16 Nisan 2025 Çarşamba

TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

 




TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve  İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

Tolstoy’un eserlerinde insan karakterleri yalnızca toplumsal rollerine göre çizilmez; onların içsel çatışmaları, düşünsel dönüşümleri, hatta tanrıyla, ölümle ve vicdanla olan münasebetleri eserin merkezine yerleşir.


İvan İlyiç’in Ölümü’nde karakterin dış başarıları sahte bir huzurun temsilidir. Asıl odak, onun ölümle yüzleştiği anda yaşadığı iç çözülme ve yeniden doğuştur.

Tolstoy için insan, dışsal başarılarla tanımlanamaz; onun özü, içinde taşıdığı boşlukta, suskunluğunda, görülmeyen acılarında gizlidir.

Tolstoy’un kahramanları genellikle bir ahlaki kırılma noktasına gelir. Bu kırılma, karakterin kendi yaşamını sorgulamasıyla başlar. Bu sorgulama, Batı edebiyatındaki bireycilikten farklıdır:
Tolstoy’un bireyi, toplumla çatışarak, vicdanla barışarak dönüşür.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ diye sorar İvan İlyiç. Bu soru, Tolstoy’un tüm eserlerinde derinleştirilen bir vicdan çığlığıdır.

Tolstoy’un insanı bu kadar doğru anlayabilmesinin sırrı, büyük olaylardan çok gündelik yaşamın sıradan anlarında saklıdır. Bir sofradaki sessizlik, bir perdeyi düzeltmek gibi küçük detaylar, karakterlerin ruh hâllerini büyük fırtınalar gibi açığa çıkarır.

İvan’ın perdenin eğriliğine takılması, aslında kontrol edemediği hayatın küçük bir sembolüdür. Tolstoy’un gücü de tam burada yatar: küçük anları büyük hakikatlere dönüştürür.

Tolstoy için ölüm bazen bir uyanış, bazen de bir kurtuluş kapısıdır.
İvan İlyiç ölürken ışığa doğru çekildiğini hisseder. Bu ışık hem ölümün hem de hakikatin metaforudur. Tolstoy’un Hristiyanlıkla, özellikle ahlaki Hristiyanlıkla kurduğu ilişki, onun karakterlerini ruhani bir düzlemde de değerlendirmesine olanak tanır.

Tolstoy, karakterlerini ne idealize eder ne de yerin dibine sokar. Onları oldukları gibi, tüm zaafları, tüm iyilikleriyle sunar.


Bir insan aynı anda hem bencil hem sevecen olabilir, hem korkak hem inançlı… Tolstoy bu çok katmanlılığı, öyle sahici bir şekilde yansıtır ki, okur kendini neredeyse her karakterde bir parça bulur.

Tolstoy insanı yalnızca gözlemlemez, insanın içindeki karanlıkta yol alır. Onun için edebiyat bir aynadan çok, bir fener gibidir: görünmeyeni aydınlatmak, bastırılanı ortaya çıkarmak, saklanılanı yüzeye çıkarmak için.

İvan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, modern insanın büyük bir ustalıkla yazılmış yüzleşmesidir. İvan, başarılı bir yargıçtır. Makul, düzenli, ahlaken sorgulanmayan bir yaşam sürmektedir. Ancak ölüm, o her şeyin yolunda gittiği anda kapısını çalar. Ölümün ayak sesleriyle birlikte, aslında hayatı boyunca ne kadar sahte bir huzur içinde yaşadığını fark eder.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ dediği an, okurun yüreğine saplanan bir bıçaktır. Çünkü bu soru, yalnızca İvan’a ait değildir. Her insanın içten içe bildiği ama dile getirmeye cesaret edemediği bir şüphedir.

Tolstoy’un insanı böylesine derinlemesine anlayabilmesinin nedeni, onun hikâyeyi iç dünyanın suskun sokaklarından kurmasıdır. Eşyaya bağlanan, perdenin yamuk duruşuna tahammül edemeyen İvan, hayatın kontrolünü kaybetmekten korkan bir ruhtur. Bu küçük detaylar, Tolstoy’un karakter yaratımındaki büyüsüdür: Sıradan olanın içinde olağanüstü olanı gösterebilmek.

Tolstoy’un kaleminde ölüm bile, bir sorgulamanın başlangıcıdır. İvan İlyiç, hayatı boyunca anlamı dışarıda aramış, statüde, ev düzeninde, makamda. Ama ölüm döşeğinde bulduğu tek şey kendi yalnızlığıdır. Doktorlar tıbbi terimlerle onu avutmaya çalışırken, karısı acısını yüzeysel nazlarla geçiştirirken, sadece hizmetkârı Gerasim onu anlar. Çünkü Gerasim, ölümden korkmayan bir insandır. İçtenliğin, sahiciliğin adıdır. Belki de Tolstoy’un bize anlatmak istediği şey şudur: Hayatı anlamak istiyorsan, korkmadan ölüme bak.

Tolstoy’un kahramanları tıpkı bizim gibi, zaaflarla, çelişkilerle, korkularla yaşar. Belki de bu yüzden böylesine dokunurlar insana. Ne bütünüyle iyi ne de tamamen kötüdürler. İnsan olmanın o inişli çıkışlı yolunu yürürler, tıpkı bizler gibi. Onları okurken, yargılamaktan çok anlama çabası sarar içimizi.

İnsan, ölümle yüzleştiğinde yaşamı ilk kez ciddiye alır. Sahte başarıların, unvanların, zarif döşenmiş evlerin ardında kalan boşluk, ancak bu yüzleşmeyle anlam kazanır.

 

 

Ahmet Hamdi Tanpınar ''Huzur'' Adlı Romanı / Modernleşme ve Geleneksel Kimlik Çatışması



Ahmet Hamdi Tanpınar ''Huzur'' Adlı Romanı / Modernleşme ve Geleneksel Kimlik Çatışması

Huzur romanı, Türkiye’nin modernleşme sürecinin hızla yaşandığı, Batı ile Doğu arasında giderek derinleşen farkların hissedildiği bir dönemde kaleme alınmıştır. Tanpınar, bu süreçte bireylerin ve toplumun karşılaştığı kimlik bunalımını, geçmişe duyulan özlem ve modern çağın getirdiği yabancılaşmayı ustaca yansıtır.

Örnek: Karakterlerin içsel çatışmaları, modern dünyaya adapte olma sürecinde yaşadıkları zorluklar ve geçmişin sıcaklığına duydukları hasret, dönemin ruhunu ve toplumsal dönüşümü özetler niteliktedir.
Tanpınar, zamanı hem kronolojik bir akış olarak ve hem de bireyin iç dünyasında yaşanan, öznellik taşıyan, akışkan bir boyut olarak ele alır. Karakterlerin içsel monologları ve nostalji dolu anıları, geçmişle şimdi arasındaki ince çizgiyi gözler önüne serer.

Hüzün, romanın belki de en merkezi kavramıdır. Ancak burada hüzün, basit bir keder ya da umutsuzluktan çok kaybedilen değerlerin, bir yandan da modern yaşamın getirdiği yabancılaşmaya bilinçli bir farkındalık katar.

Romanın karakterleri, modern dünyanın getirdiği yeniliklere ayak uydurmaya çalışırken, aynı zamanda geleneksel yapıların, kültürel mirasın çekiciliğini de özlerler. Bu ikiliğin çatışması, romanın dramatik yapısını oluşturur.

Tanpınar’ın dili, melodik ve ritmik bir yapıya sahiptir. İçsel monologlar, detaylı betimlemeler ve zengin sembolizm kullanımı sayesinde okuyucu, karakterlerin duygusal dünyasına derin bir yolculuk yapar. Bu üslup, okuyucunun zamansal bir yolculuğa çıkmasını, geçmişin ve anın iç içe geçtiğini hissetmesini sağlar.

Roman, tek bir bakış açısından ziyade, çoklu perspektifler üzerinden kurgulanır. Bu yapı, hem bireysel hem de toplumsal hafızayı aynı anda izleyiciye sunar. Geçmişin izleri, karakterlerin iç dünyasına işlenerek modern yaşamın yansıması olarak ortaya konur.

İstanbul, bir mekân olarak romanın ruhunu, tarihini ve kültürel zenginliğini temsil eden adeta yaşayan bir varlıktır. Şehrin sokakları, eski yapıları ve simgesel durakları, okuyucuyu geçmişin dokusuyla modern zamanın getirileri arasında bir yolculuğa davet eder.

Romanın karakterleri, modern dünyanın getirdiği belirsizlik ve karmaşıklık içerisinde kimliklerini ve yerlerini sorgularlar. Her biri, geçmişin sıcaklığını, aile mirasını ve kültürel kökleriyle modern yaşamın getirdiği yalnızlığı ve karmaşayı çözmeye çalışır.

Örnek: Karakterlerin düşünce dünyalarında sıkça rastlanan içsel sorgulamalar ve monologlar, okuyucuya zamanın ve hafızanın izlerini derinlemesine hissettirir. Onların yaşadığı psikolojik fırtınalar, bireysel trajedi ve toplumsal eleştirinin iç içe geçtiği bir tablo sunar.

Tanpınar, ‘huzur’ kavramını içsel bir varoluşun, hayatın geçiciliğinin ve sürekli değişimin getirdiği bilinç hali olarak ele alır. Bu yönüyle roman, okuyucuya varlık, zaman ve hafıza üzerine derin felsefi sorular sormaya iter.

Roman hem duygusal hem de entelektüel bir estetiğe sahiptir. Anlatımın zarif akışı, sembolik imgeler ve detaylı doğa betimlemeleri, okuyucunun duyularında silinmez izler bırakır. Estetik yönüyle ‘Huzur’ anlatı teknikleriyle, yaşamın kendisinden yansıttığı incelikle öne çıkar.

Tanpınar’ın ‘Huzur’u, modernleşen dünyada bireyin ve toplumun içsel dünyasını, geçmişe duyulan özlemle geleceğe dair belirsizlik arasındaki gerilimi ustaca yansıtır. Roman; İstanbul’un kadim ruhunu, kaybolan değerlerin hüznünü, modern yaşamın karmaşasını ve insanın sürekli arayışını bir bütün olarak sunar. Bu çok katmanlı yapısı ile ‘Huzur’, okuyucuya dönemin ruhunu yansıtmakla evrensel bir varoluş sorgulaması sunar.

Modern dünyada giderek hızlanan yaşam temposu ve değişimin getirdiği sürekli kaybolmuşluk hissi, günümüz insanının da en derin sancılarından biri haline gelmiş durumda. Bu bağlamda ‘Huzur’, çağdaş okuyuculara yalnızca edebi bir deneyim sunmakla kalmayıp, aynı zamanda içsel bir yolculuğa çıkmaları için ilham veriyor.

Roman, her okuyucunun kendi hayatındaki evrelerde, geçmişin tatlı melankolisi ve geleceğin umut dolu belirsizliğini sorgulamasına vesile olabilir. Bu yönüyle Tanpınar’ın eseri, zamanın ötesinde, evrensel bir anlam kazanır.

Mümtaz: Bir Yitik Zaman Yolcusu
Mümtaz, çocuk yaşta ailesini kaybetmiş, sonrasında amcası tarafından büyütülmüştür. Bu yalnızlık, onun karakterinde büyük bir boşluk ve melankoli bırakır. Bu boşluk sürekli bir tamamlanma arzusudur. Bir yandan Batı’ya hayranlık duyar, bir yandan Doğu’yu kaybetmenin acısını yaşar. Tanzimat’tan beri süregelen bu zihinsel ikilik, Mümtaz’ın iç dünyasında yankılanır: Ne tam anlamıyla Batılı olabilir, ne de artık tam anlamıyla geleneksel kalabilir.

Onun zihni, sürekli geçmişi yeniden inşa etmeye, estetik ve kültürel bir bütünlük aramaya çalışır. Ama her seferinde zamanın ruhuna çarpıp paramparça olur.

Mümtaz’ın Nuran’a duyduğu aşk, aslında bireysel bir tutkunun ötesine geçer. O aşkın içinde İstanbul’un sesi, eski musiki, klasik şiirler ve hatıralar vardır. Nuran, bir kadından çok bir medeniyetin simgesi gibidir Mümtaz için.

Ama bu aşk da tam bir huzur sunmaz. Çünkü Mümtaz ne geçmişin içinde kalabilir, ne de geleceğe tümüyle adapte olabilir. Nuran'la yaşadığı ilişki de tıpkı medeniyet tasavvuru gibi tutarsız, yarım kalmış ve hüzünlüdür. Aşkın gidişiyle birlikte Mümtaz’ın dünyası yıkılır, ama o dünya zaten bir arada hiç durmamıştır.

Mümtaz, sıradan bir entelektüel değildir. Onun zihinsel yolculuğu, Tanpınar’ın kendi iç sesinin bir yansımasıdır. Sanat, edebiyat, musiki, İstanbul’un semtleri… Hepsi Mümtaz’ın iç dünyasında yankı bulur. Bir caminin görüntüsünün ruhunda hissettirdikleri,  bir musiki makamı ya da eski bir şiir dizesi, onun zihninde felsefeye dönüşür. 

Mümtaz, bireysel bir karakter olmanın ötesine geçer ve adeta Tanpınar’ın medeniyet eleştirisinin canlı bir örneği haline gelir. Onun yaşadığı içsel dağınıklık, Türk modernleşmesinin sancılı serüvenini temsil eder. 

Tanpınar bu karakter üzerinden bir medeniyetin yitirdiği ‘zaman duygusunu’ anlatır. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalan Mümtaz, zamanı bir bütün olarak yaşayamayan bir zihnin sembolüdür. Bu da zaten Tanpınar’ın tüm eserlerine sinmiş olan o büyük temayı doğurur: Zamanın kıyısında yaşayan insanın trajedisi.

Mümtaz’ın iç yolculuğu, bireysel bir arayış gibi görünse de, aslında bir milletin kendini yeniden kurma çabasının içsel haritasıdır. Huzurun sonunda Mümtaz hasta, yorgun ve zihnen tükenmiştir. Ama tam da bu tükeniş, onu Tanpınar’ın en derin ve en trajik karakterlerinden biri yapar.

İhsan: Hoca mı, Bilge mi?

İhsan, Mümtaz’ın hem hocası hem de yol göstericisidir. Ancak bu ilişki klasik bir öğretmen-öğrenci ilişkisinden fazlasını taşır. İhsan, Mümtaz’ın zihin dünyasını şekillendiren, ona düşünmeyi, anlamayı ve sormayı öğreten kişidir. Ama aynı zamanda da Mümtaz’ın iç huzursuzluğunu tetikleyen kişidir. Çünkü İhsan, bilgiyle birlikte derin bir çelişkiyi de taşır: İhsan, bildikçe huzursuzlaşan bir entelektüeldir.
İhsan, geçmişi bilen ve bugünü anlamaya çalışan biridir. Ancak o da tıpkı Mümtaz gibi geçmiş ile şimdi arasında sıkışmıştır. Fakat aralarındaki fark şudur: Mümtaz henüz arayıştadır, İhsan ise bu arayışın sınırlarında yıllarını harcamış ve bedelini ödemiştir.

İhsan'ın romanda ağır hasta oluşu, zihinsel tükenişin ve bir medeniyetin yorgunluğunun sembolüdür. Tanzimat’tan sonra Batılılaşma ile Doğu arasında sıkışan Türk aydınının trajik halidir.
İhsan, geçmişin kültürel ve düşünsel birikimini taşıyan bir figürdür. Klasik edebiyattan Batı felsefesine kadar uzanan geniş bir bilgiye sahiptir.

İhsan’ın hastalığı, bireysel bir hastalık olarak okunmamalıdır. İhsan’ın hastalığı, aslında bir çağın tükenişini temsil eder. Artık yeni bir dünya kurulmaktadır, fakat o dünya İhsan’ın ruhuna ve bilgisine yabancıdır.

Tanpınar burada çok güçlü bir alegori kurar: İhsan ölüyorsa, düşünce de ölüyor demektir.
Çünkü artık İhsan’ın temsil ettiği değerler topluma hükmetmiyordur. Onun ölümüne hazırlık, bir geleneğin sessizce vedası gibidir.

İhsan, Tanpınar’ın ‘kayıp zaman’ ve ‘bölünmüş zihin’ temalarının vücut bulmuş halidir. Fiziksel olarak yavaş yavaş ölüme giden bu adam, zihinsel olarak geçmişin onurlu temsilcisidir. Ama onun bilgeliği artık bu dünyada yitirilen bir değerdir.

Nuran: Bir Hayalin Beden Bulmuş Hali

Nuran, Mümtaz’ın zihninde bir medeniyet sureti gibi idealize edilir. Onun sesi, davranışları, geçmişi, hepsi Mümtaz’ın Doğu’yla kurduğu nostaljik bağın içinde yeniden biçimlenir. O yüzden Mümtaz için Nuran, bir kadından fazlasıdır: Bir İstanbul sabahı gibi gelir ona; boğuk, sisli, tanıdık, yorgun ve güzeldir.

Ama bu romantik düş, çok geçmeden gerçeklerle çarpışır. Çünkü Nuran, kendi yaralarıyla var olan bir kadındır. Dul kalmıştır, bir çocuğu vardır, geçmişinde başarısız bir evlilik, anılarla karışık pişmanlıklar taşır. Ve bütün bu geçmiş, Mümtaz’ın hayallerini her seferinde yaralar.

Nuran’ın Mümtaz’la yaşadığı aşk, aslında bir tamamlanma çabasıdır. Ne Mümtaz ona tam anlamıyla ulaşabilir, ne de Nuran kendini tam olarak Mümtaz’a verebilir. Çünkü Nuran, hem annedir, hem kadın, hem de yaralı bir bireydir. Toplumsal baskılar, geçmişin ağırlığı ve içsel çatışmalar bu ilişkiyi boğar.
Nuran, bir kadının çok yönlü yükünü taşır: toplumun dayattığı roller, bekârlığın ayıplanışı, annelik, dul olmanın yarattığı yalnızlık… Hepsi onun omuzlarında hissedilir. Modern bir kadın gibi görünür; ama geçmişin yükünden kurtulamaz.

Tanpınar’ın Nuran’a biçtiği kader, aslında 20. yüzyıl başındaki şehirli Türk kadınının çıkmazıdır. Ne geleneksel yapıya dönebilir, ne de modernliğin sunduğu özgürlüğü gerçek anlamda yaşayabilir. Aşk onun için hayatın ortasında bile yalnız kalmanın acı gerçeğidir.

Mümtaz’ın gözünden okuduğumuz Nuran, aslında büyük ölçüde onun zihninin kurgusudur. Gerçek Nuran ile hayal edilen Nuran arasında sürekli bir çatışma vardır. Mümtaz, onu bir musiki gibi duyar, bir şiirin içinde görmek ister, ama hayat Nuran’ı kanlı canlı, yorulmuş ve hayal kırıklıklarıyla Mümtaz’a getirmiştir. Nuran bir insandır, Mümtaz ise onu bir rüya gibi görmek istiyordur.

Nuran’ın gidişi, romanın iç dengesini yıkar. Mümtaz, İhsan’ın hastalığı, toplumsal çalkantılar ve kendi iç boşluğuyla baş başa kalır. Nuran, huzur arayışının merkezindeydi; o gidince, ‘huzur’ da bir düş olarak çöker. Ama Nuran, aynı zamanda şunu da gösterir: Bazen bir insan, bir dönemin bütün acılarını tek başına taşır.

Tanpınar’ın en büyük başarısı, Nuran’ı bir zamanın ruhu, bir arayışın sessizliği, bir kadının çok sesli yalnızlığı olarak çizmesidir.

Suat: Hikayenin Gölgesinde Kalan
Suat’ın en çarpıcı yönlerinden biri, entelektüel, ama bir o kadar da duygusal açıdan kırılgan olmasıdır. Hayatı akıl süzgecinden geçirse de, duygularıyla baş edemez. Bu da onu zamanla paranoyaya, takıntıya ve ruhsal çöküşe sürükler.

Mümtaz ile Nuran’ın aşkına duyduğu öfke, kıskançlıktan çok yeniden reddedilme korkusudur. Suat, Nuran'ı kaybettiğinde; kendi değerini, varoluşunu kaybettiğine inanır. Bu yüzden onun öfkesi kişisel olmaktan çok varoluşsaldır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde Suat’ın Mümtaz ve Nuran’ı hedef alan bir intihar teşebbüsünde bulunduğu görülür. Bu sahne, toplumsal çözülmenin ve kişisel yıkımın sembolik bir ifadesidir.
Suat, varlığının anlamını yitirmiş, hayata dair bağlarını koparmış bir modern birey prototipidir. Onun ölümü, bir zihnin, bir çağın, bir inancın intiharıdır.

Musiki

Tanpınar, Türk musikisini bir medeniyetin duyuş biçimi olarak ele alır. Özellikle klasik Osmanlı-Türk musikisi, Mümtaz’ın iç dünyasında hem bir huzur kaynağıdır hem de bir kayıptır. Çünkü bu musiki yalnızca hatıralarda ve içe kapanmış bilinçlerde yaşamaktadır.

Mümtaz ile Nuran’ın ilişkisi boyunca musiki, kelimelerle anlatılamayan duyguların yerini musiki alır. Mümtaz, Nuran’ın sesini bile bir şarkı gibi dinler. Onun varlığında klasik musikinin yorgun ama zarif havasını duyar.

Mümtaz, şehirde gezerken, bir anıyı hatırlarken, hatta İhsan’la konuşurken bile zihninde sürekli bir musiki sesi duyar. Onun için musiki, milletin ruhunu şekillendiren temel yapılardan biridir.
Tanpınar, İstanbul’u duyulan bir musiki gibi tasvir eder. Camilerin ezanı, eski konaklardan taşan ud ve tambur sesleri, sokaklardan gelen musiki motifleri… Hepsi İstanbul’un ruhunu oluşturan katmanlardır. Ama bu katmanlar zamanla silinir. Modernleşen şehir, musikisini kaybeder.

Musiki, Tanpınar’ın dünyasında; ses, zaman, mekân, hatıra ve kimliğin birleştiği bir cevherdir. Romanın adı Huzur olsa da, bu huzur hiçbir zaman tam olarak elde edilmez, çünkü musikinin kendisi bile artık sadece bir hatıradır.

Zaman ve Hafıza
Proust’un Zamanı: Geçmiş Sadece Hatırlanmaz, Yeniden Yaşanır
Proust için zaman, dairesel bir iç dünya hareketidir. Hatırlamak, geçmişi yeniden yaşamak demektir. Prost'un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisinin ilk kitabı olan Swannların Tarafı'ndaki ünlü ‘madlen keki’ sahnesi, geçmişin bir tat, bir ses, bir koku üzerinden bugüne taşınabileceğini gösterir. Proust’un karakteri: Geçmişi, zihninin derinliklerinde yeniden bulur.

Tanpınar için zaman, ne tam geçmişte kalmıştır, ne de bugüne tümüyle aittir. Onun kahramanları zamanı yaşamaz, zaman içinde sürüklenir. Özellikle Mümtaz’ın iç dünyasında zaman, bir yandan geçmişin hatıralarıyla belirir, öte yandan İstanbul’un değişen yüzüyle kaybolur. Geçmiş, bugünün içine sızar ve bir gölge gibi orada kalır. Huzur'da zaman, daima içsel bir ağrıdır. Tanpınar'ın en meşhur dizelerinden biri olan, “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında”, tam da bu iç-çatışmalı zaman deneyimini anlatır. Mümtaz bu arada kalışın canlı bir örneğidir.

Bir Yıkımın Hatırlanışı

Proust’ta Hafıza
Hafıza, kişisel kimliğin oluştuğu yerdir. Ama bu hafıza sürekli yeniden inşa edilir. Geçmiş, hatırlandıkça değişir. Karakter, hatırladıkça hem kendine döner hem de yeniden doğar. Proust’un anlatıcısı için hafıza yeniden var olmaktır.

Tanpınar’da Hafıza
Tanpınar’ın hafızası ise daha melankoliktir. Hatırlamak, bir yitim duygusudur. Mümtaz’ın hatıraları onu diri tutmaz, tam tersine, daha da yorar. Geçmişin güzelliği bugünün eksikliğini artırır. Bu nedenle Tanpınar’da hafıza, hem kişisel hem de kültürel bir yas alanıdır.
Proust’un anlatıcısı, mekânlara yüklediği anlamlarla geçmişe döner. Combray kasabası, büyükannenin evi, yollar, pencereler… Hepsi zamanla katmanlaşır.
Tanpınar’da ise İstanbul, başlı başına bir zaman müzesidir. Her semt, bir hatıranın sesi gibidir. Ayasofya, Boğaziçi, musiki meclisleri… Hepsi geçmişin hâlâ bugüne sızabildiği zaman geçitleridir. İstanbul’da yaşamak, zamanın kat kat olmuş yüzünde gezinmektir.

12 Nisan 2025 Cumartesi

Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler




Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler

Hasan Âli Yücel’in yaşamı Türkiye’nin modernleşme sürecinde düşünce, inanç ve vicdan ekseninde şekillenmiş bir aydınlanma mücadelesinin simgesidir. Onu yalnızca bir devlet adamı ya da eğitim reformcusu olarak değil, düşüncenin ahlâkî sorumluluğunu taşıyan bir entelektüel olarak değerlendirmek gerekir. 

Yücel’in dünyaya gelişi kişisel bir hikâyenin ötesinde sembolik bir anlam taşır. Annesi Neyyire Hanım’ın bir Mevlevî tekkesinde ettiği dua, bir çocuğun doğumundan çok bir fikrin doğuşuna benzer. Bu dua Yücel’in hayatı boyunca taşıyacağı manevî derinliğin kaynağı olur. Çocukluk döneminde yaşadığı “yırtılan kitap” olayı, onun zihinsel yolculuğunda bir dönüm noktasıdır. Bilginin otoriteyle çatıştığı bu an gelecekteki entelektüel duruşunun ilk izdüşümüdür. Kitabı yırtılmıştır ama öğrenme arzusu parçalanmamıştır. 

Gençlik yıllarında Yücel’in karakteri, eleştirel düşünme becerisiyle belirginleşir. Askerlikte bir Alman subayına karşı koyması ya da hukuk fakültesinde profesörüne itiraz etmesi, onun düşüncenin özgürlükle olan zorunlu bağını kavradığını gösterir. Bu yönüyle Yücel, Cumhuriyet kuşağı içinde rasyonel düşünceyle ahlâkî duyarlılığı birleştirebilmiş ender aydınlardan biridir. 

Öğretmenlik yılları Yücel’in eğitim felsefesinin temellerini attığı dönemdir. İzmir’de görev yaptığı yıllarda, bilgiye erişimi bir sınıf ayrıcalığı olmaktan çıkarıp insana ait bir hak olarak görür. Eğitimin bireyin bilgi-ahlâkî gelişimini kapsaması gerektiğini savunur. Öğretmenlik onun için toplumsal dönüşümün en etkili aracıdır. Öğrencileriyle kurduğu ilişki bilgi aktarımından çok özgür düşüncenin inşası yönündedir.

Atatürk’le karşılaşması, Yücel’in düşünce dünyasında yeni bir açılım yaratır. Onun “Sıfır hiçlik değildir, çünkü birin yanına geldiğinde değer kazanır.” cümlesi düşünsel yaklaşımının özünü yansıtır. Köy Enstitüleri projesi, Yücel’in eğitim anlayışının somut biçimidir. Bu kurumlar bilginin toplumun her kesimine yayılabileceği inancına dayanır. Ona göre halk öğrenmeye doğal olarak yetkin bir topluluktur. Köy Enstitüleri düşüncenin toplumsallaşması yönünde atılmış en cesur adımlardan biridir. Ancak bu adım geleneksel yapıları rahatsız eder; bilginin halkla buluşması, iktidar çevrelerinde bir tehdit olarak algılanır. Yücel eleştirilerin ve baskıların odağında kalır, fakat geri çekilmez. Onun yalnızlığı, politik bir sonuçtan çok ahlâkî bir seçimin bedelidir.

Devlet görevinden ayrılışının ardından Yücel, üretkenliğini farklı alanlara taşır. İş Bankası Kültür Yayınları’nın kuruluşu, dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, UNESCO temsilciliği gibi çalışmaları, onun aydınlanma idealinin sürekliliğini kanıtlar. Bu dönemde hakkında yapılan haksız ithamlara karşı “Alnım apaçık.” diyebilmesi, düşünce ve vicdan bütünlüğünün bir ifadesidir. 

Yaşamının son yıllarında bedeninin yorgunluğuna rağmen zihinsel üretkenliğini korur. Gençlerle kurduğu güzel ilişkiler, onun geleceğe olan inancını diri tutar. Bach dinleyerek hayata veda etmesi, düşünceyle estetik duyarlılığın birleştiği bir kapanıştır. 

Hasan Âli Yücel’in yaşamı, Cumhuriyet ideallerinin politik ve kültürel temellerine işaret eder. Onun öyküsü, bilgiyle ahlâkın, düşünceyle emeğin, inançla eleştirinin birleşebileceğini gösterir. Eğitim onun  insanlığın meselesidir. Bu nedenle Yücel’in adı, bir dönemin ötesine geçer; bilgiye, adalete ve halka inanan bir bilinç biçimini temsil eder.

16 Ocak 2025 Perşembe

Aşk ve Öbür Cinler Kitabı Üzerine




Gabriel García Márquez’in Aşk ve Öbür Cinler adlı romanı hem bir aşk hikâyesi hem de inanç, otorite ve ötekileştirme üzerine yazılmış derin bir alegoridir. Yazarın romanı kaleme almasına vesile olan olay, gerçek bir gazetecilik görevidir: Marquez, yıkılan bir kilisenin bodrumunda açığa çıkan mezarları incelemek üzere gönderilir. Burada gördüğü başında yirmi iki metreyi aşan uzun saçlarıyla bir kız çocuğu iskeletidir. Bu manzara yazarın zihninde bir mit gibi yer eder; ölü bir bedenden fışkıran bu yaşam belirtisi; ölümle hayat, inançla hurafe, sevgiyle şiddet arasındaki o ince çizgiyi temsil eder. Böylece Aşk ve Öbür Cinler doğar.

Romanın merkezinde doğduğu andan itibaren sevilmeyen, dışlanan, kendi evinde bile yabancı olan bir kız çocuğu vardır: Sierva María. Annesi tarafından istenmeyen, babası tarafından unutulan bu küçük kız, kölelerin dünyasında bir sığınak bulur. Zenci kölelerin duaları, şarkıları, tılsımları ve Tanrı’yla kurdukları içten ilişki, onun gerçek ailesi hâline gelir. Beyazların dinî inançları soğuk ve buyurganken, kölelerin inancı sıcaktır, yaşam doludur. Sierva María’nın kölelerle kurduğu bağ aslında sömürgeci toplum düzenine bir başkaldırıdır; sevgiye ve özgürlüğe duyulan insanî bir özlemdir.

Bir gün Sierva María’nın ayağını kuduz bir köpek ısırır. Bu olay toplumun içindeki korkuların ve batıl inançların açığa çıkmasına neden olur. Kölelerin yaptığı şifalı tedavi beyazlar tarafından büyücülük sayılır. Dine dayalı bu düzen aklı değil dogmayı dinler; merhameti değil itaati yüceltir. Küçük kız bir anda cinlerin musallat olduğu söylenen bir varlığa dönüşür ve piskoposun emriyle manastıra kapatılır. Orada din adına yapılan her şey aslında inancın değil, iktidarın yansımasıdır. Marquez’in “İnançsızlık, inançtan daha dayanıklıydı çünkü duygularla besleniyordu” sözü, bu ironiyi özetler: gerçek inanç sevgiyle, sahte inanç korkuyla büyür.

Manastırda Sierva María’nın “ruhunu kurtarmakla” görevlendirilen rahip Cayetano Delaura, kısa sürede küçük kıza derin bir şefkat beslemeye başlar. Bu duygu giderek aşkın hatta saplantının sınırına yaklaşır. Ancak burada söz konusu olan yalnızca iki insanın aşkı değildir; Tanrı’ya duyulan inanç ile insana duyulan sevgi arasındaki kadim çatışmadır. “Mutluluğun iyi edemediğini iyileştirecek ilaç yoktur” cümlesi, bu ilişkinin özünü oluşturur: bazı yaralar ancak sevgiyle iyileşir, ama o sevgi çoğu zaman en derin acıların kaynağıdır. Rahip Cayetano, Tanrı’ya hizmet ile bir insana bağlanmak arasındaki uçurumda ruhunu kaybeder. Sierva María ise onun sevgisinde ilk kez insan olduğunu hisseder.

Marquez, Aşk ve Öbür Cinler’de inanç ve hurafe arasındaki farkı, aşkın ve günahın sırrını sorgular. “Düşman bizim yanılgılarımızdan çok zekâmızdan yararlanır” sözüyle yazar, aklın bile otorite tarafından nasıl yozlaştırıldığını ima eder. Çünkü asıl düşman, şeytan ya da cin değildir; dogmaların içindeki kör inançtır. Bu körlük Sierva María’nın trajedisini doğurur. O, insanların yarattığı korkuların kurbanıdır.

Roman boyunca ölüm, aşk ve inanç birbirine karışır. Marquez’in dili, “ne kadar saydam olursa, şiirsellik o kadar belirgin olur” sözünü doğrular biçimde yalın ama büyülüdür. Sierva María’nın hikâyesi, aslında sömürge döneminin baskıcı inanç sistemine karşı insanın iç özgürlüğünü anlatan bir alegoridir.

Romanın sonunda Sierva María ölür ama onun ruhu, tıpkı mezarda uzayıp giden saçları gibi, toprağın altından bile yaşamı savunur. Aşk ve Öbür Cinler; inancın sevgiye, sevginin özgürlüğe dönüştüğü noktayı anlatır. Marquez, aşkı bir kurtuluş, dini bir tuzak, ölümü ise bir geçit olarak resmeder. Sierva María’nın hikâyesi, insanın en karanlık inanç biçimleri karşısında bile içindeki ışığı koruyabileceğini gösterir;  “cin” dediğimiz şey, aslında içimizde bastırdığımız sevgi ve özgürlüktür.

30 Aralık 2024 Pazartesi

Yılmaz Öztuna / Kanuni Sultan Süleyman Kitabı Hakkında



Yılmaz Öztuna’ya göre Kanûnî Sultan Süleyman, Osmanlı tarihinin hem siyasî hem askerî bakımdan en parlak hükümdarlarından biridir. Devlet idaresi ve diplomasi sanatında Fatih Sultan Mehmed’in seviyesine yaklaşmış, askerlik dehası bakımından ise Fatih ve Yavuz Sultan Selim’den sonra üçüncü sırada yer almıştır. Gerçekten de Kanûnî dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasî, askerî ve kültürel bakımdan zirveye ulaştığı bir çağdır. Onun döneminden sonra imparatorluk yaklaşık yarım asır daha genişlemeye devam etmiş, ancak bu görkemli yükselişin ardından duraklama dönemi başlamıştır.

Kanûnî’nin yaşadığı çağda dünya siyaseti büyük bir dönüşüm içindeydi. Avrupa’da Reform hareketleri filizleniyor, Amerika’nın keşfiyle yeni ekonomik merkezler doğuyordu. Bu büyük fırtınalar arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısındaki en güçlü rakip, Batı’da İspanya olmuştur. İspanya Kralı ve aynı zamanda Kutsal Roma-Germen İmparatoru olan Charles Quint (Şarlken), Kanûnî’nin batıdaki en kudretli muhatabıdır. Doğuda ise Safevî Devleti, özellikle Şah İsmail ve ardından Şah Tahmasb dönemlerinde Osmanlılar için ciddi bir askerî ve mezhep temelli tehdit oluşturmuştur. Böylece Kanûnî, iki cephede de devrinin en güçlü hükümdarlarıyla mücadele etmiştir.

Öztuna, Kanûnî’nin deniz siyasetine de büyük bir takdirle yaklaşır. Onun döneminde Osmanlı deniz gücü, Akdeniz’in hâkim kuvveti hâline gelmiştir. Bu başarıda, padişahın liyakate verdiği önemin payı büyüktür. Barbaros Hayreddin Paşa gibi tarihin en büyük denizcilerinden birini kaptan-ı derya yapması, devlet adamı seçimindeki isabetin göstergesidir. Barbaros’un yetiştirdiği Turgut Reis ve Salih Paşa gibi denizciler, Osmanlı deniz kudretini Cebelitarık’tan Hint Okyanusu’na kadar taşımışlardır. Böylece Kanûnî devrinde kara ordusunun yanında deniz gücü de bir imparatorluk kuvvetine dönüşmüştür.

Ancak bu ihtişamın gölgesinde bazı hatalar da göz ardı edilmemelidir. Öztuna’ya göre Kanûnî devri yalnızca zaferler, hukuk reformları, sanat ve bilimin gelişmesiyle değil; aynı zamanda gelecekteki zayıflamanın temellerinin atılmasıyla da anılmalıdır. Özellikle saray çevresindeki entrikalar, Şehzade Mustafa’nın trajik ölümü gibi iç politikada güveni sarsan olaylar, devlet yönetiminde kalıcı izler bırakmıştır. Ayrıca İran seferlerinde askerî kaynakların yıpranması, Avusturya cephesinde kalıcı bir üstünlüğün sağlanamaması ve bürokraside giderek artan rüşvet eğilimleri, bu mükemmel görünen devrin karanlık yönlerini oluşturur.

Yine de Kanûnî Sultan Süleyman, “Muhteşem Süleyman” unvanını yalnızca kazandığı savaşlarla değil, aynı zamanda kurduğu hukuk düzeni ve dünya siyasetinde bıraktığı saygınlıkla hak etmiştir. Onun devri, Osmanlı’nın hem kudretinin hem de insanî idare anlayışının zirve noktası olarak tarihte eşsiz bir dönemdir.

2 Kasım 2024 Cumartesi

Kütahya Domaniç Tarihi Gezisi

Kütahya Domaniç Gezisi

Ebe Hatun Türbesi

Anadolu Selçuklu Devleti'nin uç beyliğini alan Kayı Boyu Domaniç'i yaylak olarak kullanmaya başlamıştır. Ebe Hatun Ebe Çamlığı adı verilen yerde bir çadır hastanesi kurar. Aşiret Domaniç yaylasına geldiği zaman hamile kadınlar, doğum yapmasına az zamanı kalanlar veya doğum yapmış kadınlar Ebe Hatun'a başvururlar ve çadır hastanesinde tedavi görürler, bakımları gerçekleşir. Ebe Hatun insanlara yol gösteren, sözü dinlenen, hikmetli bir kadındır. Rivayete göre Osmangazi'nin annesi Halime Hatun Ebe Çamlığı'nda doğum yapmış ve Osman Gazi'yi burada kucağına almıştır.

Ebe Hatun yayladan topladığı şifalı otlarla kadınlar ve bebekleri için lohusa şerbeti yapar, onlara içirirdi. Hayatını kadınların ve çocukların bakımına adamış bir eren kadındır. 





Mızık Çamı

Karakeçili Yörükleri bir rivayete göre göç zamanında Mızık Çamının altına gelir günlerce kalırlarmış. Hayme Ana bu çamın dallarına salıncak kurar ve torunu Osman Gazi'yi avuturmuş. Mızık Çamı 743 yaşında 11 metre boyunda, 1.5 metre çapındadır. Mızık Çamı 1987 yılında devrilmiş ve anıt ağaç olarak tescil edilmiştir. 












 Haymana (Hayme Ana Türbesi)

Hayme Ana Türbesi Osmanlı Devleti'nin kurucu atası olan Ertuğrul Gazi'nin annesine aittir. II. Abdülhamit Domaniç'e bir heyet göndererek ninesi Hayme Ana'nın mezar yerini tespit ettirmiştir. Türbe ilk olarak resmi bir törenle açılmış ve türbenin bakım ve korunma işi de Yakupoğullarına verilmiştir.  Hayme Ana'nın mezarını bulmak için görevlendirilen kişiler Domaniç'e geldiklerinde Çarşambalı bir köylü evinde dedesinden kalma deri üzerine yazılı bir belgeyi yetkili kişilere verir. Deri üzerine yazılmış belgede Hayme Ana'nın mezarının Çarşamba köyünde olduğu yazılıdır. Köydeki bütün yatırlar incelenir ve Hayme Ana'nın olduğuna inanılan mezar işaretlenir. Bulunan mezar türbe hâline getirilir.

Kayı Boyu Bozkır kültürüne bağlıdır dolayısıyla onlar için konar göçerlik ve çadır önemlidir. Hayme Arap dilinde çadır manasına geldiğine göre Çadır Anası anlamına gelen Hayme Ana oğlu Ertuğrul Gazi'yi ve torunu Osman Gazi'yi yetiştirerek Osmanlı Devleti'nin kuruluş temelini atan kişidir. Ondan dolayıdır ki Türk milleti devletini Devlet Ana olarak da anmaktadır. Yapılan son araştırmalar neticesinde Hayme Ana'nın Gündüz Alp'in karısı olduğuna kesin gözle bakılmıştır. Ertuğrul Gazi'nin babası, Gök Alp'in oğlu Gündüz Alp'tir. 

Hayme Ana eşi Gündüz Alp öldükten sonra da obasını idare etmiş ve yönetmiş biridir. Hayme Ana Türk kadının sembolüdür ve adaleti, cesareti, güçlü kişiliği temsil etmektedir. 

Hayme Ana Türbesi'nin bahçesinde bulunan müzeyi de gezip, gördük.

















Karacabey Longoz Ormanları

Karacabey Longoz Ormanları

Karacabey Longozu, Türkiye’nin en dikkat çekici sulak alan ekosistemlerinden biridir. Susurluk Irmağı, denize dökülmeden önce geniş bir düzlükte akışını yavaşlatır. Bu noktada deniz dalgalarının biriktirdiği kum seti, ırmağın denize ulaşmasını engeller. Denize dökülemeyen suyun çevreye yayılmasıyla Kocaçay Deltası ve Karacabey Longozu oluşur. Bu doğal süreç, alanı sürekli değişen bir su-orman dengesi hâline getirir. Bu nedenle Karacabey Longozu, halk arasında “Su Basar Ormanı” olarak da bilinir.

Longoz, çeşitli canlı türleriyle zengin bir yaşam alanıdır. Ak pelikan, kara leylek, kuğu ve flamingo gibi kuş türleri burada görülür. Ayrıca nesli tükenme tehlikesi altındaki yaban mandaları da bu bölgenin simgesel canlılarındandır. Biz ormanı ziyaret ettiğimizde yerli inekler, keçiler ve koyunlarla karşılaştık; ayrıca mandaları yakından gözlemledik. Bölgede deltadaki su kaynaklarından yararlanan küçük ölçekli alabalık çiftliklerine de rastladık.

Karacabey Longozu, bitki örtüsü bakımından da oldukça çeşitlidir. Maki florasının yanı sıra dişbudak, karaağaç, kızılağaç ve söğüt türleri ormanda geniş yer kaplar. Ağaç gövdelerine dolanan sarmaşıklar, ilkbaharda açan nilüfer çiçekleriyle birlikte longozu görsel bir şölene dönüştürür. Özellikle suyun yükseldiği bu mevsimde, ormanın güzelliğiyle birleşen kuş sesleri bölgeye büyüleyici bir atmosfer kazandırır.

İlkbahar aylarında bu eşsiz manzarayı yeniden görmek ve longozun değişen yüzüne tanıklık etmek istiyorum.



























Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...