22 Temmuz 2025 Salı

Modern Amerika’nın Karanlık Hikâyesi: 1883 Dizisinde İnsan Olmak

Modern Amerika’nın Karanlık Hikâyesi: 1883 Dizisinde İnsan Olmak

1883 dizisinin anlattığı dönem gerçekten hem tarihsel hem de insani açıdan çok çarpıcı bir geçiş sürecidir. O dönemde Amerika’nın batısına doğru göç eden insanlar arasında adalet, hukuk ve insan hakları gibi kavramlar henüz sistematikleşmemiştir. Bu da insan ilişkilerinin oldukça ilkel, hatta vahşi biçimlerde seyretmesine neden olur. Topluluklar kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışır; bu durum sıklıkla şiddeti, linç kültürünü, kadınların korunmasızlığını ve yerli halkların maruz kaldığı büyük trajedileri doğurur.

Bugünden bakıldığında elbette ''ne kadar ilkelmişler'' diyebiliriz ama 1883’teki göç hikâyesi, modern Amerikan kimliğinin temellerini atan bir dönemi anlatır. Toprağın zorla alındığı, beyaz adamın kendisini medeniyetin tek taşıyıcısı saydığı bir dönemdeyiz. Bugünün Amerika’sı, üstü örtülmüş ama derinlerde hâlâ sızlayan bu travmalarla var olmuştur.

Aradan sadece 150 yıl geçti. Tarihsel açıdan göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre. İnsan ömrüne vurduğumuzda yalnızca üç kuşak. Bugün işlemesini olağan saydığımız adalet sistemi, aslında geçmişin düzensizliğine karşı geliştirilen geç bir refleksin ürünüdür; kurumsallaşmıştır ama izlerinden tamamen arınmış değildir.

Dutton Ailesi Neden Göç Ediyor?

James Dutton ve ailesinin Teksas’tan kuzeybatıya, yani Montana’ya doğru göç etmesinin birkaç önemli sebebi var: Toprak açısından bakıldığında Teksas’ın güney bölgeleri çok daha sıcak, kurak ve hastalıkların (özellikle sıtma gibi) yoğun olduğu alanlardı. Aynı zamanda Meksika sınırına yakınlık nedeniyle politik ve askeri anlamda da tehlikeliydi. Bu nedenle 1800'lerin sonlarına doğru birçok aile, ''yeni ve el değmemiş'' topraklar arayışıyla kuzeye doğru yöneldi. Montana gibi bölgeler hem iklim olarak daha yumuşaktı (özellikle yaz aylarında), hem de Amerikan hükümeti tarafından ''yerleşime açılmış'' topraklar olarak görülüyordu.

Teksas o dönemde haydutlar, kabile savaşları, toprak anlaşmazlıkları ve kontrolsüzlükle doluydu. Dutton ailesi gibi insanlar, çocuklarına daha güvenli ve umut dolu bir gelecek sağlamak istiyordu. Montana, insanlara yeniden başlama ihtimali sunuyordu. Özellikle Yellowstone dizisiyle birleşen anlatıda, bu göç aynı zamanda Dutton ailesinin kendi soylarını kurma, bir miras bırakma arzusunu da taşır.

Medeniyetin kıyısındaki çürümüş düzenden, yeni bir düzen kurma arzusuna doğru yola çıkarlar. Bu yolculuk, çok büyük bedellerle yapılır. Elsa’nın anlatımıyla da bu bedel, hem fiziki hem ruhsal bir yıkımı simgeler. Adaletin, hukukun ve temel insan haklarının olmadığı bir ortamda insanlar yalnızca hayatta kalmaya çalışırlar. 1883 dizisi, bu çırpınışı şiirsel ama çarpıcı şekilde anlatır. Bugünkü Amerika’nın kurumsallığı ile o dönemin ilkelciliği arasındaki fark ise sadece bir görünüm meselesi olabilir. Çünkü her medeniyetin temeli, bir başka medeniyetin yıkıntısıdır. Adalet dediğimiz şey de, çoğu zaman kazananın yazdığı düzendir.

Yedi Nesil Sonra Geri Alacağız Sözü

1883 dizisinin o unutulmaz sahnesinde James Dutton, ağır yaralanmış kızı Elsa’yı kurtarabilmek için Kızılderili bir kabileye sığınır. Kabile şefi onlara hem merhamet eder -James'in kızını mümkün olduğunca tedavi eder- ve hem de uyarır.

''Şimdilik bu toprakları alabilirsiniz. Ama yedi nesil sonra biz onları sizden geri alacağız.''

Bu söz, tehditvari bir ifade değildir aslında; Kızılderili dünya görüşünün zaman, mülkiyet ve adalet anlayışını içeren bir tarihsel göndermedir.

Yedi Nesil Öğretisi 

Bu sözün kökeni, özellikle Kuzey Amerika yerli halklarından Irokualar Konfederasyonu’na ait bir öğretiye dayanır. Bu öğretiye göre, bir lider ya da toplum herhangi bir karar alırken yalnızca bugünü değil, gelecek yedi kuşağı da düşünerek hareket etmelidir.

Bu, modern anlamda bir sürdürülebilirlik anlayışıdır. Doğayla, toprakla ve diğer halklarla ilişkilerde kısa vadeli kâr veya kazanç değil, uzun vadeli denge esas alınmalıdır. Dizideki söz ise bu öğretinin başka bir yansımasıdır: Bugün siz alın, ama biz unutmayız. Zaman bizim tarafımızda.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş sürecinde, Kızılderili toprakları çeşitli antlaşmalar, zorla göç ettirme politikaları ve fiziksel şiddetle el değiştirmiştir. Ancak birçok yerli topluluk bu toprakları hiçbir zaman gerçek anlamda terk ettiklerini kabul etmemiştir. Onlar için toprak kutsal bir varlıktır; ataların ruhlarının yaşadığı doğayla uyumun merkezidir. Bu bağlamda, geri alacağız sözü bir savaş çağrısından çok, kültürel ve tarihsel bir hak iddiasıdır.

James Dutton, bu söze karşı çıkmaz. Çünkü o anda derdi yalnızca kızının hayatını kurtarmaktır. Yedi nesil sonra ifadesi onun zihninde çok uzak, belki de soyut bir gelecek anlamına gelir. Bu nedenle ''Yedi nesil sonra alırsınız'' diye karşılık verir.  Ama bu, aynı zamanda batılı göçmen zihniyetinin bir göstergesidir: Bugün kazanayım, gelecek zaten Tanrı'nın bileceği bir şeydir.

Oysa yerli şef için zaman da toprak kadar kutsaldır. O, toprak ömrünü temel alan bir adalet duygusuyla konuşur. 

1883 dizisindeki bu sahne, iki uygarlık anlayışının çarpıştığı bir andır. James Dutton’un zihni, göç ve kurtuluş odaklıdır. Kızılderili şefin bakışı ise zamanın ötesinde, kuşaklar arası bir adalet duygusuna yaslanır.

Şimdilik topraklarımızı alabilirsiniz, ama yedi nesil sonra geri alacağız, demek, unutulmayacak bir hafızayı, iyileşmeye açık bir geleceği ve toprağın asla tamamen sahiplenilemeyeceği bir hakikati dile getirir.

1883 Dizisi: Amerikan Rüyasının Acımasız Köklerine Yolculuk / Vahşi Batı




 1883 Dizisi: Amerikan Rüyasının Acımasız Köklerine Yolculuk/ Vahşi Batı

1883, Taylor Sheridan tarafından yaratılan ve Yellowstone evrenine öncülük eden etkileyici bir Amerikan televizyon dizisidir. Hikâye Amerikan göç mitinin, hayatta kalma arzusunun ve bireysel trajedilerin şiirsel ve sert anlatımıdır. Dutton ailesinin Amerika’nın güneyinden kuzeybatısına uzanan, ölümle umut arasında salınan yıkıcı göçünü merkezine alır. Teksas’tan Montana’ya doğru uzanan bu yolculuk, inanç, kimlik ve kayıplarla örülü varoluşsal bir arayıştır.

Bu arayışın sesi ise genç bir kızın, Elsa Dutton’un gözlerinden yansır. Elsa, hikâyenin merkezinde bir karakterdir ve bizzat anlatıcıdır. Onun sesi, bu yolculuğun şiiridir: tozlu yolların, göçmenlerin hayallerinin, ilk aşkın ve ilk ölümün çığlığıdır. Amerika’nın özgürlük fikrini yüreğinde romantize eden Elsa, bu fikrin kanla, yorgunlukla ve hayal kırıklığıyla yoğrulduğunu adım adım keşfeder. Dizi, genç bir zihnin dünyayı tanıma serüveni üzerinden, bir ulusun geçmişine ışık tutar.

Karakterler, Elsa'nın gözlemlediği çoğunlukla hüzünlü kahramanlardır. Ailesini kaybetmiş, hayata küsmüş ama sorumluluk duygusunu yitirmemiş bir rehber olan Shea Brennan yolculuğun karanlık vicdanıdır. Ailesini batıya taşıma kararı alan eski Konfedere subayı James Dutton, geçmişin hüzünlü dünyasından çıkmaya çalışan bir babadır. Onun cesur ve dirayetli eşi Margaret, kadınlığın ve anneliğin yükünü sırtlamış, zorlu koşullara karşı direnen bir figürdür. Ama tüm bu karakterleri birbirine bağlayan, onları anlamlandıran Elsa’nın şiirsel anlatımıdır; hayatla ölümün eşiklerini aşan bir tanığın şiiri.

Dizi, prodüksiyon kalitesiyle etkileyicidir. Geniş bozkırlar, dönemin ruhunu taşıyan kıyafetler ve detaylı sanat yönetimi, anlatıya tarihsel bir doku kazandırır. Her bölüm, temposu ve dramatik yoğunluğuyla modern western anlayışının güçlü bir örneğini sunar. Ancak 1883, yalnızca vahşi batıyı anlatmaz; idealize edilen Amerika anlatısını da sorgular. Göçmenlerin umutları, yerli halkla kurulan temaslar, doğanın merhametsizliği ve medeniyetin inşasına ödenen bedel; Elsa’nın zihninde şekillenen duyarlı bir bilinçle yansıtılır. Özellikle Elsa karakteri üzerinden ilerleyen hikâye, gençliğin umutları ile dünyanın katılığı arasında büyüyen bir varoluş çatışmasını görünür kılar. Elsa’nın sesi, yeryüzünde yürüyen her idealin, gökyüzünde yitip giden bir hayale dönüşme ihtimalini hatırlatır.

Sonuç olarak 1883, yalnızca bir göç hikâyesinden çok, bir genç kızın gözlerinden Amerikan kimliğinin doğuş sancılarını kavramaya çalışan bir anlatıdır. Bu yönüyle dizi, western türüne ilgi duyanların ötesinde, tarihsel derinlik ve duygusal içgörü arayan izleyicilere hitap eden nadir yapıtlardan biridir.

Not: Western, edebiyat, sinema ve televizyon dünyasında özellikle 19. yüzyıl Amerikan Batısını (Vahşi Batı) konu alan bir türdür. Adını İngilizcede batı anlamına gelen west kelimesinden alır. Genellikle kovboylar, göçmenler, Kızılderililer (yerli halk), kanun kaçakları, şerifler, atlılar, silah düelloları, tozlu kasabalar ve sert doğa koşulları gibi ögeler içerir.

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Kaos’tan Umuda: Tanrıların, Devlerin ve İnsanların Doğuşu / Yunan Mitolojisi

Kaos’tan Umuda: Tanrıların, Devlerin ve İnsanların Doğuşu

Her şeyin başlangıcında ne tanrılar vardı ne de insanlar; ne gökyüzü vardı ne de deniz... Varlık, henüz bir biçim kazanmamıştı. Sadece sonsuz, karanlık, sessiz bir boşluk vardı: Kaos.

Kaos, bir hiçliğin kendisiydi. Ne zaman ki içinden ilk varlıklar filizlendi, evren şekillenmeye başladı. Bu ilk varlıklardan biri Gaia idi, yani Toprak Ana. Gaia kendiliğinden doğdu; bereketli, doğurgan, sabırlı ve güçlüydü. Ardından Tartaros geldi, karanlıklar altı karanlık, dünyanın en derin çukuru. Eros ise onları takip etti; o, yalnızca aşkın değil, aynı zamanda yaratımın, varlıkların birbirine yönelmesinin gücüydü. Onları Erebus (zifiri karanlık) ve Nyx (gece) izledi; geceyle karanlık sarmaş dolaş oldu.

Gaia'nın yüreği bir boşluğu hissetti; göğünü özledi. İçinden Uranos’u, yani gökyüzünü doğurdu. Uranos, Gaia’yı sardı; gökyüzü ve toprak artık birbirine kavuşmuştu. Bu kutsal birleşmeden varlıklar doğmaya başladı: Önce devasa, kudretli Titanlar; sonra tek gözlü Kikloplar ve yüz kollu, elli başlı, korkunç Hekatonkheirler.

Fakat Uranos, doğan bu devlerden korktu. Onları çirkin, ürkütücü ve tehditkâr buldu. Bu yüzden Gaia'nın rahmine hapsetti onları. Gaia, kendi çocuklarına duyduğu sevgiyle öfke arasında sıkıştı. En sonunda öfke galip geldi. En küçük oğlu Kronos’u çağırdı ve ona bir orak verdi. Kronos, annesinin cesaretiyle gökyüzüne yükseldi ve babası Uranos’u hadım etti. Bu, tanrıların kaderini değiştiren ilk devrimdi.

Uranos’un kanı toprağa düştü. O kanlardan Erinyeler (intikam tanrıçaları), Gigantlar (dev savaşçılar) ve Meliai (ağaç perileri) doğdu. Denize düşen erkeklik uzvundan ise köpükler yükseldi ve içlerinden Afrodit doğdu; aşkın, güzelliğin ve arzunun tanrıçası.

Kronos göğün efendisi olmuştu. Kız kardeşi Rhea ile evlendi ve yeni bir neslin babası oldu: Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon ve en son olarak Zeus. Ama Kronos’un kalbine babasının laneti sinmişti. Kehanet, onun da kendi çocuklarından biri tarafından tahttan indirileceğini söylüyordu. Bu yüzden her doğan çocuğunu yuttu. Rhea, bu korkunç döngüye son vermeye karar verdi. Son oğlu Zeus’u gizlice Girit adasında sakladı; Kronos’a ise kundaklanmış bir taş vererek onu kandırdı.

Zeus büyüdü. Güçlendi. Babasına baş kaldırdı. Bir iksirle Kronos’un yuttuğu kardeşlerini kusturdu. Artık Olimpos’un genç tanrıları özgürdü. Fakat tahtı almak kolay değildi. Titanlarla tanrılar arasında Titanomachia adlı on yıl süren destansı bir savaş başladı. Evren, iki kudretli neslin çarpışmasıyla sarsıldı. Zeus, Kiklopları serbest bıraktı; onlar ona şimşeği, Poseidon’a üç dişli yabayı, Hades’e görünmezlik miğferini verdiler.

Savaşın sonunda zafer Zeus’un oldu. Titanlar Tartaros’a zincirlerle bağlandı. Böylece Olimpos Tanrıları dönemi başladı. Tanrılar, artık evrenin düzenini kuracaktı.

Zeus göklerin hakimi oldu. Poseidon denizleri aldı, Hades ise yeraltını. Hera evliliğin, Demeter toprağın, Hestia ise ev ocağının tanrıçası oldu. Sonraki nesilde Athena zekâyı, Apollon güneşi ve kehaneti, Artemis ayı ve doğayı, Ares savaşı, Afrodit aşkı, Hermes yolculukları ve hırsızlığı, Hephaistos ise ateşi ve demirciliği simgeledi.

Tanrılar arasında tutkular, kıskançlıklar, aşk ve ihanet eksik olmadı. Ama bir gün sıra insanlara geldi. Prometheus, çamurdan insanı yarattı. Onlar için Tanrılar Dağı’ndan ateşi çaldı. Zeus buna çok öfkelendi. Prometheus’u Kafkas Dağları’na zincirledi. Her gün bir kartal, onun karaciğerini yedi; karaciğeri her gece yeniden büyüdü.

Zeus, insanlara bir ceza daha hazırladı. Kadın güzelliğinde yaratılmış bir tuzaktı bu: Pandora. Ona bir kutu verildi ama o kutunun içindekilerden habersizdi. Kutuyu açtığında hastalık, acı, kıskançlık ve ölüm yeryüzüne yayıldı. Kutunun dibinde ise sadece bir şey kalmıştı: Umut

Böylece tanrıların, devlerin ve insanların efsanesi başlamış oldu. Ve o gün bugündür, insanlar hem tanrılarla hem de kendi içlerindeki karanlıkla savaşarak yaşamaya devam ediyor.

Eski Türk Kültüründe Demir Kazık Anlayışı: Mitolojik, Siyasi ve Şehircilik Boyutları

 Eski Türk Kültüründe Demir Kazık Anlayışı: Mitolojik, Siyasi ve Şehircilik Boyutları

Demir Kazık Nedir?

Demir kazık, eski Türk inanç sistemine göre göğü yere bağlayan, evrenin merkezini simgeleyen ve bir topluluğun ya da devletin düzenini kuran kutsal bir nesnedir. Eski Türklerde kut inancıyla birlikte ortaya çıkan bu anlayış, hakanın ya da kağanın yeryüzündeki hâkimiyetinin Tanrı tarafından onaylandığını simgeler. Devletin ya da obanın kurulduğu yer, demir kazığın çakıldığı yerdir ve bu nokta, kozmik düzenin başladığı merkezdir.

Mitolojik Arka Planı

Göksel bağlantı: Demir kazık, gök ile yer arasında bir tür eksen (axis mundi) görevi görür. Bu anlayış Şamanizm'de de görülür; şamanlar göğe yolculuklarında dünyanın merkezine dikilmiş bu kutsal sütunu tırmanırlar.

Evrenin direği: Evrenin üç katmanlı yapısı (yer altı - yer yüzü - gök) arasında bir bağ kurar. Kazığın yeri sabittir ve bu nokta evrenin düzeninin başladığı yerdir.

Kağanın otoritesi: Demir kazığın çakıldığı yer, kağanın otağının ve merkez sarayının kurulduğu yerdir. Böylece fiziksel şehir planlaması da bu kutsal merkez etrafında gelişir.

Türk şehirlerinin merkezinde bulunan yığma tepe veya yükseltiler, bu demir kazık anlayışına benzetilir. Şehir planı kare biçimindedir ve dört yönü simgeler. Merkezdeki yükselti ise kağanın otağı veya kutlu merkezdir; bu da yine demir kazığın yerini çağrıştırır.

Siyasi hâkimiyetin sembolüdür: Hakanın egemenliğini Tanrı’dan aldığına inanılır ve bu egemenliğin yeryüzündeki temsili, demir kazık ile sabitlenmiştir. Devlet kurma ritüellerinde geçer: Yeni bir yurt kurulduğunda veya göç edilen yeni bir mekânda kazık çakma ritüeli yapılır. Bu, hem fiziksel hem metafizik bir sabitlemedir.

Örnek: Uygurların kurduğu Ordu-Balık, hem saray (ordu) hem şehir (balık) anlamlarını taşır. Bu şehirlerin merkezinde kurulan kutlu alan demir kazığın fiziksel izdüşümüdür.

Yani şehircilikte demir kazık, merkeziyetçi planlama ile göğe yönelme arzusunun mimari karşılığı hâline gelir.

Demir kazık, siyasi ve kutsal otoritenin temelini oluşturur. Eski Türklerde hükümdarlık yetkisi Tanrı’dan gelir. Bu yetkiye kut denir. Devlet nerede kurulacaksa, oraya kazık çakılır. Otağ, oraya kurulur. Yeni bir boy göç ettiğinde ya da yeni bir bey ortaya çıktığında kazık çakmak, egemenlik ilanıdır.

Törenle çakılan bu kazık: Yeri göğe bağlar, boyu toprağa bağlar, hakanı Tanrı’ya bağlar. Yani bu bir tür siyasi mihenk taşıdır.

Demir kazık kavramı, Orta Asya'dan Anadolu'ya taşınan şehircilik, yönetsel gelenek ve kozmolojik dünya görüşünün merkezi unsurudur. Yerleşim düzeninden devlet anlayışına, yön tayininden kutsallık tahayyülüne kadar çok katmanlı bir semboldür.

20 Temmuz 2025 Pazar

Atlar gemi azıya aldı

Atlar gemi azıya aldı deyimi, bir kişinin ya da olayın kontrol edilemez hâle geldiğini ifade eder. Gem, ata yön vermek için ağzına takılan metal parçadır ve normalde atın dişsiz bölgesine yerleştirilerek kontrol sağlanır. Ancak bazen at, bu gemi dişlerinin arasına alarak ya da konumunu bozarak onun etkisini yok eder; bu duruma ''gemi azıya almak'' denir. Artık at dizgin dinlemez, kendi bildiğine koşar. Bu fiziksel duruma dayanan deyim, zamanla mecazlaşmış; kontrol kaybı, iradesizlik ya da taşkınlık ifade eden güçlü bir söz kalıbına dönüşmüştür.

Yunan Filmi: Bir Hallig’de Varoluşun Gelgitleri

 

metin, giyim, poster, insan yüzü içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

Yunan Filmi: Bir Hallig’de Varoluşun Gelgitleri

Yönetmen: Ameer Fakher Eldin
Başrol: Georges Khabbaz (Munir), Hanna Schygulla, Ali Süleyman, Sibel Kekilli

Almanya’da sürgünde yaşayan bir Suriyeli yazar olan Munir, hem kişisel hem de entelektüel bir tükenmişlik içindedir. Annesi demans hastasıdır, kız kardeşiyle ve annesiyle yalnızca internet üzerinden görüşebilir, yazma üretkenliğini yitirdiği için de giderek içine kapanır. İntihar etmek amacıyla Kuzey Denizi’nde sularla çevrili bir adaya gider. Görünüşte bir ada olan bu yer, teknik olarak bir Hallig’tir; yani gelgitler tarafından sürekli biçimlenen bir kara parçasıdır. Langeneß, Almanya’nın kuzeyindeki Hallig’lerden biridir. Sık sık sular altında kalan, izole, geçici bir kara parçasıdır. Tıpkı Munir’in kendi iç dünyası gibi: bir var, bir yok. Adada, yaşlı bir dul kadın, huysuz oğlu ve birkaç sakinle karşılaşır. Ancak Munir’in zihnini asıl meşgul eden şey, çocukluğunda annesinden dinlediği bir çoban ve karısının hikâyesidir. O hikâye, Munir’in belleğinde yeniden yazılırken, çobanın sessizliği, kadının sevgisi ve doğayla mücadeleleri onun kendi metaforuna dönüşür.

Yanında taşıdığı silahla karanlık bir kararın eşiğindeyken, adanın suların yükselmesiyle sınanan doğası, yabancı insanların içten misafirperverliği ve geçmişin yarı masalsı yankıları Munir’de yeni bir soruyu filizlendirir: Yok olmayı mı istiyorum, yoksa hikâyenin sonunda görünür olmayı mı?"

Hallig Langeneß

Yönetmen Ameer Fakher Eldin, filmin çekimlerini gerçek bir Hallig olan Langeneß’te gerçekleştirmiş. Bu yer, gelgitlerle sular altında kalır, sonra yeniden ortaya çıkar. Tam da bu döngü, Munir’in psikolojisiyle örtüşür. Fırtına yaklaşırken evlerin etrafını çevreleyen su, Munir’in içindeki karanlığın somut bir temsiline dönüşür. Ancak film, klasik bir doğa karşısında insan anlatısından çok daha fazlasıdır: burada doğa, yok edici değildir, dönüştürücüdür.

Replikler ve İç Diyalog

Munir’in zihninde canlandırdığı çoban hikâyesinde geçen şu söz, hem filmin hem de karakterin içsel çöküşünü simgeler: ''Konuşamıyordu, ne burnu, ne kulağı ne de dili vardı...'' Söz söyleyemez, duyamaz... ama Çoban yine de hikayesini anlatır. Munir’in üretemeyen bir yazar olarak hikâyeye duyduğu saplantı, onun anlatamadığı her şeyi bu hayali figüre yüklemesiyle anlam kazanır. Çobanın sessizliği, aslında yazarın anlatamadıklarının bedensel bir karşılığıdır. Ne söyleyebilir ne duyabilir; yine de hikâyenin en güçlü simgesidir.

Georges Khabbaz’ın Munir karakterindeki performansı, kelimelerden çok bakışlarla, sessizlikle ve yürüyüşleriyle akar. Hanna Schygulla’nın canlandırdığı hancı kadın ise hem sert hem de kırılgan yapısıyla bu yalnız adamın ruhuna görünmez bir el uzatır. Ali Süleyman’ın canlandırdığı çoban figürü ise sahnede neredeyse yoktur fakat zihinsel varlığı bütün filme yayılır.

***

Kuzey Denizi kıyılarında yer alan Halligler, Almanya’nın Schleswig-Holstein bölgesine özgü, eşine az rastlanır kıyı formasyonlarıdır. Jeomorfolojik açıdan bu alanlar, denizle kara arasında bir eşik mekânı temsil eder. Halligler, klasik adalardan farklı olarak çevresi setlerle korunmayan, alçak rakımlı, zaman zaman sular altında kalan toprak parçalarıdır. Gelgit döngüsüne açık olduklarından, yıl boyunca çeşitli dönemlerde deniz tarafından yutulup ardından yeniden açığa çıkarlar. Bu ritmik kayboluş ve yeniden belirme, fiziki bir süreçtir ama  insan yaşamı ve varoluşsal algı açısından da simgesel bir anlam taşır.

Halliglerin oluşumu, Buzul Çağı sonrası dönemde deniz seviyesinin yükselmesiyle başlar. Kuzey Almanya kıyılarında gelişen bataklık alanlar ve alüvyon düzlükler, gelgit hareketlerinin sürekli aşındırmasıyla zamanla parçalanmış ve yalnızca nispeten yüksek kalan bölgeler ayakta kalabilmiştir. Bu noktalar, günümüzde Hallig adı verilen küçük kara parçaları olarak tanımlanır. Ancak bu alanlarda sürekli yaşamak, doğayla bir tür ortak yaşam anlaşması gerektirir. Bu nedenle insanlar, bu arazilerde ''warft'' adı verilen yapay höyükler inşa etmiş ve evlerini bu yükseltilerin üzerine kurmuştur. Böylece gelgitler geldiğinde suya teslim olan alanlar, insanların yaşam merkezlerine dokunmadan geçip gider.

Bu doğa-insan ilişkisi, Ameer Fakher Eldin’in 2025 yapımı Yunan filminde, sinemasal bir temele dönüştürülür. Film, Langeneß Hallig’inde geçer. Mekânı başlı başına bir anlatı unsuru olarak işler. Yönetmen, karakterin içsel dalgalanmalarını Hallig’in jeolojik ve meteorolojik karakteristiğiyle paralel ilerletir. Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri, Langeneß’in sular altında kalmaya başladığı, denizin yavaş yavaş toprağı ele geçirdiği anlardır. Bu sahne, gerçek zamanlı çekimlerle filme dahil edilmiştir. Yönetmen, çekim döneminde yaşanan doğal gelgit olaylarını bekleyerek, doğanın kendi hareketini belgelemeyi tercih etmiştir. Böylece kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınır, Hallig’in kendine özgü coğrafyasında sinemasal olarak hayat bulur.

Hallig, sularla kuşatılmışlığı, zamanla silinip yeniden belirmesi, korunaksızlığı ve yalnızlığıyla Yunan’ın ana karakteri Munir’in ruh hâlini yansıtan bir eşlikçiye dönüşür. Munir’in ölümle yaşam arasındaki kararsızlığı, Hallig’in sularla olan gelgitli ilişkisiyle örtüşür. Her ikisi de ne tamamen batar ne de tam anlamıyla kurtulur. Hallig coğrafyası sinema gibi anlatı sanatlarında varoluşsal bir metafor olarak işlev görür. Yunan filmi bu bağlamda Hallig’i, bir yüzeyden çok bir duygu, bir geçiş, bir içsel manzara olarak işler. Bu manzara, su yükselirken kameraya alınan gerçek bir fırtınayla, hem toprağın hem ruhun sarsılışına tanıklık eder.

***

Filmin adı olan Yunan, doğrudan anlatı mekânıyla ilişkili olmayan, ancak tematik düzlemde derin bir simgesellik taşıyan bir tercihtir. Yunan adı, filmde yitirilmiş düşünsel üretkenliği, suskunluğu ve belleğin dağılmasıyla şekillenen bir zihinsel çöküşü temsil eder. Başkarakterin yazma tıkanıklığı, annesinin hafıza sorunu ve çobanın sessizliği gibi unsurlar, anlatının merkezine yerleşen bu sembolik boşlukla örtüşür. 

Hava fotoğrafçılığı, havadan, anten, dış mekan, haliç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

Yunan, beni Langeneß Hallig’ine götürdü; suların çevrelediği, zamanla biçimlenen, doğayla var olan bir yer. Bu toprakların ritmiyle birlikte akan bir anlatının içinde, Munir’in var oluş mücadelesi, geçmişin izleri ve anlatılmayı bekleyen bir çoban hikâyesinin sesiydi. Karakterin derinliği, yazma isteğiyle taşıdığı yük ve karşısına çıkan yabancı insanların sıcaklığıyla birleştiğinde, bu filmde hem anlatılacak bir insan hem de nefes kesici bir mekân buldum. Yazmak, bu iki derinliğe aynı anda dokunmaktı. 

19 Temmuz 2025 Cumartesi

En Güzeline: Troya’nın Kaderini Yazdıran Elma



Tanrılar, yeryüzüne düzen verdikten sonra bile, kalplerindeki ihtiraslardan arınamamışlardı. Olimpos Dağı’nın doruklarında hüküm süren bu ölümsüz varlıklar, hâlâ aralarında kıskançlık, gurur ve güç savaşı yaşıyorlardı. İşte Troya Savaşı da bizzat tanrıların gururundan doğdu.

Her şey bir evlilik şöleniyle başladı. Deniz tanrıçası Thetis ile ölümlü kahraman Peleus’un düğünüydü bu. Tanrılar, tanrıçalar, doğanın güçleri; hepsi bu görkemli törene çağrılmıştı. Ancak bir tanrıça özellikle dışlanmıştı: Uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların simgesi olan Eris.

Eris, intikamını alma fırsatını kaçırmadı. Düğün sofrasına altın bir elma attı. Elmanın üzerinde şu cümle yazılıydı: ''En güzeline'' Ve bu küçük cümle, evrenin dengesini sarsacak kadar güçlüydü.

''En güzeline” yazılı altın elma, tanrıçalar arasında büyük bir kavgaya sebep oldu. Üç büyük tanrıça, Hera, Athena ve Afrodit, bu unvanı hak ettiklerini iddia ettiler.

Kararı verecek biri aranıyordu. Tanrılar bu çatışmadan kaçmak istedi. O yüzden bir ölümlüye, Troya kralının oğlu Paris’e başvuruldu. Paris’e görevi teklif ettiler: ''Seç, en güzel hangisi?''

Her bir tanrıça Paris’i etkilemek için ona büyük vaatlerde bulundu. Hera, dünyaya hükmedeceği bir krallık sözü verdi. Athena, yenilmez bir bilgelik ve savaş zaferleri sundu. Afrodit ise en büyük vaadi yaptı: Paris’e dünyanın en güzel kadınını, yani Helena’yı vaat etti.

Paris, kalbini arzuyla dolduran Afrodit’i seçti. Bu karar, tanrılar dünyasında derin bir ayrılığa yol açtı. Afrodit sevinirken Hera ve Athena, öfkeyle Paris’in halkı olan Troyalılara kin duydu.

Paris, Afrodit’in sözünü yerine getirmek için Sparta’ya gitti ve Helena’yı kaçırdı. Ne var ki Helena, Sparta kralı Menelaos’un eşiydi. Bu kaçırma olayı, on yıl sürecek bir savaşın kıvılcımı oldu.

Menelaos, kardeşi Agamemnon’un önderliğinde bütün Yunan krallarını birleştirdi. Bu orduda Achilles, Odysseus, Ajax, Patroklos gibi ünlü kahramanlar da vardı. Devasa bir donanma Troya’ya doğru yola çıktı. Troya’nın surlarına dayanan bu kuşatma tam on yıl sürdü.

Troya yalnızca insanların ve  tanrıların çatışma alanı haline geldi. Hera, Athena ve Poseidon Yunanların tarafında yer alırken; Afrodit, Apollon ve Ares Troyalıları destekledi. Tanrılar, savaşa doğrudan müdahale etmeye başladılar.

Savaşın sonunu belirleyen zekice düşünülmüş bir planın uygulanmasıydı. Odysseus, tahtadan dev bir at yapılmasını önerdi. Yunan askerleri bu atın içine saklandı, Troyalılar ise onu bir barış hediyesi sanarak şehre soktular. Gece çöktüğünde atın içinden çıkan askerler şehrin kapılarını açtı. Troya ateşe verildi.

Helena, Menelaos’a geri verildi. Ama bu zaferin ardında yıkılan Troya, ölen insanlar; yitirilen onur ve dostluklar vardı.

Şimdi bu kadim destanı okuyorum…
Ve kim bilir, belki de yeni yazılar, bu okumanın içinden doğarak kalemime yönelecek.


Not: Bu destan ve benzerleri insanın kendine karşı dürüst olamayışının bir ifadesi olabilir. Kendi karanlığına bakmak zor geldiğinde, bu karanlığı tanrılar üzerinden dışsallaştırmak, ona anlam kazandırmanın en eski ve en şiirsel yoludur.

Atatürk'ün Bir Fransız Şairden Çevirisi

Hayat kısadır Biraz hayal Biraz aşk Ve sonra günaydın Hayat boştur Biraz kin Biraz ümit Ve sonra iyi akşamlar