Yaşar Kemal / İnce Memed Dörtlemesi: Adalet Arayışının
Destansı Yolculuğu
Yaşar Kemal / İnce Memed Dörtlemesi: Adalet Arayışının
Destansı Yolculuğu
Sabahattin Ali / Çakıcı'nın
İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları
Eşkıyalığın
Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram
Eşkıyalık, tanımı kolay,
anlamı karmaşık bir kelimedir. Birinin hırsızı olan insanlar, ötekinin kahramanı
olabilir. Kimi zaman bir dağın doruğunda isyan; kimi zaman köylünün sofrasında
pay edilen ekmektir. Eşkıyalık; ne yalnızca silaha davranmak ne de sadece
devlete baş kaldırmaktır. Eşkıyalık, adaletin kaybolduğu yerden çıkan bir
çığlıktır. Ve her çığlık gibi; yankılandığı dağlara göre anlamı değişir.
Bu kavram üzerine
yüzyıllardır iki ayrı dünyanın sesi yükselir. Bir yanda eşkıyalığı suçun
karanlığına itenler vardır: düzeni tehdit ettiğini, korku saldığını, halkın
malına göz diktiğini savunanlardır bunlar. Onlara göre eşkıyalık; toplumsal
barışın altını oyan, zayıf devletlerin sığındığı bir acizliktir. Öbür yandaysa
eşkıyalığı bir halk direnişi, bir ahlaki kalkışma, bir iç hukuk olarak görenler
bulunur. Onlar eşkıyalığı, toplumsal bir hatırlatma olarak okurlar: “Adaleti
siz vermezseniz, biz alırız,” diyenlerin sesi…
Fernand Braudel, bu
ikinci sesin tarihsel yankısını duyanlardandır. Ona göre eşkıyalık, göz ardı
edilmiş küçük insanların büyük dünyaya atılmış bir işaret fişeğidir.
Araştırılmayan, tanınmayan, unutulmuş olanın varlık bildirisi... Eşkıya, zulmün
olduğu yere doğar; onun adımları, devletin görmezden geldiği yerlere basar.
Çünkü güçlüler tarih yazar, ama ezilenler ancak eylemlerle iz bırakır.
Braudel’in ardından Eric
Hobsbawm, bu sesi daha da belirginleştirir. Toplumsal eşkıyalık kavramını
literatüre kazandırırken, eşkıyayı halkın gözünde bir kahraman, bir adalet
yürütücüsü olarak tanımlar. Hobsbawm’a göre bu tür eşkıyalar; halkla beraber
yaşar, onların dilini konuşur, sofralarına oturur ve onların duasıyla yaşar.
Zenginden alır, yoksula verir; düşenin yanında, zulme uğrayanın önünde durur.
Bu eşkıya tipi, tarih
boyunca kimi zaman bir dağ köyünde zeybek olur, kimi zaman bir türküde adını
unutturmayan bir figür. Kimi zaman Osmanlı coğrafyasında Çakırcalı Mehmet, kimi
zaman Latin Amerika’da Pancho Villa... Ancak ne adları ne yerleri bu gerçeği
değiştirmez: onlar, devletin yasasının olmadığı yerde halkın vicdanına göre
hareket edenlerdir.
Yine de Hobsbawm, bir
hakikatin altını çizer: Bu eşkıyalar, halktan çalmaz. Hatta istemeden zarar
verseler bile, bu zarar düzenin kendisinin verdiği zararla kıyaslandığında bir
su damlası gibi kalır. Bu yüzden onların eşkıyalığı, bir ahlaki duruşa; hatta
zamanla bir halk ideolojisine dönüşür.
İstibdattın Gölgesinde
Büyüyen Bir Vicdan: Siyasal Arka Plan
Sabahattin Ali’nin ‘‘Çakıcı’nın
İlk Kurşunu’’ hikâyesi, sadece bireysel bir öfkenin hikâyesi değildir. O
kurşun, bir çocuğun babasına duyduğu hasretle, halkın içine işlemiş, yıllardır
dinmeyen bir zulmün yüküyle sıkılmıştır. II. Abdülhamit döneminin baskıcı
yönetimi yalnızca muhalifleri susturmakla kalmamış; aynı zamanda toplumsal
vicdanı kurutan bir çöl gibi yayılmıştır. İstibdat, kanunları olan ama adaleti
olmayan bir düzenin adıdır bu hikâyede.
Bu karanlık düzende
mütegallibe denilen yerel zorbalar, halkın boynuna ip gibi dolanır. Rüşvetle
satın alınmış makamlar, jandarma komutanlarının, kaymakamların,
müddeiumumilerin zenginler tarafından himaye edilmesini sağlamıştır. İstibdat
düzeni, halkı korumak yerine halktan korunan bir yapıya bürünmüştür. Adalete
ulaşmak için açılan her kapı, ardına kadar mütegallibenin ardına kapanmış;
yoksulun elinde ise yalnızca suskunluk kalmıştır.
Mehmet, bu suskunluğun
içinde büyür. Onun babası Çakırcalı, bu karanlığın içinde doğmuş bir
yıldırımdır. Ama Mehmet, yıldırımdan sonra gelen sessizliğin çocuğudur.
Babasının kahpece öldürülüşüne tanık olurken; anası dipçikle dövülürken, evleri
yağmalanırken, kendisi zincirlenirken susar. Çünkü konuşmak ona yasaklanmıştır.
Yalnızca bir kurşunla konuşabileceğini, yıllar sonra öğrenecektir.
Bu düzen içinde Mehmet’in
attığı kurşun, sadece bir katili hedef almaz. Aynı zamanda istibdat düzenini,
onun çürümüşlüğünü ve adaletsizliğini hedefler. Sabahattin Ali, burada
Çakıcı’nın kurşununu sembolik bir direniş aracı olarak sunar. Ödemiş’te
patlayan o ilk ses, bir hayatı, bir düzeni hedef alır; Sabahattin Ali’ye göre,
bu ses istibdattın saray duvarlarına
kadar ulaşır.
Çakıcı'nın hedef aldığı
düzen, sadece Abdülhamit'in kişiliğinde cisimleşmez. O düzen, zulmün
kurumsallaştığı, adaletin ise yerleşemediği bir yapının bütünüdür. Saltanat, saraylarda,
köy kahvelerinde, mahkeme salonlarında, jandarma karakollarında da hüküm
sürmektedir. Ali’nin bakışında bu yapıya karşı durmanın meşruiyeti, halkın
suskunluğunu delen her sesle birlikte daha da büyür.
Toplumsal Hafıza:
Ezilenlerin Sessiz Çığlığı
Sabahattin Ali’nin
kaleminde halk, edilgen bir kitle olmaktan çıkar. Çakıcı Mehmet’in hikâyesi,
halkın belleğinde taşınan suskun çığlıkların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Türkülerde,
ağıtlarda, bakışlarda yankılanan o sessizlik, Mehmet’in silâhında vücut bulur.
Bu yüzden attığı kurşun unutulmaya zorlananların hatırlanma çabasıdır.
Çakıcı'nın halk
nezdindeki itibarı, hakkını arayan bir mazlum olarak yeşerir. O, köylünün
çalınan buğdayının, gelinin bozulmuş çeyizinin, okul hayali kuran çocuğun sesi
olur. Bu figürün gücü adaletsizlik karşısındaki kararlılığından gelir.
Sabahattin Ali, bu
anlatıyı yalnızca bireysel bir kahramanlık destanı olarak kurmaz. O, Çakıcı’nın
yaşadıkları üzerinden kolektif bir vicdanı dile getirir. Ezilmişlerin,
ötelenmişlerin, hor görülmüşlerin ortak hikâyesi, bu karakterde yeniden
yazılır. Ve bu yazım, kalemle, kanla, terle, suskunlukla yapılır.
Toplumsal hafıza, anlatılanlarla
da anlatılamayanlarla da şekillenir. Çakıcı’nın geçmişi, bu suskunluğun
tarihidir. Babasının ölümünden sonra her gün biraz daha büyüyen öfkesi, halkın
içinde kök salmış adaletsizlikle birleşir. Bu birleşme, onu birey olmaktan
çıkarır; halkın yürüyen vicdanı hâline getirir.
Psikolojik Derinlik:
Kurşunun Ardında Gizlenen Çocukluk
Sabahattin Ali'nin
çizdiği Çakıcı Mehmet Efe portresi, bir eşkıyanın, aynı zamanda ruhu erken
yaşta dağlanmış bir çocuğun hikâyesidir. On altı yaşındaki Mehmet, babasının siluetinden
devraldığı yarım kalmış ömrün yüküyle yürür. Henüz hayatla tanışamadan, hayatın
karanlık yüzüyle tanışmak zorunda bırakılmıştır. Bir çocuğun iç dünyasında
yeşermesi gereken masumiyet, onun gözlerinde yerini suskun bir öfkeye, sabırlı
bir kararlılığa bırakmıştır.
Bu dönüşüm, yalnızca
toplumsal şartların dayattığı bir mecburiyet değildir. Aynı zamanda bir iç
hesaplaşmadır. Mehmet’in içinde taşıdığı duygular yalnızca kin ya da intikam
duygusu da değildir. O aynı zamanda babasının anısına duyduğu derin sevgiyle,
anasının maruz kaldığı zulme duyduğu acıyla, kendi varlığının
değersizleştirilmesine karşı hissettiği dirençle örülmüştür.
Mehmet’in ilk kurşunu
sıkarken hissettiği duygu, bu sessizliğin konuştuğu andır. Dışarıdan
soğukkanlı, hatta belki ürkütücü bir kararlılık gibi görünen davranışı, aslında
içsel olarak yavaş yavaş örülmüş bir suskunluğun patlamasıdır. Kurşun, yıllarca
bastırılmış, hor görülmüş, susturulmuş bir çocuğun içindeki karanlığa
sıkılmıştır.
Sabahattin Ali, Mehmet’in
psikolojik dünyasını çizmekte ustaca davranır. Onun sertliği, hayal
kırıklıklarının birikiminden gelir.
Çakıcı’nın ormanda
sessizce yürümesi, içsel bir arınmanın başlangıcıdır; o, adaletsizliğe karşı kurşun sıkan biri
olmaktan çok, kendi içinde adaleti yeniden kurmaya çalışan biridir.
Ve her eşkıyanın içinde
bir çocuk vardır. Bazen annesinin dizine başını koymak isteyen, bazen okula
gitmeyi hayal eden, bazen de bir defterin ilk sayfasına ismini yazmak isteyen
bir çocuk... Mehmet’in hikâyesi, o çocuğun sonsuza dek kaybolduğu yerden başlar.
Zeybeklik Ahlakı
Zeybeklik, bir yaşam
biçimi ya da yöresel bir kimliktir; aynı zamanda ahlaki bir duruş, bir halk
vicdanının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Çakıcı Mehmet Efe, bu duruşun en
sembolik örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Onun eşkıyalığı, düzenin
hukukundan umudu kesmiş bir halkın kendi adaletini arama biçimidir. Ancak bu
adalet, her yolun mubah sayıldığı bir hınç değildir. Onun içinde bir ölçü, bir
sınır, bir ahlak vardır.
Sabahattin Ali,
Çakıcı’nın karakterinde bu zeybeklik ahlakını derinlemesine işler. Onun silahı
yalnızca düşmana çevrilir, mazluma değil. Kadınlara, çocuklara, yoksullara
uzanan eller, hangi taraftan gelirse gelsin cezalandırılır. Deli Mehmet’in bir
köylü kızına göz koyması karşısında verdiği sert tepki, yalnızca kişisel bir
öfkeyi barındırmaz. Bu bir ilkedir: ‘‘Irz düşmanı, Çakıcı’nın arkadaşı olamaz.’’
Bu söz, bir yemin kadar
sarsılmaz, bir kural kadar bağlayıcıdır. Çünkü zeybeklik, zulme karşı
başkaldırırken, kendi içinde zulme benzememeye de ant içmiştir.
Çakıcı, zeybeklerin
içinde bir denge unsuru olarak belirir. Kamalı Efe, Gavur İmam, Gökdeleli gibi
çeteler halka korku salar, adalet değil baskı getirirken; Çakıcı onları, sapmış
adaletin simgeleri olarak görür; bu nedenle onları hedef alır, cezalandırır,
ortadan kaldırır. Zeybeklik onun için dağlarda özgürce dolaşmak; dağın yükünü,
halkın yüküyle eşitlemektir.
Zenginden alıp yoksula
vermesi, bir vicdani düzeltmedir; padişahın kuramadığı düzeni, onun eksikliğini
hissederek kendi ilkeleriyle kurar. Ve her adımında şu bilinç vardır: Güç,
sorumluluk doğurur. Kurşun yalnızca hedefi vurmaz; doğrultulduğu yön, ahlaki
bir tavrı da gösterir.
Zeybeklik, bu yönüyle
Çakıcı’da bir isyandan çok bir inşaya dönüşür. Yıkmak için değil, iyileştirmek
için dağlara çıkan bir adamın hikâyesi olur. Ve bu inşa, yalnızca köprüyle,
mekteple sınırlı kalmaz; en çok vicdanda, en çok kalpte yankı bulur.
Kadınlar, Çocuklar ve
Sessiz Mazlumlar
Sabahattin Ali’nin
hikâyesinde kadınlar, çocuklar ve sessiz mazlumlar; eşkıyalığın hangi safta
durduğunu belirleyen pusulalardır. Her eşkıya öyküsünün sonunda bir meydan, bir
kavga, bir kurşun vardır belki ama başlangıcında çoğu zaman bir anne çığlığı,
bir çocuk ağlayışı ya da bir kadının bastırılmış sesi vardır.
Çakıcı Mehmet Efe’nin
öfkesi, doğrudan bu bastırılmışların yankısıdır. Evinin basılıp kadınların
dipçikle dövülmesi, bir annenin çığlığının karakolun taş duvarlarında
boğulması, bir çocuğun sırf babasının adı yüzünden hapsedilmesi… Bütün bu
adaletsizlikler, halkın yaşadığı kolektif travmanın sahneleridir.
Çakıcı, bu mazlumların
adına yürür. Onun hedefi yalnızca mütegallibe ya da istibdattın yozlaşmış
görevlileri değildir. O, sistemin çarkları arasında ezilen her bir sesi işitir.
Çeyizi olmadığı için evlenemeyen genç kız, hasta olduğu hâlde bakıma ulaşamayan
köylü, okul hayali kurup da bir tahta sıraya hiç oturamamış çocuk… Onun
vicdanında yolunu aydınlatan kandillerdir.
Eşkıyalık bu yönüyle
Çakıcı’da bir halk pedagojisine dönüşür. Çünkü o, yalnızca malları
paylaştırmaz; adaleti de yeniden dağıtır. Köylerde kız çocuklarının eğitimine
destek olur, yoksul evlerin mutfağına sıcak çorba götürür, çaresizlerin seslerine kulak verir.
Sabahattin Ali, bu
figürleri yazarken onların üzerinden kendi inançlarını da işler. Ona göre bir
toplumda herkesin, özellikle kadınların ve çocukların insanca yaşama, eğitim
görme ve onurlu biçimde var olma hakkı vardır. Padişahın bu hakkı sağlayamadığı
yerde, bir eşkıyanın sorumluluk üstlenmesi, toplumun ne kadar yalnız
bırakıldığının da bir göstergesidir.
Çakıcı’nın en çok
üzerinde durduğu konulardan biri eğitimdir. Okuyamamanın ne demek olduğunu
bizzat yaşamış biri olarak, çocukların okul hayallerini gerçekleştirmek için
dağlardan mektepler inşa ettirir. Bu, bir kurşunun bile yıkamayacağı kadar
güçlü bir direniştir: cehalete karşı vicdanın yükselttiği bir okul binası.
Mazlumların hikâyesi,
Çakıcı’nın yürüdüğü her yolda yankılanır. Onun adımları, dağları, vicdanları da
titreten bir efsaneye dönüşür.
Efsaneleşen Ölüm: Tarih
Kimin Kalemiyle Yazılır?
Çakıcı’nın ölümü, bir
hayatın sonu olmaktan çok bir anlatının başlangıcına dönüşür. Sabahattin
Ali’nin kaleminde bu ölüm, efsanenin tarihe kafa tutmasıdır. Çünkü onun ölümü, bedenin
toprağa karışmasıyla, halkın belleğinde kök salan bir direnişin
ölümsüzleşmesidir.
İstibdat düzeni, bir
eşkıyayı öldürerek düzen kurduğunu sanır. Oysa bazı ölümler vardır ki
yaşayanlardan daha çok şey anlatır. Çakıcı, başı kesilmiş bir ceset olarak
bırakılır, Anzavur’un askerleri onun gövdesine bakar ama anlamaz; çünkü
o beden, halkın öfkesiyle, suskunluğu ile, hayaliyle örülmüş bir semboldür artık.
Sabahattin Ali, bu
sahneyi yazarken yalnızca dramatik bir etki kurmak istemez. Asıl derdi, tarihin
nasıl yazıldığını, kimlerin kahraman ilan edildiğini ve bu kahramanlıkların
ardında hangi karanlık hesapların yattığını sorgulamaktır. Çakıcı’yı öldürenler,
bir zafer nişanesi gibi kalpaklarını değiştirirler. Oysa zafer, gerçek olmayan
gösterilerle ilan edilmiştir.
Kurşunun
Ardında Kalanlar
Sabahattin Ali’nin
“Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı anlatısı, susturulmuş halkın, hor görülmüş
çocukların, suskun kadınların, çiğnenmiş adaletin hikâyesidir. Kurşun, yalnızca
bir can almaz; bir sistemin kalbine saplanır. Ali’nin Çakıcı’sı, ne bütünüyle
bir kahramandır ne de sadece bir suçlu. O, zamanın içinden geçip gelen bir
vicdan yüküdür.
Hikâyede padişahın baskısı,
halkın çaresizliğiyle birleştiğinde doğan boşluğu, bir dağdan yükselen ses
doldurur: Çakıcı’nın sesi. Bu ses, yapmanın, onarmanın, inşa etmenin sesidir.
Eğitim, adalet, eşitlik… Bunları sağlayamayan bir düzenin karşısında, elindeki
martiniyle ama yüreğindeki merhametle yürüyen bir adam çıkar karşımıza.
Sabahattin Ali bu öyküyle
bize yalnızca tarihsel bir kesit sunmaz; aynı zamanda bir ahlaki tartışma açar.
Adalet kimindir? Tarih kimindir? Kahramanlar kimlerin gözleriyle seçilir,
kimlerin dilleriyle efsaneleştirilir?
Kaynakça
Ali, S. (2019). Çakıcı’nın İlk Kurşunu (B. Toprak, Ed.). Yapı Kredi Yayınları.
Bayrak, M. (1985). Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri. Yorum Yayıncılık. S. 314
Braudel, F. (1990). Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (M. A. Kılıçbay, Trans.). Eren Yayıncılık. Sayfa. 57-71
Hobsbawm, E. J. (1995). Sosyal İsyancılar (N. Doğru, Trans.). Sarmal Yayınevi. Sayfa. 11-23
İlgürel, M. (1995). Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. S. 466-468
Moran, B. (2001). Türk romanına eleştirel bakış II. İletişim Yayınları. S. 7-20
Johann Wolfgang von Goethe / Genç Werther’in Acıları
Kalbin Taşıyamadığı Hakikat
İnsan bazen birini sever ve bu sevgi bir ömre sığmaz. Johann
Wolfgang von Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı eseri, yalnızca bir
aşkın hikâyesini anlatmaz; burada kalbin sınırlarında gezinen, ruhun derin
yaralarına dokunan bir içe bakış vardır. Werther’in kalbi bir kadına duyduğu
aşkı, dünyayı, anlamı ve insanlığı yüklenmeye kalkar, bu yük de ona ağır gelir.
Werther’in hikâyesi, ilk başta doğanın ortasında başlayan yumuşak bir düş gibi görünür. Ama çok geçmeden Goethe, o düşü elinden çeker okurun. Yerine kırılgan bir ruhun çırpınışlarını, insanın anlaşılma arzusunu, kaygan bir iç dengeyi koyar. Çünkü Werther’in yaşadığı şey, bir kalp çarpıntısından öte, bir anlam arayışıdır. O, Lotte’nin gözlerinde, özlemini duyduğu bir saflığı, bir sıcaklığı, belki de çocukluğunun kayıp göğünü görür. O yüzden Lotte’nin varlığı, Werther’in tutunduğu tek zemindir, fakat dünya, böyle bir zemine sahip çıkmaz. Gerçeklik, hayalleri göğsünde barındırmaz. Lotte, bir düşün kişileşmiş hâli olmaktan çok, kendine ait bir iradeyle, geçmişle, sorumlulukla yoğrulmuş bir insandır. Albert’le birlikte oluşu, yalnızca mantığın ürünü sayılmaz; kalbin sessizce kabullendiği bir düzenin devamıdır. Lotte kendi kararlarıyla ayakta durmaya çalışırken, Werther hayallerinin içinde tutunacak bir el arar. Aradığı, bir kucaktan çok bir anlamdır.
Goethe burada parlayan bir gözdür: Karakterlerini ahlak
cetveline dizmez. Lotte ne tamamen lekesiz bir figürdür, ne de kalbin
pusulasını saptıran biridir. Zaman zaman Werther’in duygularına cevap vermesi,
onu içsel bir boşluğun içinde yönsüzleşen bir kalbe taşır. O kalp, kimi zaman
bir bakışta, kimi zaman bir kelimenin için gizlenir, kimi zaman da susar; ama
bu suskunlukta bile bir çağrı vardır.
Albert ise yalnızca bir rakip olarak belirip, kaybolmaz. O,
aklın, düzenin, toplumun sağduyulu sesi gibidir. Werther’in gözlerinde onun
yeri, engel olmaktan çok bir sınır çizgisi oluşturur. Ve bu sınır, Werther’in
ruhuna yabancıdır. O, sezgiyle, tutkuyla, coşkuyla yaşayan bir kalptir; Albert
ise ölçülü, kontrollü bir sadakati tercih eder. Ve bu tercih, Werther’in
gözünde bir uzaklık yaratır, sessizliğiyle Werther’in yalnızlığı daha da derinleşir.
Werther’in çıkmazı, yalnızca kalbin kırılmasıyla sınırlı
kalmaz, bu çıkmaz, hayatla kurulan tüm bağların gevşemesiyle derinleşir. Bir
noktadan sonra Werther, Lotte’yi de, kendini de yitirir. Sevdiği kadının
elinden kayıp gidişi, onun içindeki dünyanın da parçalanmasına yol açar.
Sonunda önünde iki yol belirir: Ya dışsal engeli ortadan kaldıracaktır ya da
kendi iç sancısına teslim olacaktır. Ve o, ikinci yolu seçer.
Goethe, Werther’in ölümüyle sadece bir son çizmez. Onun
sabaha dek sürüp giden can çekişmesi, bir iç parçalanmanın iz düşümüdür. Kalbin
atmaya devam ettiği ama artık hiçbir anlam taşımadığı bir zamandır o süre.
Werther’in seçimi, bir kurtuluş olmaktan çok, varlığın dayanamayacak kadar ağır
geldiği anın sonucudur.
Ölüm bile ona huzur getirmez. Dönemin dini kuralları,
intihar edenin ardından tören yapılmasına izin vermez. Werther, yaşamda olduğu
gibi ölümde de yalnız bırakılır. Onun duyulmayan çığlıkları, toprağın altında
da susturulmuştur. Dünya, kendi kalıplarına sığmayan bu ruhu yaşarken de,
öldükten sonra da dışarıda bırakmıştır.
Ossian’ın Colma’nın Şarkısı, Werther’in iç dünyasının
yankısı gibidir. Kaybedilen bir aşkın ardından gelen yas, aşkın ve ayrılığın bütün
varlığını anlatır. Ossian’ın dizeleri, Werther’in içindeki karanlıkta
yankılanır. Bu dizeler, bir kaybın ardından tutulmuş yasın, kendini anlamaya
çalışan bir ruhun çırpınışlarıdır. Melankoli, Werther’in içinde gelip geçen bir
duygu olmaktan çok, onun dünyaya bakış biçimidir; orada huzur yoktur ama
hakikat vardır.
Goethe, aşkı bir oyun olarak sunmaz. Onun kaleminde aşk,
insanın kendine açıldığı, kırıldığı, çoğu zaman da kaybolduğu bir alandır.
Lotte’nin ikilemi, Werther’in sarsılışı ve Albert’in her şeyi bildiği hâlde
susması, insan doğasının her biri farklı yönlerini gösterir. Werther’in
hikâyesinde her okur kendi içindeki gizli bir kapıdan geçer. Çünkü hepimiz bir
zamanlar birine sarılıp kendimizi bulacağımızı sandık.
Goethe’nin Werther’i bir aşk romanından çok daha fazlasıdır.
Bu eser, zamanın tozunu üzerinden silkip hâlâ kalbimizin orta yerine oturur; çünkü Werther’in acısı, yalnızca ona ait kalmaz. O, artık hepimizin içinde yaşayan
bir soruya dönüşür: Sevdiğimiz kişi miydi, yoksa içimizde ona yüklediğimiz anlam
mıydı asıl kaybettiğimiz?
Werther, kendini anlatmak isteyen bir kalbin, dünyanın
duvarlarına çarpa çarpa parçalanmasını dile getiren bir suskunluktur;
kelimeleriyle seslenir ama asıl anlatmak istediği, kelimelerin taşıyamadığı bir
iç acının çığlığıdır; doğanın yeşiliyle, göğün mavisiyle avunmak ister fakat
bunların geçici huzurundan sonra, içindeki fırtınanın yine de dinmediğini
hisseder; çünkü o, insan olmanın yükünü, kendine ait olmayan bir aşkla, kendi
içinde çözülmeden bırakılmış binlerce soruyla taşımaktadır.
Mektuplarında bir sığınak arar; yazarken nefes almak ister; fakat bu nefes, bazen bir hatıra olur, bazen bir dokunuşun yokluğu, bazen de karşılıksız bir bakışın ardından gelen sessiz kırılmadır; hayran olduğu Lotte’nin varlığıyla şekillendirdiği duygular, zaman geçtikçe bir kadına duyulan özlemden çok, bir dünyaya duyulan ait olamama hissine dönüşür.
Albert, düzenin, mantığın ve toplumsal onayın bir temsili
olarak durur karşısında; onun varlığı, Werther’in içindeki tüm çığlıkları
bastırmaya çalışan bir duvar gibidir; fakat bu duvar her gün biraz daha
yükselir, Werther’in nefesini keser; Lotte’nin gözlerinde umut görmek isterken,
her defasında sınırları hatırlatılır; hissettiği şeyin ağırlığı, sıradan
karşılıklarla hafifletilemeyecek kadar derindir.
Gün gelir, zamanın içinde sıkışır kalır; ne ilerleyebilir,
ne geri dönebilir; içinde kıpırdayan o büyük suskunluk, her an biraz daha
büyür, derinleşir; onun için aşk, yakınlık arzusu, yaşamaya dair bütün
anlamların sığındığı tek alandır; bu alan daraldığında, içinde bulunduğu dünya
da çöker; çünkü onun için Lotte, bizzat hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu
soluktur.
Werther, intiharı bir kaçış olarak düşünmez; aksine,
yaşamanın artık bir anlam taşımadığı noktada alınan son karardır; bu karar, bir
tükenmişliğin, içi boşalan bir dünyanın merkezine bırakılmış bir suskunluğun
yansımasıdır; çünkü anlatmaya çalıştığı ne kadar çok şey varsa, duyulmadığında
o kadar ağır gelir, o kadar çok ezer insanı.
Kalemle çizilen bir kaderin, toplumsal rollerin dar
kalıplarıyla şekillendirilmeye çalışıldığı bir zamanda, Werther yalnız kalır; kimse
onun duygularının derinliğine bakmaya, onun gözlerinde yanan sessiz ateşi
anlamaya yanaşmadığından; onun gidişi, bir vedadan çok, var
olamamanın içe doğru kıvrılmış son hâlidir.
Cenazesinde bir dua okunmaz, bir ağıt yakılmaz; ölümünde
bile yargılanır, çünkü yaşarken anlaşılmamış bir ruh, öldüğünde de topluma ait
sayılmaz; ama Werther’in ardından kalan her cümle, yeryüzünde anlaşılmayı
bekleyen bir kalbin sessiz çağrısı olarak kalır; bu çağrı, hâlâ bir yerlerde
duyan varsa, belki bir gün cevabını bulur.
Ormanın Unutulmuş Dili
İnsan kendini ne zaman ormandan ayırdı?
Bu soru, insanın kendi ruhuna dönük bir çağrıdır.
Çünkü orman, sadece ağaçlardan oluşan bir varlıklar topluluğu değildir. Orman,
insanın ilk aynasıydı. Ve insan, o aynaya bakmayı bir gün bıraktı.
İlk bakışta bu ayrılış, konforun, teknolojinin ve
hızın cazibesine kapılmakla açıklanabilir. Ama asıl neden daha derinde yatıyor.
İnsan, kendine bakmaktan, köklerini görmekten, geçmişiyle yüzleşmekten yoruldu.
Ormanın aynasında kendi kırılganlığını, faniliğini ve sınırlarını görüyordu. Ve
bu, ona ağır geldi.
Oysa insanın hikâyesi, cennetle birlikte başladı.
Cennet, bir ormandı; dalları göğe değen, yapraklarıyla insanın çıplaklığını
örten ağaçlarla dolu bir diyardı. Orada zaman yavaş akardı, çünkü her şey anlam
içindeydi. İnsan, toprağa dokunarak yürür, suyun sesini duyumsayarak düşünürdü.
O günler geçti. Şimdi insan, kendini doğanın dışına koyan tek canlı oldu. Ne
yazık ki üstün olduğunu zannederken doğadan ayrıldığını fark etmedi.
Orman, hâlâ orada. Sakin, sabırlı ve derin. Ama biz
artık o dile yabancıyız. Orman konuşmaz ama anlatır. Dalların hışırtısı, bir
yaprağın yere düşüşü, bir tilkinin bekleyişi, geyiğin içtiği su… Hepsi birer
cümle. Hepsi birer öğreti. İnsan zihninin gürültüsünde bu cümleler kayboluyor.
Ormanda zaman başka türlü akar. Bir derenin sesi,
zamanı kıvrım kıvrım taşıyorsa da, bir ağacın gövdesinde yıllar boyunca
çizilmiş halkalar zamanın içimizde nasıl katlandığını gösterir. Ağaç yaşar; ama
görünmeden yaşar. Direnir, ama sessizce. Ağaç büyür; ama gösterişsiz. Ve her
şeyden öte, ağaç bağlanır. Kökleriyle toprağa, diğer ağaçlara ve geçmişe
bağlanır. Bu yüzden orman, birliğe ait bir varlıktır.
İnsansa köksüzleşti. Betonlar kök salmaz. Asfalt
hatırlamaz. Plastik konuşmaz. Ama biz, kendimizi onların içine yerleştirdik ve
bunu gelişme sandık. Halbuki uzaklaşmaydı bu. Kendi doğamızdan, iç sesimizden,
en ilkel ama en gerçek parçamızdan.
Köklerin hafızası vardır. Toprak her şeyi hatırlar.
Rüzgârın öfkesini, yağmurun sevincini, kuraklığın sessizliğini... Hepsini taşır
o kökler. Biz ise kendi acılarımızı unutmaya çalıştıkça, ruhumuzun hafızasını
silmeye çalıştık. Orman, bu yön duygusunu her hücresinde taşır. İnsan ise
pusulasız kaldı.
Gölgeyle barışık yaşar orman. Çünkü ışığın değeri
ancak gölgenin varlığıyla anlaşılır. Gölge, saklananın değil, korunanın
yeridir. Biz insanlar gölgemizden kaçtıkça aydınlığı da yitirdik. Oysa ormanın
içindeki karanlık, içerideki gözle anlam bulur.
Ormanın gecesi, yıldızlarla konuşur. O sessizlikte
yıldızların ağaca dokunuşunu hissedersiniz. Gecenin o derin sessizliği,
içimizdeki iyiliği büyütür. Bir ağacın altında, yıldızlara bakarken zaman
kaybolur. Sadece varlık kalır. Orman, bir hâl, bir bilinçtir ve bu bilinç, her
şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatır.
Ormanlar, bize sabrı öğretir. Her şeyin zamanla
büyüdüğünü, hiçbir şeyin aceleyle yeşermediğini gösterir. Aynı zamanda
sınırlarımızı da öğretir. Bir ağaç, gökyüzüne uzansa da köklerinden kopmaz.
İnsan da öyle olmalıydı. Yükseklik tutkusu, köksüzlükle birleştiğinde yıkımı
getirir. Kalbimiz yeryüzünden kopunca, ruhumuz da sessizleşti.
Ormanlar, bize ‘‘biz’’ olmayı anlatır. Bir ağacın
düşen yaprağı başka bir canlının yemeği olur. Bir kuşun ötüşü başka bir kuşu
uyarır. Ormanda ben yoktur, biz vardır. Ama insan, doğanın dışında bir “ben”
icat etti. O ‘‘ben’’, ormanı duymak istemiyor. Çünkü ormanın şarkısı, birliği
yüceltiyor.
Bu şarkıyı yeniden duymak için susmamız gerekiyor.
Küçük bir fidanla ekerek, bir ağacın yaprağını
avuçlayıp ona teşekkür etmekle, çocuklara ormanı göstermekle başlayabiliriz.
Ormanın şarkısını duyan bir çocuk, dünyaya başka bir gözle bakar. Çünkü orman bedenimizi
de, ruhumuzu da besler.
Ormanlar yok olursa, aynı zamanda kendimizi kaybederiz.
Çünkü biz, ormanın unutulmuş diliyle konuşmayı bırakalı çok oldu.
Bir Yaprağın Düşüşü
Bir yaprağın düşüşü, sessizliğin içindeki en sade ama
en derin cümledir. Ne çığlık vardır ne de veda. Sadece kabul. Toprağa doğru
süzülen bir teslimiyet. Gözle görünmeyen, kulakla duyulmayan ama ruhla
hissedilen bir hareket. İnsan, bu düşüşte bir hayat dersi bulabilir ama çoğu
zaman bakmaz. Çünkü yaprağın düştüğü yerle kendi düştüğü yer arasında bir bağ
kurmak istemez.
Oysa yaprak düşerken korkmaz. Çünkü düşmek onun
doğasında vardır. İnsan da bir zamanlar bu döngüyü anlardı. Yaprağın ağaca,
ağacın köklere, köklerin toprağa, toprağın göğe bağlı olduğunu bilirdi. Her
şeyin bir bütün olduğunu… Ama sonra bir şey oldu. İnsan, zayıf görünmekten,
yere yakın olmaktan, teslim olmaktan korktu. Gücünü görünüşe bağladı. Ve
böylece düşmek, onun için bir eksiklik oldu.
Yaprak, ağacın suskun vedasıdır. Ama aynı zamanda yeni
bir başlangıcın habercisidir. Düşen yaprak, ağacın hafifleyişidir. Bir yükten
kurtuluş, bir yenilenmeye hazırlıktır. Oysa biz insanlar, tutunmayı bir erdem
saydık. Bırakmayı unutmuşuz meğer. Elimizde tutulanların çoktan solmuş olduğunu
fark edemeden, eskiyi yitirmemek uğruna kendimizi tüketmişiz.
Yaprak, yerle temas ettiğinde toprağa karışır. Ve bir
süre sonra, orada yeni bir filizin besinine dönüşür. Bu kadar basit ve bu kadar
bilgecedir onun döngüsü. Peki ya biz? Yitirdiklerimizi neye dönüştürüyoruz?
Acılarımızı hangi yeni başlangıca çevirebiliyoruz? Yoksa düştüğümüzde orada
kalıyor ve düştüğümüz yeri suçlamaya mı başlıyoruz?
Bir yaprağın düşüşünü izlemek, zamanla barışmaktır
aslında. Geçiciliği kabul etmektir. Ne hazanla savaşır ne rüzgâra direnir.
Sadece olur; olmak bazen gidebilmektir. Gitmenin zarafetini, düşmenin
sadeliğini bize hatırlatan her yaprak, unutulmuş bir öğretiyi taşır.
Yaprak yere değdiğinde, doğa susar. O sessizlik, bize
bir şey söylemek ister: Her şey yerini bilir. Ve her şey zamanında olur. Ne
erken, ne geç. Ne fazla, ne eksik. İnsan bu sesi duymak için yavaşlamalıdır.
Zihnindeki gürültüye ara vermeli. Belki de bir yaprağın düşüşünü ilk kez izler
gibi izlemeli.
Bir çocuk, ilk kez düşen bir yaprağın peşinden koşar.
Ona büyü gibi gelir. Ama büyüdükçe, bu büyüyü unutur. Yaprak sadece temizlik
zahmetidir artık. Bir süpürgeyle kenara itilecek bir fazlalık. Oysa çocuk hâlâ
hakikati görür. Düşen yaprağın içinde bir hikâye okur.
Biz insanlar yeniden o hikâyeyi okuyabilir miyiz?
Belki.
Eğer durur ve sadece bir yaprağın düşüşünü izlersek.
Toprakla Konuşmayı Unutan İnsan
Toprak konuşur. Ama biz onu duymayı unuttuk.
Bir zamanlar çıplak ayaklarımızla bastığımız,
ellerimizle kazdığımız, kalbimizle hissettiğimiz toprak... Şimdi o, bizim için
yalnızca bir yüzey. Altına gömdüğümüz betonlar, üstüne kurduğumuz kentler,
üzerine bastığımız ama bir daha asla gerçekten temas edemediğimiz bir uzaklık
hâline geldi.
Toprak, bir anne gibi dinlerdi bizi. Her düşüşümüzde
sarardı bedenimizi. Her adımda hafızasına bir iz işlerdi. Ama artık biz
toprağın üzerine basarken onu hissetmiyoruz. Sadece geçiyoruz. Aceleyle,
düşünmeden, fark etmeden.
İnsan toprağa eğilmekten utandı. Oysa toprağa eğilmek,
alçalmak değildir, bağ kurmaktır. Çünkü oradan geldik. Çünkü bedenimizin özünde
toprak vardır.
Toprak anlatırdı. Suyun nerede olduğunu, ağacın nasıl
yaşadığını, hangi mevsimin yaklaştığını… Bir çatlakta kuraklığı, bir nemde
yaşamı gösterirdi. Ama biz hep gökyüzüne baktık. Yukarıyı kutsadık, aşağıyı
unuttuk. Oysa köklerimiz aşağıda, orada büyüyordu.
Toprak susmaz. Sadece artık bize cevap vermiyor. Çünkü
biz artık soru sormuyoruz. Soru sormak için eğilmek, göz hizasını değiştirmek,
sabırla beklemek gerekiyor. Ama sabır, bizim en çabuk vazgeçtiğimiz şey oldu.
Toprakla konuşmayı unutan insan, kendi iç sesiyle de
konuşamaz olur. Çünkü toprağın diliyle ruhun dili arasında bir bağ vardı.
Sessizlikle kurulan bir bağ. Oysa şimdi her yer gürültü. Ve toprak gürültüyü
sevmez.
Bir ağacın altında oturmak hâlâ mümkün. Ama oturan
kişi, yalnızca gölgede dinlenmekle kalırsa, o dilin ucuna bile dokunamaz. Oraya
kalbiyle gelen, eliyle dokunan, sabırla bekleyen insan ancak o dili duymaya
başlar. Çünkü toprak bir bilgeliktir. Her şeyi içine alır ama hiçbir şeyi
unutmaz. Ona dökülen gözyaşı da, düşen yaprak da, bastığımız yerde oradadır
hâlâ.
Toprağın dili yoksa, insanın da dili eksiktir. Çünkü
sözcüklerin anlamı, aidiyetle güçlenir. Ve insan, toprağa ait olduğunu
unuttuğunda yalnızlaşır.
Ama hâlâ geç değil. Hâlâ eğilip bir çiçeğin köküne
dokunabiliriz. Hâlâ çıplak ayakla yeryüzüne basabiliriz. Hâlâ toprağa bir tohum
bırakabilir, onunla yeniden konuşmaya başlayabiliriz.
Rüzgârın Öğrettiği Sessizlik
Rüzgâr konuşmaz. Ama bir dili vardır.
Kimi zaman bir ağacın yaprağında yankılanır, kimi
zaman bir çiçeğin boynunu bükerek fısıldar. Ve biz insanlar, çoğu zaman o dili
anlamak bir yana, fark etmeyiz bile. Çünkü kulaklarımız sesi yüksek olana
alışmış, ruhumuz sessizliğin içindeki mesajları duyamayacak kadar gürültüyle
sarılmış.
Oysa rüzgâr, en yalın öğretmenlerden biridir.
Sessizce gelir. Ne selam verir ne de izin ister. Ama
geldiğinde bir şeyleri değiştirir. Tozu kaldırır, kurumuş yaprakları savurur,
bazen dalı sarsar. Ve her geçişinde bir iz bırakır. Ama o iz görünmezdir.
Kalpte olur. Ruhta olur. İçte olur.
Rüzgâr, sessizliğin hareketidir. Durağan olanın
üzerine düşen bir hatırlatmadır. Ve aslında, rüzgârın estiği her an, şimdinin
farkındalığını taşır. O nedenle rüzgâr bir çağrıdır; kendimize dönmeye, içimizdeki tozlu rafları
silmeye, yüreğimizde savrulan yaprakları toplamaya davettir.
İnsan rüzgârla yürüyemez. Ona karşı koşmaya çalışırsa
yorulur. Teslim olursa dinginleşir. Rüzgârla dans eden ağaçlar gibi… Onlar
direnmez. Bükülürler ama kırılmazlar. Ve biz insanlar, rüzgârın bize ne
öğrettiğini hatırlamak istersek, ağaçlara bakmalıyız.
Sessizlik sadece susmak değildir. Sessizlik, içten
gelen bir kabul hâlidir. Rüzgâr bu kabulü öğretir. Bir şeyleri söylemeden
anlatmanın, dokunmadan tesir etmenin mümkün olduğunu hatırlatır. Oysa biz
sözle, hükümle, gürültüyle yaşar olduk. Her şeyin adı olsun istedik. Oysa
rüzgâr, isimsizdir. Yine de unutulmaz.
Bir tepenin yamacında rüzgârı yüzünde hisseden biri,
geçmişin bütün yükünü bir anda hafifletebilir. Çünkü rüzgâr alır, götürür.
Bazen bir pişmanlığı, bazen bir kırgınlığı. Ama sadece gerçekten bırakmaya
hazır olanın elinden alır; teslim olanın yanındadır rüzgâr.
Rüzgârın dili zamanın dışındadır. O bize geçmişi
anlatmaz, gelecek hakkında konuşmaz. Sadece o an vardır onunla. Şimdi. Ve bu,
en çok unuttuğumuz şeydir. Şimdide kalmak. Rüzgârın estiği anla bir olmak.
Belki de yapmamız gereken tek şey, sessizce durup
rüzgârın üzerimizden geçmesine izin vermek. Onunla savaşmadan, onu anlamaya
çalışmadan... Sadece hissetmek. Çünkü bazı şeyler hissedilerek öğrenilir.
Rüzgârın öğrettiği sessizlik gibi.
José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye
Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine
...
Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî ’n...