Bu eski Türk atasözü, insanla doğa arasındaki ince dengeyi, bilginin karşılıklı niteliğini ve hayatın içindeki sezgisel mücadeleyi anlatır. “Al bilmek” ifadesi burada “hile, tuzak, oyun bilmek” anlamındadır; yani avcı ne kadar hileye başvurursa, geyik de o kadar kaçmayı bilir. Bu söz, Türkçenin doğayı gözlemleyen ve insan davranışlarını onun yasalarıyla açıklayan düşünce biçiminin dildeki yansımasıdır. Türkçede “al” sözcüğü tarih boyunca birden fazla anlama sahip olmuştur. Üç ayrı kökten gelir: biri “almak” fiili, diğeri “kırmızı” rengi, üçüncüsü ise “hile, tuzak, düzen” anlamındaki eski bir sözcüktür.
Eski Türk ve Altay inanç sistemlerinde “Al karısı” (bazı bölgelerde “Al kızı” olarak da bilinir) adı verilen ürkütücü bir mitolojik varlık vardır. Bu varlık, özellikle loğusa kadınlara ve yeni doğan bebeklere musallat olduğuna inanılan, kötücül bir dişi ruhtur. Doğumdan sonraki hassas dönemde, kadının bedeni ve ruhu savunmasız sayılır; al karısı da bu zayıflık anından yararlanarak yaklaşır.
Efsanelere göre Al karısı geceleri görünmeden gelir, kadının ya da bebeğin ciğerini söküp alır, bazen de kanını emer. Uzun saçları, kandan kırmızı giysileri ve pençe gibi tırnaklarıyla tanımlanır. Bu yüzden Türk halk kültüründe “al basması” denen olay, aslında Al karısının kadına musallat olma hâlidir. Kimi inanışlarda bu kötü ruh, kanla beslendiği için “al” (kırmızı) renginden türemiş kabul edilir; kimi anlatılarda ise insanlara sinsice yaklaşan hilekâr bir varlık olarak “al”ın hile, tuzak, aldatma anlamını taşır.
Şamanist kökenli bu inanışta Al karısı yalnızca bir korku figürü değildir; aynı zamanda doğum, ölüm ve yeniden doğuş döngüsünün sembolüdür. Kadın doğururken hayatla ölüm arasındaki ince çizgide durur. Al karısı, hem doğanın karanlık yüzünü hem de insanın bilinçaltındaki korkularını temsil eder. Onun sinsice yaklaşması, tıpkı “al” kelimesinin taşıdığı gizli tehlike anlamı gibidir, fark edilmeden yaklaşır, hileyle zarar verir.