith ve Kadın-Erkek
Dengesi
Sümer mitolojisinin en
canlı tanrıçalarından biri İnanna’dır; aşkı, savaşçılığı, baştan çıkarıcılığı
ve özgürlüğüyle erkek tanrıların bile sınırlarını zorlar. Onun bu güçlü ve
bağımsız kimliği daha sonraki kültürlerde farklı biçimlere bürünür. Yahudi
geleneğinde bunun yankılarından biri Lilith motifidir. Ortaçağ’a kadar uzanan
midraş ve halk anlatılarına göre Lilith, Adem’le aynı anda, aynı topraktan
yaratılmış ilk kadındır. Ancak Adem’le eşitlik iddiasında bulunur, onun
otoritesine boyun eğmek istemez. Bu nedenle cennetten ayrılır, bir cin veya
şeytani varlığa dönüşür ve erkekleri baştan çıkaran, çocukları tehdit eden bir
figür haline gelir.
Tevrat’ın resmi metninde
Lilith’ten söz edilmez; fakat “vahşi kuş” ya da “gece yaratığı” anlamında geçen
bazı ifadeler sonradan Lilith’le özdeşleştirilmiştir. Yahudi geleneği onu
“itaat etmeyen kadın” imgesiyle Adem’in karşısına koymuş, Havva’yı ise Adem’in
kaburgasından yaratılmış uysal eş olarak yüceltmiştir. Bu karşıtlık kadın
kimliği üzerine köklü bir mitolojik ve ahlaki mesaj taşır.
Kur’an’da Lilith benzeri
bir figür yoktur. Havva’nın adı da geçmez; sadece “Adem’in eşi” olarak anılır.
Kadının şeytana uyması ya da erkekten bağımsız bir kimliği olması gibi vurgular
Kur’an’da yer almaz. Yine de İslam kültüründe kadınların örtünmesi, sınırlanması,
fitne kaynağı olarak görülmesi gibi anlayışların kökeninde Sümer’in İnanna
kültünün ve Yahudilikteki Lilith imgesinin izlerini aramak mümkündür.
Muazzez İlmiye Çığ’a göre
Lilith anlatısı, İnanna’nın bağımsız ve baştan çıkarıcı yönünün bir
versiyonudur. Sümer’de tanrıçanın gücü kutsal sayılırken, Yahudi geleneğinde bu
güç şeytani bir tehdit olarak kodlanmıştır. İslam’da ise tamamen silinmiş, ama
kadınla ilgili düzenlemeler ve “fitne” anlayışı eski korkuların izlerini
taşımaya devam etmiştir.
Lilith’in hikâyesi Çığ’ın
büyük tezi içinde önemli bir örnektir: Kadın figürünün mitolojik temsilleri,
Sümer’in tanrıça kültünden başlayarak Tevrat’ta günahın kaynağına, Kur’an’da
ise ahlaki sınavın tamamlayıcısına dönüştürülür. Kadının yeri, Mezopotamya’dan
gelen bir mirasın farklı kültürlerde farklı biçimlerde yorumlanmasıyla
belirlenmiştir.
Vaka 13: Kurban, İbadet
ve Tapınak Kültü
Sümer dünyasında dinin
merkezinde tapınaklar vardı. Zigguratlar Tanrı’nın evi olarak şehir
ekonomisinin ve siyasal düzenin kalbiydi. Burada tanrılar için kurbanlar
kesilir, tütsüler yakılır, ilahiler söylenirdi. Kurbanın amacı tanrıyı memnun
etmek, öfkesini yatıştırmak ya da sağlık, bereket, günah affı dilemekti. Etin
bir kısmı tanrılara sunulur, geri kalanı insanlar arasında pay edilirdi.
Böylece kurban, hem dini hem toplumsal dayanışmanın bir ritüeli hâline
gelmişti.
Tevrat’ta kurban ibadeti
aynı çizgide sürer. Musa’ya verilen yasalar içinde kurban en geniş yer tutan
konulardan biridir. Günah için, şükran için, adak için çeşitli kurbanlar tarif
edilir. Hayvanların nasıl kesileceği, hangi organlarının Tanrı’ya sunulacağı
ayrıntılarıyla anlatılır. Kurban, Tanrı ile halk arasında bir ahit yenileme
aracıdır. Yine de Tevrat’ta kurbanların amacı tanrıyı yatıştırmakla birlikte ahlaki
bir düzeni pekiştirmektir.
Kur’an’da kurban anlayışı
daha sade ve ahlaki bir çerçevede ele alınır. Hac ibadetinde kurban kesmek
önemlidir, fakat ayetlerde özellikle “Onların ne etleri ne kanları Allah’a
ulaşır, O’na ulaşan sizin takvanızdır” denilerek ibadetin manevi yönü vurgulanır.
Kurban, Sümer’deki gibi tanrıların ihtiyaç duyduğu bir sunu değildir, kulların
imanını gösteren sembolik bir eylemdir. Kur’an ayrıca hayvanların belirli
günlerde kesilmesi, etin fakirlere dağıtılması gibi toplumsal yönlere de dikkat
çeker.
Muazzez İlmiye Çığ’a göre
kurban geleneği, Sümer’den başlayarak Yahudilik ve İslam’a taşınmış bir ritüeldir.
Sümer’de tanrıların öfkesini yatıştıran bir armağan olan kurban, Tevrat’ta
ilahi yasa içinde detaylı bir ibadet, Kur’an’da ise takvanın göstergesi hâline
gelmiştir. Zigguratlardaki tanrı evleri daha sonra sinagog, kilise ve cami
biçiminde yeniden doğmuştur. İlahiler, ilahî metinlere dönüşmüş, tütsüler
yerini dua ve zikir pratiklerine bırakmıştır.
Bu çizgi, dinlerin maddi
ritüellerden manevi öğretilere doğru nasıl evrildiğini de gösterir. Çığ’ın
yorumu, tek tanrılı dinlerdeki ibadet biçimlerinin bile çoktanrılı Sümer’in
ritüel dünyasında köklendiğini ortaya koyar. Kurbanın ardındaki fikir değişmiş
olsa da, kökeninde aynı ihtiyaç vardır: insan ile kutsal olan arasındaki
ilişkiyi canlı tutmak.
Vaka 14: Tek Dil ve Babil
Kulesi
Sümer efsanelerinde,
tanrılar insanların çok gürültü yapıp düzeni bozduğunu düşündüklerinde onların
dilini karıştırır. Başlangıçta tek bir dil vardır, insanlar aynı sözlerle
birbirini anlayabilir. Ancak tanrılar insanların gücünü sınırlamak için farklı
diller yaratır. Bu mit, insanların neden farklı diller konuştuğunu açıklayan en
eski anlatılardan biridir.
Tevrat’ta bu motif “Babil
Kulesi” hikâyesine dönüşür. İnsanlar göğe ulaşmak için bir kule yapmaya karar
verirler. Tanrı onların niyetini görür, “Bunlar tek dil konuştuğu sürece yapmak
istediklerini engellemek imkânsız” der ve dillerini karıştırır. Böylece
birbirini anlayamayan insanlar dünyaya dağılır. Kur’an’da Babil Kulesi doğrudan
geçmez. Çığ’a göre bu mitolojik çekirdek Sümer’de doğmuş, Tevrat’ta ahlaki bir
dersle pekişmiş, Kur’an’da dolaylı biçimde yerini almıştır.
Vaka 15: Meryem’in Mabede
Adanması
Mezopotamya’da çocukların
tanrılara adanması yaygın bir uygulamaydı. Özellikle kıtlık ya da felaket
zamanlarında aileler çocuklarını tapınaklara vererek tanrıların gazabını
yatıştırmaya çalışırdı. Tapınaklarda yetiştirilen bu çocuklar rahip ya da
hizmetkâr olarak görev yapardı.
Tevrat’ta Samuel’in
annesi Hanna, çocuğunu adak olarak mabede verir. İncil’de Meryem’in küçük yaşta
mabede adanması anlatılır. Kur’an’da ise bu motif çok belirgin bir biçimde yer
alır: İmran’ın karısı, karnındaki çocuğu Allah’a adar. Çocuk Meryem doğduğunda
onu mabede teslim eder ve Zekeriya’nın korumasına bırakır. Çığ’a göre bu
gelenek doğrudan Sümer tapınak kültünden alınmış ve hem Yahudilikte hem de
Hristiyanlıkta ve ardından İslam’da sürdürülmüştür.
Vaka 16: Başörtüsü ve
Ziynet Anlayışı
Sümer’de tapınak
rahibeleri özel bir yere sahipti. Bu kadınlar “Tanrı’nın gelinleri” sayılır,
bazı ritüellerde hizmet karşılığı kutsal sayılan birleşmeler yaşanırdı. Bu
rahibelerin başlarını örtmeleri zorunluydu. Örtü hem tanrıya adanmışlık hem de
toplum içinde farklı bir statü işaretiydi.
Yahudilikte kadınların
başlarını örtmeleri bir temizlik ve iffet göstergesi haline geldi.
Hristiyanlıkta Pavlus’un mektuplarında kadınların başlarını örtmesi gerektiği
vurgulanır. Kur’an’da da Nur ve Ahzab surelerinde kadınların ziynetlerini
örtmeleri emredilir. “Ziynet” kavramı kimi yorumlara göre takılar, kimine göre
bedenin özel bölgeleridir. Çığ, bu geleneğin kökeninin Sümer rahibelerinin
örtünme pratiği olduğunu, dinlerin bunu farklı anlamlarla sürdürdüğünü söyler.
Vaka 17: İsa ve
“Tanrı’nın Oğlu” İnancı
Sümer mitolojisinde
tanrılar insanların arasına karışır, onlarla birleşir ve “yarı tanrı” çocuklar
doğar. Bu yarı tanrılar kahramanlıklarıyla tanınır, bazen ilahi güçlere sahip
olurlar. Gılgamış Destanı’ndaki Gılgamış bile tanrıça Ninsun’un oğludur. Yani
“tanrı çocuğu” anlayışı Sümer kültüründe köklüdür.
Hristiyanlıkta İsa’nın
“Tanrı’nın oğlu” olarak tanımlanması bu eski inançların yeni bir biçimi
gibidir. Mucizeler de bu kalıbı destekler: ölüyü diriltmek, çamurdan kuş yapıp
ona can vermek, hastaları iyileştirmek. Çığ, bu mucizelerin Mezopotamya’daki
“tanrısal nefesle hayat verme” motifine dayandığını vurgular. Kur’an ise bu
anlayışı reddeder: Allah’ın çocuk edinmeyeceğini söyler, ama İsa’nın
mucizelerini kabul eder; sadece onların Allah’ın izniyle gerçekleştiğini ekler.
Böylece motif korunur ama teolojik yorumu değişir.
Vaka 18: Kutsal
Kitapların Yazıya Geçirilmesi
Sümer’in en büyük mirası
yazıdır. Çivi yazısı insanlığın ilk kayıt sistemi olarak binlerce yıl boyunca
kullanıldı. Sümer’den Asur’a, Babil’e, Hitit’e ve Pers’e yayıldı. Bu yazı
geleneği olmasaydı kutsal kitapların da yazıya geçirilmesi mümkün olmayacaktı.
Tevrat,
Babil sürgününden sonra farklı geleneklerin bir araya getirilmesiyle yazıya
geçirilmiştir. İnciller, İsa’nın ölümünden onlarca yıl sonra farklı
cemaatler tarafından kaleme alınmış, MS 1-4. yüzyıllar boyunca tedricen
kanonlaşmıştır; Nikaia Konsili (325) doğrudan bir kanon listesi belirlememiş,
süreç sonraki yüzyıllarda tamamlanmıştır. Kur’an ise Hz. Peygamber’in
vefatından sonra Hz. Ebubekir döneminde derlenmeye başlanmış, Hz. Osman
döneminde resmî mushaf haline getirilmiştir. Çığ’a göre bu üç kutsal kitabın
yazıya geçirilmesi, Sümer’in başlattığı “dini hafızayı yazıyla koruma”
geleneğinin bir devamıdır.
Çığ’a göre Sümer’in
mitleri, ritüelleri ve kurumları kendi dönemini ve sonraki üç büyük tek tanrılı
dini de beslemiştir. Yaratılış, tufan, kurban, tapınak kültü, ahiret inancı,
kadın-erkek ilişkileri, başörtüsü, kutsal sayı ve yazgı levhası gibi temalar
Sümer’de doğmuş, Tevrat’ta genişletilmiş, Kur’an’da sadeleştirilmiş
biçimleriyle yaşamaya devam etmiştir. Muazzez İlmiye Çığ’ın tezi tam olarak
budur: kutsal kitaplarda gördüğümüz birçok motif, Mezopotamya’nın çok daha eski
mitolojik hazinesinden süzülerek bize ulaşmıştır.
Sümer’den Tevrat ve
Kur’an’a Uzanan Mitolojik Miras
Muazzez İlmiye Çığ’ın
temel tezi şudur: İbrahimî dinlerin kutsal kitaplarında gördüğümüz birçok
motif, Mezopotamya’nın en eski uygarlığı olan Sümer’in inançlarından süzülerek
bize ulaşmıştır. Sümer, yazıyı icat eden, yasaları kayda geçiren, ilk edebi metinleri
yazan toplumdur; bu nedenle kendi çağını ve sonraki tüm uygarlıkları besleyen
bir “ilk kaynak” konumundadır.
Sümer tabletlerinde
gördüğümüz yaratılış hikâyesi, tufan anlatısı, çamurdan insanın yaratılması ve
tanrısal nefesle can bulması, yasak ağaç ve kaburga motifi, kardeş kıskançlığı
ve ilk cinayet, felaketlerle helak edilen kavimler, yedi sayısının kutsallığı,
ölüm sonrası gölgeli hayat ve yazgı levhası, hepsi Tevrat ve Kur’an’da farklı
biçimlerde yeniden karşımıza çıkar. Sümer’in İnanna-Dumuzi kutsal evliliği,
Tevrat’ın Ezgiler Ezgisi’ne ve İbrahim-Saray-Firavun öyküsüne; Sümer’in
Ziusudra tufanı, Tevrat’ın Nuh kıssasına ve Kur’an’ın Nuh suresine; Sümer’in
yakınma şiirleri, Eyüp Kitabı’na ve Kur’an’daki Eyüp ayetlerine dönüşür.
Yahudi ve Hristiyan
geleneği, Sümer’den devralınan bu motifleri kendi teolojik ihtiyaçlarına göre
yeniden şekillendirir: Şeol, cennet ve cehenneme; İnanna’nın bağımsızlığı
Lilith’in lanetine; çoktanrılı yazgı levhası, Tanrı’nın levh-i mahfuzuna
dönüşür. İslam’da ise aynı kalıplar büyük ölçüde korunur ama mitolojik
ayrıntılardan arındırılır. Kur’an, kıssaları daha kısa, özlü ve ahlaki ders
niteliğinde aktarır. Hârût-Mârût kıssasında Zühre’nin çıkarılması, tufan
hikâyesinde gökkuşağının olmaması, Âdem’in hikâyesinde yılanın yer almaması bu
sadeleşmenin en çarpıcı örnekleridir.
Çığ’ın vurguladığı bir
diğer nokta yazıdır. Sümer’in kil tabletlere kazıdığı efsaneler, insanlığın
ortak belleğini başlatmıştır. Tevrat’ın Babil sürgününden sonra derlenmesi,
İncil’in farklı cemaatlerce yazılması, Kur’an’ın Mushaf hâline getirilmesi, hep
bu Sümer’in açtığı yazılı kültür geleneğinin devamıdır.
Sümer’in çoktanrılı mit
dünyası, tek tanrılı dinlerde yeni anlamlarla yeniden doğmuştur. Kalıplar-yaratılış,
tufan, kurban, tapınak, vahiy, helak, seçilmiş halk, yedi sayısı, yazgı levhası-
aynıdır; ama içerik Tanrı’nın tekliği ve ahlaki düzen vurgusuyla değişmiştir.
Çığ’ın çalışması bu
açıdan hem arkeolojik hem de filolojik bir araştırma olarak değerlidir; kutsal
metinlerin tarihsel arka planını aydınlatmaya çalışır. Onun yaklaşımı dinlerin
kaynağını tartışmak değildir, kültürler arasındaki etkileşimi göstermektir. Müslüman
inancına göre Kur’an Allah’ın vahyidir; Çığ’ın vurgusu kıssaların tarihsel
bağlamını ortaya koymaktır. Böylece Kur’an’daki kıssalar bir yandan hak ile
batılı ayıran ölçü olarak önceki anlatıları tashih eder ve son şeklini verir,
diğer yandan insanlığın ortak hafızasına temas eden tarihsel bir bağlam içinde
de okunabilir.