29 Nisan 2025 Salı

Yaşar Kemal / İnce Memed Dörtlemesi: Adalet Arayışının Destansı Yolculuğu

 


Yaşar Kemal / İnce Memed Dörtlemesi: Adalet Arayışının Destansı Yolculuğu

İnce Memed 1: Toplumsal Adaletin ve Bireysel Direnişin Destanı
Yaşar Kemal’in İnce Memed romanı, Türk edebiyatında ve dünya edebiyatında ezilen bireyin adalet arayışının epik anlatımı olarak öne çıkar. Anadolu’nun eşsiz doğa tasvirleri içinde şekillenen roman, bir yandan bireysel özgürlük mücadelesini işlerken bir yandan da feodal düzenin çürümüş yapısını gözler önüne serer.

Romanın geçtiği Çukurova bölgesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında hâlen ağalık sisteminin hüküm sürdüğü bir coğrafyadır. Toprak ağaları, halkı sadece ekonomik anlamda sömürmekle kalmaz, aynı zamanda onların özgürlüklerini ve onurlarını da bastırır. Yaşar Kemal’in bizzat yaşadığı deneyimler, romanın toplumsal dokusuna doğrudan yansımıştır. Anlatı boyunca toprak, iktidar, zulüm ve direniş ekseninde dönen olaylar, 20. yüzyıl başı Anadolu’sundaki güç eşitsizliğinin bir mikrokozmosunu sunar.

İnce Memed’in ağalara karşı isyanı, bireysel bir öfkeden doğmuştur ama bütün bir köylü sınıfının bastırılmış adalet arzusunun patlamasıyla bir çığ gibi büyümüştür. Böylece İnce Memed kişisel bir kahramanlıktan öte, kolektif bir özgürlük hayalinin simgesi hâline gelir.

Serinin Birinci Cildinde İnce Memed
İnce Memed, başlangıçta boyun eğen, korkan, çaresiz bir köy çocuğudur. Ancak romanda yaşadığı her olayla birlikte kendi benliğini ve iradesini inşa eder. Annesin sabrı ve gururu, Memed’in kişiliğinin temel taşlarını oluşturur. İnce Memed’in gelişimi tipik bir ''epik kahraman yolculuğu'' izler: Başlangıçta sıradan biridir. Bir felaket sonucu değişime zorlanır (Abdi Ağa’nın zulmü). Yolculuğa çıkar (kaçış ve direniş). Büyük kayıplar yaşar (Sevgilisi Hatçe’nin ölümü). Bireysel bir figür olmaktan çıkıp efsaneleşir. İnce Memed, bireysel adalet arzusuyla mücadelesine başlasa da sonunda toplumsal bir lider kimliğine evrilir. Onun isyanı, köy köy yayılır; adına ağıtlar yakılır.

Abdi Ağa
Romanın ilk temel engelleyici tipi olan Abdi Ağa, feodal zorbalığın cisimleşmiş hâlidir. Onun kişiliği sadece bireysel bir kötülüğü temsil etmez; aksine o, çürümüş ve yozlaşmış düzenin ürünüdür. İnce Memed’in Abdi Ağa’ya karşı zaferi, bir sınıfın boyunduruktan kurtuluş umudunu sembolize eder. İnce Memed 1, özü itibarıyla adaletsiz bir düzene karşı bireysel başkaldırının romanıdır. İnce Memed’in silaha sarılması, düzenin meşru yollarla değiştirilemeyeceğine dair çaresiz bir farkındalığın ürünüdür. Adalet, devlet kurumları tarafından sağlanamadığı için İnce Memed kendi adaletini tesis etmek zorunda kalır.
Yaşar Kemal’in üslubunda doğa betimlemeleri romanın dokusunun bir parçasıdır. Çukurova'nın sıcağı, Torosların sarp kayalıkları, ormanların derinliği; İnce Memed’in özgürlük arayışının ruhsal mekânlarıdır. Doğa, insan karakterlerinin ruh hâlini yansıtan bir ''yaşayan organizma'' gibidir.
Romanın sonunda İnce Memed, gerçek bir insandan çok efsanevi bir kahramana dönüşür. Onun adını anmak bile köylülere cesaret verir. Bu yönüyle roman, bir halk masalı, bir destan yaratma sürecini edebi biçimde işler.
Yaşar Kemal, roman boyunca destansı bir dil kullanır. Cümle yapıları uzun, iç içe geçmiş ve ritmiktir.
Halk anlatı geleneğini, modern roman tekniğiyle harmanlayarak benzersiz bir anlatı üslubu yaratır. Ayrıca diyaloglarda köylülerin konuşmalarını doğal bir şekilde verir, bölgesel ağızları ustaca yansıtır. Bu, romana güçlü bir otantiklik kazandırır.
İnce Memed 1, bireysel kahramanlık hikâyesinin çok ötesinde, toplumsal bir vicdanın uyanışını dile getirir. Roman, feodal düzenin çürümüş yapısına karşı Anadolu insanının suskun kalmayışının, direnişinin ve umudunun edebi bir manifestosu gibidir. Yaşar Kemal, yalnızca bir kahramanın destanını yazmamış; aynı zamanda halkın özgürlük özlemini, doğanın sonsuz devinimini ve insanın adalet duygusunu evrensel bir dile taşımıştır. İnce Memed’in yolculuğu, bugün bile adalet arayışının, haksızlığa başkaldırının ve insanlık onurunun ölümsüz bir simgesi olarak kalmaktadır.

İnce Memed 2: Direnişin Yalnızlığı ve Adaletin Bedeli
Yaşar Kemal’in İnce Memed serisinin ikinci kitabı, bir kahramanlık öyküsünün sürdüğü, kahraman olmanın; bir halk efsanesine dönüşmenin bedelini sorgulayan melankolik bir anlatıdır. Bu romanda, İnce Memed; kendi ağırlığı altında ezilen bir mit hâline gelmiştir. İnce Memed’in iç yolculuğu, dış dünyadaki mücadelesi kadar önem kazanır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki feodal yapı, hâlâ Anadolu köylerini derinden sarsmaktadır. Devlet otoritesi zayıf, adalet mekanizmaları çökmüş, halkın ''devlet'' kavramı ile arasındaki güven duvarı neredeyse tamamen yıkılmıştır. İnce Memed'in varlığı bu boşluğu doldurmakta, kendi adaletini kendi kuran bir ''gölge iktidar'' gibi çalışmaktadır. İnce Memed 2’de Yaşar Kemal bu isyanın getirdiği yorgunluğu, yalnızlığı ve ümitsizliği de işler.

Serinin İkinci Cildinde İnce Memed
Birinci kitapta romantize edilen İnce Memed, ikinci kitapta çok daha kırılgan, çelişkili, düşünen bir karaktere dönüşür. Bir kahraman olarak mitleşmiş, fakat kendi kimliğini bu mitin içinde kaybetmeye başlamıştır. Devlete teslim olmak mı, mücadeleye devam etmek mi arasında sürekli gidip gelir. Vicdanı ile halkın ondan beklediği adalet anlayışı arasında parçalanır. İnce Memed, Anadolu'nun çözülemeyen, kaderine razı olmuş talihsizliğine karşı yalnız bir tanık gibidir.

‘‘Adalet sağlamak için şiddet gerekli mi?’’
‘‘Halkın kurtuluşu bireysel kahramanlarla mümkün mü?’’

Bu romanda düşman figürleri daha karmaşıktır. Birinci romandaki Abdi Ağa gibi net kötülerden ziyade, burada düşmanlıklar sistemik ve gri tonlardadır: Ağalar hâlâ vardır, ama artık güçleri daha da yayılmıştır. Devlet, İnce Memed’in varlığını bastırmak için daha örgütlü bir şekilde devreye girmiştir. Köylüler, İnce Memed’e hayranlıkla bağlıdırlar ama aynı zamanda onun yarattığı kaosun bedelini de öderler. Dostlar ise daha azdır, daha kırılgandır. İnce Memed artık kimseye tam anlamıyla güvenemez, çünkü ihanetle sadakatin sınırı her zamankinden daha bulanıktır.

İnce Memed, bir efsaneye dönüştüğü için yaşamak zorundadır. Bu durum, onun kişisel özgürlüğünü daha da kısıtlar. İnsanların İnce Memed’e biçtiği rol ile İnce Memed’in kendi arzuları çatışır. Yaşar Kemal, burada halk kahramanlarının trajedisini gözler önüne serer: Toplum bir kurtarıcı yaratır, sonra bu kurtarıcının birey olmasına izin vermez.

Birinci romandaki birlikte direniş duygusu yerini, tek başına mücadele hissine bırakır. İnce Memed doğaya sığınır, dağlarda yalnız gezer, iç monologları artar. Bu yalnızlık betimlemeleri, İnce Memed’in ruh hâlini doğrudan yansıtır: Dağların sessizliği, çorak toprakların sonsuzluğu, Kuruyan pınarlar... Bütün bu unsurlar, İnce Memed’in içindeki umudun tükenişini ve dış dünyadaki yalnızlığını aynı anda yansıtır.

Romanın en önemli temalarından biri şiddetin meşruiyetidir. İnce Memed, adalet için şiddet uygulamak zorunda kaldığında, kendi vicdanıyla çelişir. Şiddetle kurulan bir adalet düzeni, gerçekten adil olabilir mi? Bu sorgulama, İnce Memed’i sürekli içsel bir çatışmaya sürükler. O artık bir kahramandan çok kendi yöntemlerini sorgulayan bir isyancıdır.

İnce Memed’in ruh dünyası, doğadaki değişimlerle paralel bir şekilde anlatılır: Baharın gelişiyle umudun canlanması, sonbaharla birlikte umudun sönmesi... Doğa, İnce Memed’in ruh hâlinin aynasıdır. Yaşar Kemal’in olağanüstü betimlemeleri, karakterin psikolojik katmanlarını da derinleştirmek için kullanılır.

İnce Memed 2’de Yaşar Kemal’in anlatımı yoğun, ağır ve daha şiirseldir. Uzun, ritmik cümleler, doğrudan köylü anlatı dili, iç içe geçmiş zamanlar, iç monologlar ve iç hesaplaşmalar. Özellikle iç konuşmalar, İnce Memed’in karakter derinliğini artırır ve okuyucuyu onun ruhsal yalnızlığına çekmeyi başarır.

İnce Memed 2, bir kahramanlık mitinin trajedisidir. İnce Memed, halkın efsanesine dönüşerek bireysel özgürlüğünü kaybeder; adalet peşinde koşarken şiddetin kaçınılmaz ağırlığı altında ezilir. Yaşar Kemal, bu eserinde Anadolu halkının çaresizliğini ve aynı zamanda insanın özgürlük ve adalet arayışının trajik boyutlarını da edebi bir ustalıkla işler. 

İnce Memed 3: Halkın Umudundan Bireysel Huzura Kaçış
Yaşar Kemal, bu eserinde İnce Memed’i artık bir kahraman ya da mit olmaktan çıkarır ve onu, huzur arayan, yorulmuş bir insan olarak sunar.

İnce Memed 3, Anadolu’da köklü değişimlerin başladığı bir dönemi fon olarak alır: Feodal düzen çözülmeye yüz tutmuş, devlet otoritesi köylerde daha görünür hâle gelmiş, toprak reformu tartışmaları başlamıştır. Ancak tüm bu değişimlere rağmen köylünün hayatında somut bir iyileşme olmamıştır. Yeni düzenin getirdiği değişimler, adaleti sağlamak bir yana, farklı türde baskılar yaratır. İnce Memed’in yolculuğu bu bağlamda hem ağalara karşı hem de yeni bir yozlaşmaya karşı da sürer.

Serinin Üçüncü Cildinde İnce Memed
İnce Memed, bu romanda, vicdanıyla hesaplaşan, yorgun bir adamdır. İlk romanda kahramanlık, ikincisinde yalnızlık, üçüncüsünde ise huzur arayışı öne çıkar. İnce Memed, özgürlük için verdiği savaşın halkın beklentileriyle ağırlaştığını ve artık bu beklentileri taşıyamayacak kadar tükenmiş olduğunu fark eder. Bu farkındalık, onu adaleti sağlamak için başlattığı mücadelenin kişisel bir vicdan borcuna dönüştüğü bir noktaya taşır. İnce Memed için artık en büyük düşmanlar, umutları tüketen zaman ve kendi içindeki tükenmişliktir.

Bu kitaptaki karakterler (örneğin Hürü Ana, Topal Ali gibi) sistemin değişimine rağmen bireysel direnişin hâlâ yaşadığını gösterir. Yan karakterler, İnce Memed’in, bir halkın hayal kırıklıklarının ve bitmeyen adalet özleminin temsili olduğunu vurgular.

İnce Memed’in isyanı bu kitapta, bir hareket olmaktan çıkmış, sonsuz bir döngüye dönüşmüştür: Bir ağa devrilir, bir diğeri çıkar; bir zalim yok edilir, bir yenisi gelir. Bu, Anadolu'nun yapısal kaderinin metaforudur: Adalet geçici, zulüm kalıcıdır. İnce Memed’in yorgunluğu, varoluşsal bir tükeniştir: Mücadele etmek adil bir dünya kurmuyor. İnce Memed, özgürlük için savaşmakla, kendi kişisel huzurunu aramak arasında kalır.

‘‘Bütün bir halk için dövüşmek mi daha kutsaldır, yoksa kendi ruhunu korumak için mi?’’

Bu sorgulama, İnce Memed’in karakterini trajik bir kahramana dönüştürür. Artık ne tam anlamıyla bir kurtarıcıdır, ne de köylülerin gözünde ulaşılmaz bir efsane.

İnce Memed doğaya daha önce hiç olmadığı kadar içsel bir yakınlık duyar. Ormanların derin sessizliği, dağlardaki yalnızlığı, kuşların göçü... Tüm bu doğa unsurları, onun ruhsal durumunun izdüşümleridir. İnsanların güvenilmez olduğu bir dünyada, İnce Memed’in tek sadık dostu doğadır. Doğa burada kendi iç sesiyle yüzleşebildiği tek mekân hâline gelir.

İnce Memed 3, kahramanlığın da, direnişin de, halkın beklentilerinin de ağırlığını omuzlarında taşıyan bir insanın çöküşü ve yeniden doğuşu hikâyesidir. İnce Memed, sonunda büyük bir zafer kazanmaz. O, bireysel bir huzur, küçük bir adalet ve bir parça özgürlük için savaşır. Belki de en insani olan zafer budur: Tükenmemek için mücadele etmek. Yaşar Kemal, bu eserle birlikte kahramanlık kavramını romantize etmekten çıkarır ve onu insan ruhunun yalnızlığı, kararsızlığı ve kırılganlığı ekseninde yeniden tanımlar.

İnce Memed 4: Sonsuz Direnişin Sessiz Vedası
Yaşar Kemal’in İnce Memed 4 romanı, kahramanlık anlatısından ziyade, tükenişin, insanî çaresizliğin ve sonsuz bir adalet arzusunun trajik bir ağıtıdır. İnce Memed 4, tüm seriyi bireysel kahramanlık mitinden çıkarıp, insanın doğayla, zamanla ve kendi vicdanıyla hesaplaşmasına dönüştürür.

Bu romanın geçtiği dönemde: Toprak reformları kağıt üzerinde kalmış, devlet köylerde hâlen etkisiz, halkın adalet arayışı yerini umutsuz bekleyişlere bırakmıştır. Artık toprak ağalarının yerine başka çıkar grupları, küçük diktatörlükler geçmiştir. Sistemin yüzü değişmiştir ama özünde adaletsizlik kalıcıdır. İnce Memed, zamanın kendisine, yozlaşmanın sürekli devindiği sisteme karşı mücadele eder.

Serinin Dördüncü Cildinde İnce Memed
İnce Memed, bu romanda neredeyse bir anı gibi dolaşır: Dağlarda eski günlerin hayalini arar, halk hâlâ ondan kurtuluş bekler, kendisi ise yaşlanmış, yorulmuş ve yitik bir figüre dönüşmüştür. Artık İnce Memed için kavga, sadece geçmiş bir ideali diri tutmak için verilen anlamsız bir çabadır. O, kendi efsanesinin içinde yaşayan bir hayalete benzer. İdealler ile gerçeklik arasındaki uçurumun büyüklüğü, onu sessiz bir iç savaş içine atmıştır.

Yan Karakterler
İnce Memed’i destekleyen ya da ona karşı olan karakterler artık eskisi kadar keskin çizgilerle ayrılmaz: Dostlar tereddüt eder, düşmanlar çok sinsileşmiştir, halk ise ikircikli bir sadakat içindedir. Bütün karakterler, zamanın aşındırıcı gücüne boyun eğmiş gibidir. Artık iyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki sınırlar belirsizdir.

İnce Memed 4, direnişin de bir zaman sonra ritüele dönüştüğünü gösterir. İnce Memed dövüşür; halk destekler; bir ağa devrilir, yerine bir başka zorba gelir. Bu döngü, mücadeleyi neredeyse trajik bir tiyatroya çevirir.

Soru: ‘‘Adalet mümkün mü, yoksa sadece bir özlem mi?’’

İnce Memed’in hayatı, bu sorunun cevapsızlığı içinde çözülür. Roman boyunca doğa betimlemeleri ağırlaşır: Dağlar sisli ve sessizdir, nehirler kurumuş gibidir, gökyüzü gri ve yorgundur. Doğa, artık İnce Memed’in dostu değildir. Doğa bile değişmiş, eskimiş ve yorulmuştur. Bu, insanın zaman karşısındaki yenilgisinin güçlü bir metaforudur.

Halk, İnce Memed’i hem umut olarak görür, hem de onunla gelen kaosun yorgunluğunu taşır. İnce Memed’in halkla ilişkisi, aşk-nefret dengesine dönüşmüştür. Bu kırılma noktası, İnce Memed’in yalnızlığını derinleştirir. Sonunda kahraman, ne uğrunda savaştığı halkı, ne de savaştığı düzeni tam anlamıyla değiştirebilmiştir.

İnce Memed 4, açık bir ölüm sahnesiyle bitmez; İnce Memed kaybolur, dağlara karışır, bir efsane gibi uçar gider. Bu final, onu hem insanî boyutundan çıkarır hem de zamana karşı direnen sonsuz bir hayal hâline getirir. Bu, edebiyatta nadir rastlanan bir sonlandırmadır: Bir kahramanın öldüğünü bilmeyiz, sadece unutulmazlaştığını hissederiz.

Yaşar Kemal, bu kitapta dilini iyice şiirleştirir: Betimlemeler yoğun ve ağırdır, iç monologlar derinleşir, diyaloglar daha azdır; sessizlik, sözcüklerden fazla şey anlatır. Romanın temposu düşüktür; bu, İnce Memed’in ruh hâlini ve tükenmiş zaman duygusunu yansıtır.

İnce Memed 4, bir kahramanlık destanının sessiz ve hüzünlü vedasıdır. İnce Memed’in hikâyesi, adaletin, özgürlüğün ve insanlık onurunun peşinde geçirilen bir ömrün sessiz çöküşüdür. Yaşar Kemal, bu eserle şunu söyler: Kurtarıcılar ölümlüdür, idealler ise sonsuz. İnsan, zamana ve yozlaşmaya karşı bireysel direnişiyle anlam kazanır, ama nihayetinde zaman herkesi yener.

İnce Memed’in dağlara karışarak kaybolması, insanlığın hiç bitmeyecek adalet arzusunun şiirsel bir ifadesidir.

Yaşar Kemal’in İnce Memed serisi, Anadolu’nun bir köyünde başlayıp zamanla tüm Anadolu’ya yayılan, adalet, özgürlük ve insan onuru mücadelesinin epik anlatımıdır. Ancak bu mücadele, yorgunlukla, kayıpla ve yalnızlıkla sona erer.

İnce Memed’in öyküsü, bir defa adalet sağlanınca her şeyin düzeleceği romantik bir yanılsamayı reddeder. Her kazanç geçicidir; her devrilen zalimin yerine bir başkası geçer. Adalet bir hedef değil, sonsuz bir çabadır. İnce Memed halkın gözünde bir kurtarıcıdır; ancak Yaşar Kemal, halkın kurtuluşunun bir kişiye yüklenemeyecek kadar ağır bir sorumluluk olduğunu gösterir. Birey kurtarıcı olamaz; toplumsal değişim, bireylerin ortak mücadelesine dayanmak zorundadır. İnce Memed’in düşmanı; ağalar, düzen, zamanın aşındırıcı gücüdür. İnsan isterse bin yıl savaşsın, zaman karşısında hep yenik düşecektir. Doğa, İnce Memed’in yolculuğunda hem dost hem düşmandır. Başta özgürlük alanı iken, zamanla doğa da değişir, aşınır. İnsan-doğa uyumu da, zaman gibi, sürekli bir bozulmaya uğrar.

İnce Memed dörtlemesi, adalet için yola çıkan bir çocuğun, efsaneleşen bir isyancıya, sonunda da zamana yenilen bir insan ruhuna dönüşmesinin destanıdır. Yaşar Kemal, bu eserle sadece bir kahraman yaratmaz; insanlık tarihinin hiç bitmeyecek özgürlük arayışını anlatır. İnce Memed, her çağda, her adaletsizlikte yeniden doğar. Çünkü insanlar yenilse de, adalet özlemi hiçbir zaman ölmez.

İnce Memed dörtlemesi, temel yapısında bir epik roman geleneğini sürdürür. Özellikle İnce Memed 1 ve 2'de: Bireyin olağanüstü mücadelesi anlatılır. Toplumsal bir sorunun (feodal zulüm) üzerine gidilir. Kahraman, kolektif bir kurtuluş umudu taşır. Doğa, savaşlar ve halk hikâyeleri epik üslupla betimlenir. Ancak serinin 3. ve 4. ciltlerinde, Yaşar Kemal anlatıyı modern romana yaklaştırır: Kahramanlık miti çözülür. Bireysel iç sorgulama öne çıkar. Direniş, başarısızlıkla, yalnızlıkla ve tükenişle iç içe geçer. Anlatıcı sesi melankoliktir ve karakterin zihnine yönelir. Bu geçiş, İnce Memed’in efsanevi bir kahraman olmaktan çıkıp, bireysel bir insan trajedisi hâline gelmesinin anlatı düzeyinde de işlenişidir.
Sonuçta Yaşar Kemal, İnce Memed’le sadece bir kahramanı anlatmadı: İnsanın sonsuz adalet, özgürlük ve onur arayışını edebiyatın ebedi hafızasına kazıdı. Ve bu dörtlemede şunu söyledi: Birey yenilir. Ama insan ruhunun adalet umudu, zamana da, zulme de yenilmez.

 

18 Nisan 2025 Cuma

Sabahattin Ali / Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları / Eşkıyalığın Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram

 


Sabahattin Ali / Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları

Eşkıyalığın Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram

Eşkıyalık, tanımı kolay, anlamı karmaşık bir kelimedir. Birinin hırsızı olan insanlar, ötekinin kahramanı olabilir. Kimi zaman bir dağın doruğunda isyan; kimi zaman köylünün sofrasında pay edilen ekmektir. Eşkıyalık; ne yalnızca silaha davranmak ne de sadece devlete baş kaldırmaktır. Eşkıyalık, adaletin kaybolduğu yerden çıkan bir çığlıktır. Ve her çığlık gibi; yankılandığı dağlara göre anlamı değişir.

Bu kavram üzerine yüzyıllardır iki ayrı dünyanın sesi yükselir. Bir yanda eşkıyalığı suçun karanlığına itenler vardır: düzeni tehdit ettiğini, korku saldığını, halkın malına göz diktiğini savunanlardır bunlar. Onlara göre eşkıyalık; toplumsal barışın altını oyan, zayıf devletlerin sığındığı bir acizliktir. Öbür yandaysa eşkıyalığı bir halk direnişi, bir ahlaki kalkışma, bir iç hukuk olarak görenler bulunur. Onlar eşkıyalığı, toplumsal bir hatırlatma olarak okurlar: “Adaleti siz vermezseniz, biz alırız,” diyenlerin sesi…

Fernand Braudel, bu ikinci sesin tarihsel yankısını duyanlardandır. Ona göre eşkıyalık, göz ardı edilmiş küçük insanların büyük dünyaya atılmış bir işaret fişeğidir. Araştırılmayan, tanınmayan, unutulmuş olanın varlık bildirisi... Eşkıya, zulmün olduğu yere doğar; onun adımları, devletin görmezden geldiği yerlere basar. Çünkü güçlüler tarih yazar, ama ezilenler ancak eylemlerle iz bırakır.

Braudel’in ardından Eric Hobsbawm, bu sesi daha da belirginleştirir. Toplumsal eşkıyalık kavramını literatüre kazandırırken, eşkıyayı halkın gözünde bir kahraman, bir adalet yürütücüsü olarak tanımlar. Hobsbawm’a göre bu tür eşkıyalar; halkla beraber yaşar, onların dilini konuşur, sofralarına oturur ve onların duasıyla yaşar. Zenginden alır, yoksula verir; düşenin yanında, zulme uğrayanın önünde durur.

Bu eşkıya tipi, tarih boyunca kimi zaman bir dağ köyünde zeybek olur, kimi zaman bir türküde adını unutturmayan bir figür. Kimi zaman Osmanlı coğrafyasında Çakırcalı Mehmet, kimi zaman Latin Amerika’da Pancho Villa... Ancak ne adları ne yerleri bu gerçeği değiştirmez: onlar, devletin yasasının olmadığı yerde halkın vicdanına göre hareket edenlerdir.

Yine de Hobsbawm, bir hakikatin altını çizer: Bu eşkıyalar, halktan çalmaz. Hatta istemeden zarar verseler bile, bu zarar düzenin kendisinin verdiği zararla kıyaslandığında bir su damlası gibi kalır. Bu yüzden onların eşkıyalığı, bir ahlaki duruşa; hatta zamanla bir halk ideolojisine dönüşür.

 

İstibdattın Gölgesinde Büyüyen Bir Vicdan: Siyasal Arka Plan

Sabahattin Ali’nin ‘‘Çakıcı’nın İlk Kurşunu’’ hikâyesi, sadece bireysel bir öfkenin hikâyesi değildir. O kurşun, bir çocuğun babasına duyduğu hasretle, halkın içine işlemiş, yıllardır dinmeyen bir zulmün yüküyle sıkılmıştır. II. Abdülhamit döneminin baskıcı yönetimi yalnızca muhalifleri susturmakla kalmamış; aynı zamanda toplumsal vicdanı kurutan bir çöl gibi yayılmıştır. İstibdat, kanunları olan ama adaleti olmayan bir düzenin adıdır bu hikâyede.

Bu karanlık düzende mütegallibe denilen yerel zorbalar, halkın boynuna ip gibi dolanır. Rüşvetle satın alınmış makamlar, jandarma komutanlarının, kaymakamların, müddeiumumilerin zenginler tarafından himaye edilmesini sağlamıştır. İstibdat düzeni, halkı korumak yerine halktan korunan bir yapıya bürünmüştür. Adalete ulaşmak için açılan her kapı, ardına kadar mütegallibenin ardına kapanmış; yoksulun elinde ise yalnızca suskunluk kalmıştır.

Mehmet, bu suskunluğun içinde büyür. Onun babası Çakırcalı, bu karanlığın içinde doğmuş bir yıldırımdır. Ama Mehmet, yıldırımdan sonra gelen sessizliğin çocuğudur. Babasının kahpece öldürülüşüne tanık olurken; anası dipçikle dövülürken, evleri yağmalanırken, kendisi zincirlenirken susar. Çünkü konuşmak ona yasaklanmıştır. Yalnızca bir kurşunla konuşabileceğini, yıllar sonra öğrenecektir.

Bu düzen içinde Mehmet’in attığı kurşun, sadece bir katili hedef almaz. Aynı zamanda istibdat düzenini, onun çürümüşlüğünü ve adaletsizliğini hedefler. Sabahattin Ali, burada Çakıcı’nın kurşununu sembolik bir direniş aracı olarak sunar. Ödemiş’te patlayan o ilk ses, bir hayatı, bir düzeni hedef alır; Sabahattin Ali’ye göre, bu ses  istibdattın saray duvarlarına kadar ulaşır.

Çakıcı'nın hedef aldığı düzen, sadece Abdülhamit'in kişiliğinde cisimleşmez. O düzen, zulmün kurumsallaştığı, adaletin ise yerleşemediği bir yapının bütünüdür. Saltanat, saraylarda, köy kahvelerinde, mahkeme salonlarında, jandarma karakollarında da hüküm sürmektedir. Ali’nin bakışında bu yapıya karşı durmanın meşruiyeti, halkın suskunluğunu delen her sesle birlikte daha da büyür.

 

Toplumsal Hafıza: Ezilenlerin Sessiz Çığlığı

Sabahattin Ali’nin kaleminde halk, edilgen bir kitle olmaktan çıkar. Çakıcı Mehmet’in hikâyesi, halkın belleğinde taşınan suskun çığlıkların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Türkülerde, ağıtlarda, bakışlarda yankılanan o sessizlik, Mehmet’in silâhında vücut bulur. Bu yüzden attığı kurşun unutulmaya zorlananların hatırlanma çabasıdır.

Çakıcı'nın halk nezdindeki itibarı, hakkını arayan bir mazlum olarak yeşerir. O, köylünün çalınan buğdayının, gelinin bozulmuş çeyizinin, okul hayali kuran çocuğun sesi olur. Bu figürün gücü adaletsizlik karşısındaki kararlılığından gelir.

Sabahattin Ali, bu anlatıyı yalnızca bireysel bir kahramanlık destanı olarak kurmaz. O, Çakıcı’nın yaşadıkları üzerinden kolektif bir vicdanı dile getirir. Ezilmişlerin, ötelenmişlerin, hor görülmüşlerin ortak hikâyesi, bu karakterde yeniden yazılır. Ve bu yazım, kalemle, kanla, terle, suskunlukla yapılır.

Toplumsal hafıza, anlatılanlarla da anlatılamayanlarla da şekillenir. Çakıcı’nın geçmişi, bu suskunluğun tarihidir. Babasının ölümünden sonra her gün biraz daha büyüyen öfkesi, halkın içinde kök salmış adaletsizlikle birleşir. Bu birleşme, onu birey olmaktan çıkarır; halkın yürüyen vicdanı hâline getirir.

Psikolojik Derinlik: Kurşunun Ardında Gizlenen Çocukluk

Sabahattin Ali'nin çizdiği Çakıcı Mehmet Efe portresi, bir eşkıyanın, aynı zamanda ruhu erken yaşta dağlanmış bir çocuğun hikâyesidir. On altı yaşındaki Mehmet, babasının siluetinden devraldığı yarım kalmış ömrün yüküyle yürür. Henüz hayatla tanışamadan, hayatın karanlık yüzüyle tanışmak zorunda bırakılmıştır. Bir çocuğun iç dünyasında yeşermesi gereken masumiyet, onun gözlerinde yerini suskun bir öfkeye, sabırlı bir kararlılığa bırakmıştır.

Bu dönüşüm, yalnızca toplumsal şartların dayattığı bir mecburiyet değildir. Aynı zamanda bir iç hesaplaşmadır. Mehmet’in içinde taşıdığı duygular yalnızca kin ya da intikam duygusu da değildir. O aynı zamanda babasının anısına duyduğu derin sevgiyle, anasının maruz kaldığı zulme duyduğu acıyla, kendi varlığının değersizleştirilmesine karşı hissettiği dirençle örülmüştür.

Mehmet’in ilk kurşunu sıkarken hissettiği duygu, bu sessizliğin konuştuğu andır. Dışarıdan soğukkanlı, hatta belki ürkütücü bir kararlılık gibi görünen davranışı, aslında içsel olarak yavaş yavaş örülmüş bir suskunluğun patlamasıdır. Kurşun, yıllarca bastırılmış, hor görülmüş, susturulmuş bir çocuğun içindeki karanlığa sıkılmıştır.

Sabahattin Ali, Mehmet’in psikolojik dünyasını çizmekte ustaca davranır. Onun sertliği, hayal kırıklıklarının birikiminden gelir.

Çakıcı’nın ormanda sessizce yürümesi, içsel bir arınmanın başlangıcıdır;  o, adaletsizliğe karşı kurşun sıkan biri olmaktan çok, kendi içinde adaleti yeniden kurmaya çalışan biridir.

Ve her eşkıyanın içinde bir çocuk vardır. Bazen annesinin dizine başını koymak isteyen, bazen okula gitmeyi hayal eden, bazen de bir defterin ilk sayfasına ismini yazmak isteyen bir çocuk... Mehmet’in hikâyesi, o çocuğun sonsuza dek kaybolduğu yerden başlar.

Zeybeklik Ahlakı

Zeybeklik, bir yaşam biçimi ya da yöresel bir kimliktir; aynı zamanda ahlaki bir duruş, bir halk vicdanının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Çakıcı Mehmet Efe, bu duruşun en sembolik örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Onun eşkıyalığı, düzenin hukukundan umudu kesmiş bir halkın kendi adaletini arama biçimidir. Ancak bu adalet, her yolun mubah sayıldığı bir hınç değildir. Onun içinde bir ölçü, bir sınır, bir ahlak vardır.

Sabahattin Ali, Çakıcı’nın karakterinde bu zeybeklik ahlakını derinlemesine işler. Onun silahı yalnızca düşmana çevrilir, mazluma değil. Kadınlara, çocuklara, yoksullara uzanan eller, hangi taraftan gelirse gelsin cezalandırılır. Deli Mehmet’in bir köylü kızına göz koyması karşısında verdiği sert tepki, yalnızca kişisel bir öfkeyi barındırmaz. Bu bir ilkedir: ‘‘Irz düşmanı, Çakıcı’nın arkadaşı olamaz.’’

Bu söz, bir yemin kadar sarsılmaz, bir kural kadar bağlayıcıdır. Çünkü zeybeklik, zulme karşı başkaldırırken, kendi içinde zulme benzememeye de ant içmiştir.

Çakıcı, zeybeklerin içinde bir denge unsuru olarak belirir. Kamalı Efe, Gavur İmam, Gökdeleli gibi çeteler halka korku salar, adalet değil baskı getirirken; Çakıcı onları, sapmış adaletin simgeleri olarak görür; bu nedenle onları hedef alır, cezalandırır, ortadan kaldırır. Zeybeklik onun için dağlarda özgürce dolaşmak; dağın yükünü, halkın yüküyle eşitlemektir.

Zenginden alıp yoksula vermesi, bir vicdani düzeltmedir; padişahın kuramadığı düzeni, onun eksikliğini hissederek kendi ilkeleriyle kurar. Ve her adımında şu bilinç vardır: Güç, sorumluluk doğurur. Kurşun yalnızca hedefi vurmaz; doğrultulduğu yön, ahlaki bir tavrı da gösterir.

Zeybeklik, bu yönüyle Çakıcı’da bir isyandan çok bir inşaya dönüşür. Yıkmak için değil, iyileştirmek için dağlara çıkan bir adamın hikâyesi olur. Ve bu inşa, yalnızca köprüyle, mekteple sınırlı kalmaz; en çok vicdanda, en çok kalpte yankı bulur.

Kadınlar, Çocuklar ve Sessiz Mazlumlar

Sabahattin Ali’nin hikâyesinde kadınlar, çocuklar ve sessiz mazlumlar; eşkıyalığın hangi safta durduğunu belirleyen pusulalardır. Her eşkıya öyküsünün sonunda bir meydan, bir kavga, bir kurşun vardır belki ama başlangıcında çoğu zaman bir anne çığlığı, bir çocuk ağlayışı ya da bir kadının bastırılmış sesi vardır.

Çakıcı Mehmet Efe’nin öfkesi, doğrudan bu bastırılmışların yankısıdır. Evinin basılıp kadınların dipçikle dövülmesi, bir annenin çığlığının karakolun taş duvarlarında boğulması, bir çocuğun sırf babasının adı yüzünden hapsedilmesi… Bütün bu adaletsizlikler, halkın yaşadığı kolektif travmanın sahneleridir.

Çakıcı, bu mazlumların adına yürür. Onun hedefi yalnızca mütegallibe ya da istibdattın yozlaşmış görevlileri değildir. O, sistemin çarkları arasında ezilen her bir sesi işitir. Çeyizi olmadığı için evlenemeyen genç kız, hasta olduğu hâlde bakıma ulaşamayan köylü, okul hayali kurup da bir tahta sıraya hiç oturamamış çocuk… Onun vicdanında yolunu aydınlatan kandillerdir.

Eşkıyalık bu yönüyle Çakıcı’da bir halk pedagojisine dönüşür. Çünkü o, yalnızca malları paylaştırmaz; adaleti de yeniden dağıtır. Köylerde kız çocuklarının eğitimine destek olur, yoksul evlerin mutfağına sıcak çorba götürür, çaresizlerin seslerine kulak verir.

Sabahattin Ali, bu figürleri yazarken onların üzerinden kendi inançlarını da işler. Ona göre bir toplumda herkesin, özellikle kadınların ve çocukların insanca yaşama, eğitim görme ve onurlu biçimde var olma hakkı vardır. Padişahın bu hakkı sağlayamadığı yerde, bir eşkıyanın sorumluluk üstlenmesi, toplumun ne kadar yalnız bırakıldığının da bir göstergesidir.

Çakıcı’nın en çok üzerinde durduğu konulardan biri eğitimdir. Okuyamamanın ne demek olduğunu bizzat yaşamış biri olarak, çocukların okul hayallerini gerçekleştirmek için dağlardan mektepler inşa ettirir. Bu, bir kurşunun bile yıkamayacağı kadar güçlü bir direniştir: cehalete karşı vicdanın yükselttiği bir okul binası.

Mazlumların hikâyesi, Çakıcı’nın yürüdüğü her yolda yankılanır. Onun adımları, dağları, vicdanları da titreten bir efsaneye dönüşür.

Efsaneleşen Ölüm: Tarih Kimin Kalemiyle Yazılır?

Çakıcı’nın ölümü, bir hayatın sonu olmaktan çok bir anlatının başlangıcına dönüşür. Sabahattin Ali’nin kaleminde bu ölüm, efsanenin tarihe kafa tutmasıdır. Çünkü onun ölümü, bedenin toprağa karışmasıyla, halkın belleğinde kök salan bir direnişin ölümsüzleşmesidir.

İstibdat düzeni, bir eşkıyayı öldürerek düzen kurduğunu sanır. Oysa bazı ölümler vardır ki yaşayanlardan daha çok şey anlatır. Çakıcı, başı kesilmiş bir ceset olarak bırakılır, Anzavur’un askerleri onun gövdesine bakar ama anlamaz; çünkü o beden, halkın öfkesiyle, suskunluğu ile, hayaliyle örülmüş bir semboldür artık.

Sabahattin Ali, bu sahneyi yazarken yalnızca dramatik bir etki kurmak istemez. Asıl derdi, tarihin nasıl yazıldığını, kimlerin kahraman ilan edildiğini ve bu kahramanlıkların ardında hangi karanlık hesapların yattığını sorgulamaktır. Çakıcı’yı öldürenler, bir zafer nişanesi gibi kalpaklarını değiştirirler. Oysa zafer, gerçek olmayan gösterilerle ilan edilmiştir.

Kurşunun Ardında Kalanlar

Sabahattin Ali’nin “Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı anlatısı, susturulmuş halkın, hor görülmüş çocukların, suskun kadınların, çiğnenmiş adaletin hikâyesidir. Kurşun, yalnızca bir can almaz; bir sistemin kalbine saplanır. Ali’nin Çakıcı’sı, ne bütünüyle bir kahramandır ne de sadece bir suçlu. O, zamanın içinden geçip gelen bir vicdan yüküdür.

Hikâyede padişahın baskısı, halkın çaresizliğiyle birleştiğinde doğan boşluğu, bir dağdan yükselen ses doldurur: Çakıcı’nın sesi. Bu ses, yapmanın, onarmanın, inşa etmenin sesidir. Eğitim, adalet, eşitlik… Bunları sağlayamayan bir düzenin karşısında, elindeki martiniyle ama yüreğindeki merhametle yürüyen bir adam çıkar karşımıza.

Sabahattin Ali bu öyküyle bize yalnızca tarihsel bir kesit sunmaz; aynı zamanda bir ahlaki tartışma açar. Adalet kimindir? Tarih kimindir? Kahramanlar kimlerin gözleriyle seçilir, kimlerin dilleriyle efsaneleştirilir?

Kaynakça

Ali, S. (2019). Çakıcı’nın İlk Kurşunu (B. Toprak, Ed.). Yapı Kredi Yayınları. 

Bayrak, M. (1985). Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri. Yorum Yayıncılık. S. 314

Braudel, F. (1990). Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (M. A. Kılıçbay, Trans.). Eren Yayıncılık. Sayfa. 57-71

Hobsbawm, E. J. (1995). Sosyal İsyancılar (N. Doğru, Trans.). Sarmal Yayınevi. Sayfa. 11-23

İlgürel, M. (1995). Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. S. 466-468

Moran, B. (2001). Türk romanına eleştirel bakış II. İletişim Yayınları. S. 7-20

17 Nisan 2025 Perşembe

Johann Wolfgang von Goethe / Genç Werther’in Acıları Kalbin Taşıyamadığı Hakikat

 



Johann Wolfgang von Goethe / Genç Werther’in Acıları 

Kalbin Taşıyamadığı Hakikat

İnsan bazen birini sever ve bu sevgi bir ömre sığmaz. Johann Wolfgang von Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı eseri, yalnızca bir aşkın hikâyesini anlatmaz; burada kalbin sınırlarında gezinen, ruhun derin yaralarına dokunan bir içe bakış vardır. Werther’in kalbi bir kadına duyduğu aşkı, dünyayı, anlamı ve insanlığı yüklenmeye kalkar, bu yük de ona ağır gelir.

Werther’in hikâyesi, ilk başta doğanın ortasında başlayan yumuşak bir düş gibi görünür. Ama çok geçmeden Goethe, o düşü elinden çeker okurun. Yerine kırılgan bir ruhun çırpınışlarını, insanın anlaşılma arzusunu, kaygan bir iç dengeyi koyar. Çünkü Werther’in yaşadığı şey, bir kalp çarpıntısından öte, bir anlam arayışıdır. O, Lotte’nin gözlerinde, özlemini duyduğu bir saflığı, bir sıcaklığı, belki de çocukluğunun kayıp göğünü görür. O yüzden Lotte’nin varlığı, Werther’in tutunduğu tek zemindir, fakat dünya, böyle bir zemine sahip çıkmaz. Gerçeklik, hayalleri göğsünde barındırmaz. Lotte, bir düşün kişileşmiş hâli olmaktan çok, kendine ait bir iradeyle, geçmişle, sorumlulukla yoğrulmuş bir insandır. Albert’le birlikte oluşu, yalnızca mantığın ürünü sayılmaz; kalbin sessizce kabullendiği bir düzenin devamıdır. Lotte kendi kararlarıyla ayakta durmaya çalışırken, Werther hayallerinin içinde tutunacak bir el arar. Aradığı, bir kucaktan çok bir anlamdır.

Goethe burada parlayan bir gözdür: Karakterlerini ahlak cetveline dizmez. Lotte ne tamamen lekesiz bir figürdür, ne de kalbin pusulasını saptıran biridir. Zaman zaman Werther’in duygularına cevap vermesi, onu içsel bir boşluğun içinde yönsüzleşen bir kalbe taşır. O kalp, kimi zaman bir bakışta, kimi zaman bir kelimenin için gizlenir, kimi zaman da susar; ama bu suskunlukta bile bir çağrı vardır.

Albert ise yalnızca bir rakip olarak belirip, kaybolmaz. O, aklın, düzenin, toplumun sağduyulu sesi gibidir. Werther’in gözlerinde onun yeri, engel olmaktan çok bir sınır çizgisi oluşturur. Ve bu sınır, Werther’in ruhuna yabancıdır. O, sezgiyle, tutkuyla, coşkuyla yaşayan bir kalptir; Albert ise ölçülü, kontrollü bir sadakati tercih eder. Ve bu tercih, Werther’in gözünde bir uzaklık yaratır, sessizliğiyle Werther’in yalnızlığı daha da derinleşir.

Werther’in çıkmazı, yalnızca kalbin kırılmasıyla sınırlı kalmaz, bu çıkmaz, hayatla kurulan tüm bağların gevşemesiyle derinleşir. Bir noktadan sonra Werther, Lotte’yi de, kendini de yitirir. Sevdiği kadının elinden kayıp gidişi, onun içindeki dünyanın da parçalanmasına yol açar. Sonunda önünde iki yol belirir: Ya dışsal engeli ortadan kaldıracaktır ya da kendi iç sancısına teslim olacaktır. Ve o, ikinci yolu seçer.

Goethe, Werther’in ölümüyle sadece bir son çizmez. Onun sabaha dek sürüp giden can çekişmesi, bir iç parçalanmanın iz düşümüdür. Kalbin atmaya devam ettiği ama artık hiçbir anlam taşımadığı bir zamandır o süre. Werther’in seçimi, bir kurtuluş olmaktan çok, varlığın dayanamayacak kadar ağır geldiği anın sonucudur.

Ölüm bile ona huzur getirmez. Dönemin dini kuralları, intihar edenin ardından tören yapılmasına izin vermez. Werther, yaşamda olduğu gibi ölümde de yalnız bırakılır. Onun duyulmayan çığlıkları, toprağın altında da susturulmuştur. Dünya, kendi kalıplarına sığmayan bu ruhu yaşarken de, öldükten sonra da dışarıda bırakmıştır.

Ossian’ın Colma’nın Şarkısı, Werther’in iç dünyasının yankısı gibidir. Kaybedilen bir aşkın ardından gelen yas, aşkın ve ayrılığın bütün varlığını anlatır. Ossian’ın dizeleri, Werther’in içindeki karanlıkta yankılanır. Bu dizeler, bir kaybın ardından tutulmuş yasın, kendini anlamaya çalışan bir ruhun çırpınışlarıdır. Melankoli, Werther’in içinde gelip geçen bir duygu olmaktan çok, onun dünyaya bakış biçimidir; orada huzur yoktur ama hakikat vardır.

Goethe, aşkı bir oyun olarak sunmaz. Onun kaleminde aşk, insanın kendine açıldığı, kırıldığı, çoğu zaman da kaybolduğu bir alandır. Lotte’nin ikilemi, Werther’in sarsılışı ve Albert’in her şeyi bildiği hâlde susması, insan doğasının her biri farklı yönlerini gösterir. Werther’in hikâyesinde her okur kendi içindeki gizli bir kapıdan geçer. Çünkü hepimiz bir zamanlar birine sarılıp kendimizi bulacağımızı sandık.

Goethe’nin Werther’i bir aşk romanından çok daha fazlasıdır. Bu eser, zamanın tozunu üzerinden silkip hâlâ kalbimizin orta yerine oturur; çünkü Werther’in acısı, yalnızca ona ait kalmaz. O, artık hepimizin içinde yaşayan bir soruya dönüşür: Sevdiğimiz kişi miydi, yoksa içimizde ona yüklediğimiz anlam mıydı asıl kaybettiğimiz?

Werther, kendini anlatmak isteyen bir kalbin, dünyanın duvarlarına çarpa çarpa parçalanmasını dile getiren bir suskunluktur; kelimeleriyle seslenir ama asıl anlatmak istediği, kelimelerin taşıyamadığı bir iç acının çığlığıdır; doğanın yeşiliyle, göğün mavisiyle avunmak ister fakat bunların geçici huzurundan sonra, içindeki fırtınanın yine de dinmediğini hisseder; çünkü o, insan olmanın yükünü, kendine ait olmayan bir aşkla, kendi içinde çözülmeden bırakılmış binlerce soruyla taşımaktadır.

Mektuplarında bir sığınak arar; yazarken nefes almak ister; fakat bu nefes, bazen bir hatıra olur, bazen bir dokunuşun yokluğu, bazen de karşılıksız bir bakışın ardından gelen sessiz kırılmadır; hayran olduğu Lotte’nin varlığıyla şekillendirdiği duygular, zaman geçtikçe bir kadına duyulan özlemden çok, bir dünyaya duyulan ait olamama hissine dönüşür.

Albert, düzenin, mantığın ve toplumsal onayın bir temsili olarak durur karşısında; onun varlığı, Werther’in içindeki tüm çığlıkları bastırmaya çalışan bir duvar gibidir; fakat bu duvar her gün biraz daha yükselir, Werther’in nefesini keser; Lotte’nin gözlerinde umut görmek isterken, her defasında sınırları hatırlatılır; hissettiği şeyin ağırlığı, sıradan karşılıklarla hafifletilemeyecek kadar derindir.

Gün gelir, zamanın içinde sıkışır kalır; ne ilerleyebilir, ne geri dönebilir; içinde kıpırdayan o büyük suskunluk, her an biraz daha büyür, derinleşir; onun için aşk, yakınlık arzusu, yaşamaya dair bütün anlamların sığındığı tek alandır; bu alan daraldığında, içinde bulunduğu dünya da çöker; çünkü onun için Lotte, bizzat hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu soluktur.

Werther, intiharı bir kaçış olarak düşünmez; aksine, yaşamanın artık bir anlam taşımadığı noktada alınan son karardır; bu karar, bir tükenmişliğin, içi boşalan bir dünyanın merkezine bırakılmış bir suskunluğun yansımasıdır; çünkü anlatmaya çalıştığı ne kadar çok şey varsa, duyulmadığında o kadar ağır gelir, o kadar çok ezer insanı.

Kalemle çizilen bir kaderin, toplumsal rollerin dar kalıplarıyla şekillendirilmeye çalışıldığı bir zamanda, Werther yalnız kalır; kimse onun duygularının derinliğine bakmaya, onun gözlerinde yanan sessiz ateşi anlamaya yanaşmadığından; onun gidişi, bir vedadan çok, var olamamanın içe doğru kıvrılmış son hâlidir.

Cenazesinde bir dua okunmaz, bir ağıt yakılmaz; ölümünde bile yargılanır, çünkü yaşarken anlaşılmamış bir ruh, öldüğünde de topluma ait sayılmaz; ama Werther’in ardından kalan her cümle, yeryüzünde anlaşılmayı bekleyen bir kalbin sessiz çağrısı olarak kalır; bu çağrı, hâlâ bir yerlerde duyan varsa, belki bir gün cevabını bulur.

 

Ormanın Unutulmuş Dili

 



Ormanın Unutulmuş Dili

İnsan kendini ne zaman ormandan ayırdı?

Bu soru, insanın kendi ruhuna dönük bir çağrıdır. Çünkü orman, sadece ağaçlardan oluşan bir varlıklar topluluğu değildir. Orman, insanın ilk aynasıydı. Ve insan, o aynaya bakmayı bir gün bıraktı.

İlk bakışta bu ayrılış, konforun, teknolojinin ve hızın cazibesine kapılmakla açıklanabilir. Ama asıl neden daha derinde yatıyor. İnsan, kendine bakmaktan, köklerini görmekten, geçmişiyle yüzleşmekten yoruldu. Ormanın aynasında kendi kırılganlığını, faniliğini ve sınırlarını görüyordu. Ve bu, ona ağır geldi.

Oysa insanın hikâyesi, cennetle birlikte başladı. Cennet, bir ormandı; dalları göğe değen, yapraklarıyla insanın çıplaklığını örten ağaçlarla dolu bir diyardı. Orada zaman yavaş akardı, çünkü her şey anlam içindeydi. İnsan, toprağa dokunarak yürür, suyun sesini duyumsayarak düşünürdü. O günler geçti. Şimdi insan, kendini doğanın dışına koyan tek canlı oldu. Ne yazık ki üstün olduğunu zannederken doğadan ayrıldığını fark etmedi.

Orman, hâlâ orada. Sakin, sabırlı ve derin. Ama biz artık o dile yabancıyız. Orman konuşmaz ama anlatır. Dalların hışırtısı, bir yaprağın yere düşüşü, bir tilkinin bekleyişi, geyiğin içtiği su… Hepsi birer cümle. Hepsi birer öğreti. İnsan zihninin gürültüsünde bu cümleler kayboluyor.

Ormanda zaman başka türlü akar. Bir derenin sesi, zamanı kıvrım kıvrım taşıyorsa da, bir ağacın gövdesinde yıllar boyunca çizilmiş halkalar zamanın içimizde nasıl katlandığını gösterir. Ağaç yaşar; ama görünmeden yaşar. Direnir, ama sessizce. Ağaç büyür; ama gösterişsiz. Ve her şeyden öte, ağaç bağlanır. Kökleriyle toprağa, diğer ağaçlara ve geçmişe bağlanır. Bu yüzden orman, birliğe ait bir varlıktır.

İnsansa köksüzleşti. Betonlar kök salmaz. Asfalt hatırlamaz. Plastik konuşmaz. Ama biz, kendimizi onların içine yerleştirdik ve bunu gelişme sandık. Halbuki uzaklaşmaydı bu. Kendi doğamızdan, iç sesimizden, en ilkel ama en gerçek parçamızdan.

Köklerin hafızası vardır. Toprak her şeyi hatırlar. Rüzgârın öfkesini, yağmurun sevincini, kuraklığın sessizliğini... Hepsini taşır o kökler. Biz ise kendi acılarımızı unutmaya çalıştıkça, ruhumuzun hafızasını silmeye çalıştık. Orman, bu yön duygusunu her hücresinde taşır. İnsan ise pusulasız kaldı.

Gölgeyle barışık yaşar orman. Çünkü ışığın değeri ancak gölgenin varlığıyla anlaşılır. Gölge, saklananın değil, korunanın yeridir. Biz insanlar gölgemizden kaçtıkça aydınlığı da yitirdik. Oysa ormanın içindeki karanlık, içerideki gözle anlam bulur.

Ormanın gecesi, yıldızlarla konuşur. O sessizlikte yıldızların ağaca dokunuşunu hissedersiniz. Gecenin o derin sessizliği, içimizdeki iyiliği büyütür. Bir ağacın altında, yıldızlara bakarken zaman kaybolur. Sadece varlık kalır. Orman, bir hâl, bir bilinçtir ve bu bilinç, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatır.

Ormanlar, bize sabrı öğretir. Her şeyin zamanla büyüdüğünü, hiçbir şeyin aceleyle yeşermediğini gösterir. Aynı zamanda sınırlarımızı da öğretir. Bir ağaç, gökyüzüne uzansa da köklerinden kopmaz. İnsan da öyle olmalıydı. Yükseklik tutkusu, köksüzlükle birleştiğinde yıkımı getirir. Kalbimiz yeryüzünden kopunca, ruhumuz da sessizleşti.

Ormanlar, bize ‘‘biz’’ olmayı anlatır. Bir ağacın düşen yaprağı başka bir canlının yemeği olur. Bir kuşun ötüşü başka bir kuşu uyarır. Ormanda ben yoktur, biz vardır. Ama insan, doğanın dışında bir “ben” icat etti. O ‘‘ben’’, ormanı duymak istemiyor. Çünkü ormanın şarkısı, birliği yüceltiyor.

Bu şarkıyı yeniden duymak için susmamız gerekiyor.

Küçük bir fidanla ekerek, bir ağacın yaprağını avuçlayıp ona teşekkür etmekle, çocuklara ormanı göstermekle başlayabiliriz. Ormanın şarkısını duyan bir çocuk, dünyaya başka bir gözle bakar. Çünkü orman bedenimizi de, ruhumuzu da besler.

Ormanlar yok olursa, aynı zamanda kendimizi kaybederiz. Çünkü biz, ormanın unutulmuş diliyle konuşmayı bırakalı çok oldu.

Ama hâlâ öğrenebiliriz.
Yeter ki susalım.
Yeter ki tekrar dinlemeye başlayalım.

Bir Yaprağın Düşüşü

Bir yaprağın düşüşü, sessizliğin içindeki en sade ama en derin cümledir. Ne çığlık vardır ne de veda. Sadece kabul. Toprağa doğru süzülen bir teslimiyet. Gözle görünmeyen, kulakla duyulmayan ama ruhla hissedilen bir hareket. İnsan, bu düşüşte bir hayat dersi bulabilir ama çoğu zaman bakmaz. Çünkü yaprağın düştüğü yerle kendi düştüğü yer arasında bir bağ kurmak istemez.

Oysa yaprak düşerken korkmaz. Çünkü düşmek onun doğasında vardır. İnsan da bir zamanlar bu döngüyü anlardı. Yaprağın ağaca, ağacın köklere, köklerin toprağa, toprağın göğe bağlı olduğunu bilirdi. Her şeyin bir bütün olduğunu… Ama sonra bir şey oldu. İnsan, zayıf görünmekten, yere yakın olmaktan, teslim olmaktan korktu. Gücünü görünüşe bağladı. Ve böylece düşmek, onun için bir eksiklik oldu.

Yaprak, ağacın suskun vedasıdır. Ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Düşen yaprak, ağacın hafifleyişidir. Bir yükten kurtuluş, bir yenilenmeye hazırlıktır. Oysa biz insanlar, tutunmayı bir erdem saydık. Bırakmayı unutmuşuz meğer. Elimizde tutulanların çoktan solmuş olduğunu fark edemeden, eskiyi yitirmemek uğruna kendimizi tüketmişiz.

Yaprak, yerle temas ettiğinde toprağa karışır. Ve bir süre sonra, orada yeni bir filizin besinine dönüşür. Bu kadar basit ve bu kadar bilgecedir onun döngüsü. Peki ya biz? Yitirdiklerimizi neye dönüştürüyoruz? Acılarımızı hangi yeni başlangıca çevirebiliyoruz? Yoksa düştüğümüzde orada kalıyor ve düştüğümüz yeri suçlamaya mı başlıyoruz?

Bir yaprağın düşüşünü izlemek, zamanla barışmaktır aslında. Geçiciliği kabul etmektir. Ne hazanla savaşır ne rüzgâra direnir. Sadece olur; olmak bazen gidebilmektir. Gitmenin zarafetini, düşmenin sadeliğini bize hatırlatan her yaprak, unutulmuş bir öğretiyi taşır.

Yaprak yere değdiğinde, doğa susar. O sessizlik, bize bir şey söylemek ister: Her şey yerini bilir. Ve her şey zamanında olur. Ne erken, ne geç. Ne fazla, ne eksik. İnsan bu sesi duymak için yavaşlamalıdır. Zihnindeki gürültüye ara vermeli. Belki de bir yaprağın düşüşünü ilk kez izler gibi izlemeli.

Bir çocuk, ilk kez düşen bir yaprağın peşinden koşar. Ona büyü gibi gelir. Ama büyüdükçe, bu büyüyü unutur. Yaprak sadece temizlik zahmetidir artık. Bir süpürgeyle kenara itilecek bir fazlalık. Oysa çocuk hâlâ hakikati görür. Düşen yaprağın içinde bir hikâye okur.

Biz insanlar yeniden o hikâyeyi okuyabilir miyiz?

Belki.

Eğer durur ve sadece bir yaprağın düşüşünü izlersek.

Toprakla Konuşmayı Unutan İnsan

Toprak konuşur. Ama biz onu duymayı unuttuk.

Bir zamanlar çıplak ayaklarımızla bastığımız, ellerimizle kazdığımız, kalbimizle hissettiğimiz toprak... Şimdi o, bizim için yalnızca bir yüzey. Altına gömdüğümüz betonlar, üstüne kurduğumuz kentler, üzerine bastığımız ama bir daha asla gerçekten temas edemediğimiz bir uzaklık hâline geldi.

Toprak, bir anne gibi dinlerdi bizi. Her düşüşümüzde sarardı bedenimizi. Her adımda hafızasına bir iz işlerdi. Ama artık biz toprağın üzerine basarken onu hissetmiyoruz. Sadece geçiyoruz. Aceleyle, düşünmeden, fark etmeden.

İnsan toprağa eğilmekten utandı. Oysa toprağa eğilmek, alçalmak değildir, bağ kurmaktır. Çünkü oradan geldik. Çünkü bedenimizin özünde toprak vardır.

Toprak anlatırdı. Suyun nerede olduğunu, ağacın nasıl yaşadığını, hangi mevsimin yaklaştığını… Bir çatlakta kuraklığı, bir nemde yaşamı gösterirdi. Ama biz hep gökyüzüne baktık. Yukarıyı kutsadık, aşağıyı unuttuk. Oysa köklerimiz aşağıda, orada büyüyordu.

Toprak susmaz. Sadece artık bize cevap vermiyor. Çünkü biz artık soru sormuyoruz. Soru sormak için eğilmek, göz hizasını değiştirmek, sabırla beklemek gerekiyor. Ama sabır, bizim en çabuk vazgeçtiğimiz şey oldu.

Toprakla konuşmayı unutan insan, kendi iç sesiyle de konuşamaz olur. Çünkü toprağın diliyle ruhun dili arasında bir bağ vardı. Sessizlikle kurulan bir bağ. Oysa şimdi her yer gürültü. Ve toprak gürültüyü sevmez.

Bir ağacın altında oturmak hâlâ mümkün. Ama oturan kişi, yalnızca gölgede dinlenmekle kalırsa, o dilin ucuna bile dokunamaz. Oraya kalbiyle gelen, eliyle dokunan, sabırla bekleyen insan ancak o dili duymaya başlar. Çünkü toprak bir bilgeliktir. Her şeyi içine alır ama hiçbir şeyi unutmaz. Ona dökülen gözyaşı da, düşen yaprak da, bastığımız yerde oradadır hâlâ.

Toprağın dili yoksa, insanın da dili eksiktir. Çünkü sözcüklerin anlamı, aidiyetle güçlenir. Ve insan, toprağa ait olduğunu unuttuğunda yalnızlaşır.

Ama hâlâ geç değil. Hâlâ eğilip bir çiçeğin köküne dokunabiliriz. Hâlâ çıplak ayakla yeryüzüne basabiliriz. Hâlâ toprağa bir tohum bırakabilir, onunla yeniden konuşmaya başlayabiliriz.

Toprak hep oradaydı.
Belki de sadece, onunla yeniden konuşmaya cesaret etmemizi bekliyor.

Rüzgârın Öğrettiği Sessizlik

Rüzgâr konuşmaz. Ama bir dili vardır.

Kimi zaman bir ağacın yaprağında yankılanır, kimi zaman bir çiçeğin boynunu bükerek fısıldar. Ve biz insanlar, çoğu zaman o dili anlamak bir yana, fark etmeyiz bile. Çünkü kulaklarımız sesi yüksek olana alışmış, ruhumuz sessizliğin içindeki mesajları duyamayacak kadar gürültüyle sarılmış.

Oysa rüzgâr, en yalın öğretmenlerden biridir.

Sessizce gelir. Ne selam verir ne de izin ister. Ama geldiğinde bir şeyleri değiştirir. Tozu kaldırır, kurumuş yaprakları savurur, bazen dalı sarsar. Ve her geçişinde bir iz bırakır. Ama o iz görünmezdir. Kalpte olur. Ruhta olur. İçte olur.

Rüzgâr, sessizliğin hareketidir. Durağan olanın üzerine düşen bir hatırlatmadır. Ve aslında, rüzgârın estiği her an, şimdinin farkındalığını taşır. O nedenle rüzgâr bir çağrıdır;  kendimize dönmeye, içimizdeki tozlu rafları silmeye, yüreğimizde savrulan yaprakları toplamaya davettir.

İnsan rüzgârla yürüyemez. Ona karşı koşmaya çalışırsa yorulur. Teslim olursa dinginleşir. Rüzgârla dans eden ağaçlar gibi… Onlar direnmez. Bükülürler ama kırılmazlar. Ve biz insanlar, rüzgârın bize ne öğrettiğini hatırlamak istersek, ağaçlara bakmalıyız.

Sessizlik sadece susmak değildir. Sessizlik, içten gelen bir kabul hâlidir. Rüzgâr bu kabulü öğretir. Bir şeyleri söylemeden anlatmanın, dokunmadan tesir etmenin mümkün olduğunu hatırlatır. Oysa biz sözle, hükümle, gürültüyle yaşar olduk. Her şeyin adı olsun istedik. Oysa rüzgâr, isimsizdir. Yine de unutulmaz.

Bir tepenin yamacında rüzgârı yüzünde hisseden biri, geçmişin bütün yükünü bir anda hafifletebilir. Çünkü rüzgâr alır, götürür. Bazen bir pişmanlığı, bazen bir kırgınlığı. Ama sadece gerçekten bırakmaya hazır olanın elinden alır; teslim olanın yanındadır rüzgâr.

Rüzgârın dili zamanın dışındadır. O bize geçmişi anlatmaz, gelecek hakkında konuşmaz. Sadece o an vardır onunla. Şimdi. Ve bu, en çok unuttuğumuz şeydir. Şimdide kalmak. Rüzgârın estiği anla bir olmak.

Belki de yapmamız gereken tek şey, sessizce durup rüzgârın üzerimizden geçmesine izin vermek. Onunla savaşmadan, onu anlamaya çalışmadan... Sadece hissetmek. Çünkü bazı şeyler hissedilerek öğrenilir. Rüzgârın öğrettiği sessizlik gibi.

 

16 Nisan 2025 Çarşamba

José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine

 

 

José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine 


Şeker Portakalı
Dışarıdan bakıldığında yoksul bir Brezilya mahallesinde yaşayan, yaramaz, haylaz ve kimi zaman başına buyruk bir çocuk görüyoruz. Ama Vasconcelos’un satırları ilerledikçe Zezé’nin çok şey bilmesinin, neye karşılık geldiğini anlamaya başlarız: Sevginin yokluğunu, şefkatin bedelini, yalnızlığın çocuk zihninde nasıl şekil aldığını… Ve en önemlisi, bir çocuğun hayal gücüyle hayatta nasıl kalabildiğini öğreniriz.

Zezé’nin evi, fiziki anlamda yoksulluğun merkezidir. Kalabalık bir ailede, ilgisizlikle ve çoğunlukla da şiddetle çevrelenmiş bir çocuktur Zezé. Kardeşlerinin gölgesinde kalır, babasının işsizliğiyle büyür ve annesinin yorgun elleri arasında sevgi arar. Zezé için çocukluk bir oyun alanından çok hayatta kalmaya çalıştığı bir savaş alanıdır.

Ama Zezé bu savaşta silahsız değildir. Onun en güçlü silahı hayal gücüdür. Minguinho, yani şeker portakalı ağacı, işte bu hayal gücünün ürünüdür. Zezé ağacıyla konuşur, ona sırlarını anlatır, şarkılar söyler. Minguinho, Zezé'nin hayâl dünyasındaki sevgi boşluğunu dolduran görünmez bir dosttur.

Bu bağlamda Minguinho'yu edebiyat tarihinde bilinen Küçük Prens’in gülüne benzetebiliriz. Zezé’nin masumiyetini temsil eder; onun dünyaya hâlâ sevgiyle bakabilme çabasının ifadesidir.

Manuel Valadares: ‘‘Sevgi Öğrenilen Bir Dildir.’’

Zezé’nin hayatına gerçek bir insan olarak giren Manuel Valadares, bir tür babadır ama aynı zamanda dost, öğretmen, sırdaş ve şefkatin kendisidir. Zezé’yi olduğu gibi kabul eder. Onun içindeki haylazlığı; kırılganlığı, sevgiyi arayan gözlerini görür.

Manuel’in varlığı, Zezé için bir güven alanı oluşturur ve aynı zamanda dostunun yanı ilk kez sevildiğini hissettiği bir yerdir. Bu his öylesine yenidir ki, Zezé bu sevgiyi önce anlamlandıramaz, sonra ona sarılır, en sonunda da kaybeder.

Manuel’in ölümü, Zezé’nin çocukluğunun kapanışıdır. Zezé bir anda büyür. Minguinho konuşmaz olur. O andan sonra dünya başka bir yer olur; daha sessizdir, daha keskindir ve daha yalnızdır.

Vasconcelos’un dili yalındır ama bu sadelik, okuru kandırmaz. Çünkü bu kitap, çocuğun gözünden anlatılsa da, ardında gizlenen yetişkin bir ruhun acılarını taşır. Duygular gösterilmez, sezdirilir.

Zezé'nin dünyasında yaşanan eksik bir kahvaltı, eksik bir bakış, eksik bir sevgi çok üzülmesine neden olur. O tüm bu şeylerin içinin şefkatle doldurulmasını ister.  Zezé’nin diliyle kurulan dünya, yoksunlukların içindeki mucizeleri anlatır.

Zezé, kitabın sonunda büyümez. O büyümek zorunda kalır. Masumiyetini yitirmez; masumiyetini acının içine gömer. Kitap boyunca kurduğu hayalî dünya, çocuğun korunma mekanizmasıdır. Ve bu dünya, Valadares’in ölümünden sonra değişir.

Şeker Portakalı, okuruyla kurduğu ilişkiyi bitirmez. Kitap bittiğinde Zezé kitapta kalmaz. O, okurun içine taşınır. Zezé'nin yalnızlığı, masumiyeti ve sevgi arayışı evrensel bir hafızaya dönüşür. Okur bu sesi unutmadan, kendi hayatındaki simgelere bakmayı öğrenir.

Güneşi Uyandıralım Kitabı
Zezé artık çocuk değildir. Ama henüz yetişkin de sayılmaz. Ne oyunlara tam olarak dönebilir, ne de büyüklerin dünyasına dahil olabilir. Bu dünyanın sınırında durmak, yetişkinliğe doğru açılan birçok uçurumun kenarında durmak gibidir. José Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım kitabıyla, Zezé’nin masumiyetten kopuşunu, o kopuşun bıraktığı boşluğun Zezé'nin içinde nasıl oluştuğunu anlatır. Zezé, artık ağaçlarla konuşmaz, hayali arkadaşları görünmez olur; çünkü Zezé, gerçeğin acı tadını kabul ederek yaşamaya çalışmaktadır.

Zezé bu kitapta artık büyümenin sorumluluğuyla tanışır. Zezé, çocukluğunda dışa dönük, hayalci, konuşkan bir karakterken, artık daha içine dönüktür. Duygularını açıkça söylemek yerine içinde taşır. Bu dönüşüm, yalnızlığın doğal sonucudur. Çünkü çocukken sahip olduğu Minguinho’yu, sonra Valadares’i kaybeden biri, kolay kolay yeniden güvenemez.

İşte Güneşi Uyandıralım tam da bu güven kaybının, kırık bağların ve içe çöken duyguların romanıdır. Zezé’nin sessizliği, iç dünyasında yeniden inşa edilen bir duvar gibidir.

Bu kitapta öne çıkan diğer tema, Zezé’nin kimlik arayışıdır. Ait olduğu bir aile, tam anlamıyla bağlandığı bir yer yoktur. Ailesiyle ilişkileri hâlâ soğuktur; öğretmenleriyle ya da yetişkinlerle kurduğu ilişkiler, sınırlarla doludur. Zezé'nin içindeki çocuk, yetişkin olmak zorunda bırakılmıştır ama o hâlâ anlam arayışındadır.

Ve bu arayış, yavaş yavaş isyana dönüşür. Zezé açıkça bağırmaz ama davranışlarıyla, suskunluklarıyla, anlattığı hikâyelerle sistemin, düzenin ve hayatın ona biçtiği rolle savaşır. Sessiz bir başkaldırıdır bu. Kendine dönerek, anlatmayı bırakarak, susarak isyan eder.

İlk kitapta Zezé dünyayı hayal ederek güzelleştirmişti. Buradaysa Zezé artık güzellik aramıyor; anlam arıyor. Hayatın neden bu kadar adaletsiz olduğunu, sevginin neden az bulunduğunu, insanlar arasında neden bu kadar mesafe olduğunu anlamaya çalışıyor.

Ve bu sorgulama, yazarın anlatımına da yansır. Güneşi Uyandıralım, Şeker Portakalı kadar duygusal bir anlatı değildir. Daha durgun, daha sorgulayıcıdır. Çünkü bu kitap, gerçeğin kitabıdır.

Kitabın başlığı aslında Zezé’nin içsel yolculuğunun en derin ifadesidir. Güneş, Zezé’nin içinde sönmüş bir sıcaklığın simgesidir. O güneşi yeniden uyandırmak, kendine yeniden inanmaktır. Bu kitap boyunca Zezé, o güneşi uyandırmak için içsel bir yolculuk yapar.

Güneşi Uyandıralım, çocuklukla gençlik arasındaki o tarifsiz boşlukta bir insanın nasıl savrulabileceğini anlatır. Zezé’nin hikâyesi bu kitapta hem daha kırılgan hem daha derindir.
Artık o masum çocukluğu omzunda taşır. Kitabın sonunda güneş tam olarak uyanmaz belki, ama Zezé artık onun yerini bilir. Çünkü artık aradığı sevgiyi içinde bir yerlerde aramaya başlamıştır.

...

Zezé artık büyümüştür. Ama büyümek, bir zorunluluktur onun için. Delifişek, Zezé’nin içsel yolculuğunun son evresidir. Yalnız bir gencin, kendi kimliğini bulmak için çıktığı ve birçok şeyi geride bırakarak yürüdüğü bir yoldur. Bu kitapta artık ne çocukluk hayalleri, ne de gençlik umutları vardır. Zezé hayal gücünün gömüldüğü bir dünyada, gerçeğin sivri köşeleriyle yürümeyi öğrenmiştir. Ve bu yürüyüşte, yalnızdır.

İlk kitapta konuşan ağaçlar, ikinci kitapta yavaş yavaş sessizleşmiştir. Şimdi ise tamamen susmuşlardır. Zezé’nin hayal dünyası artık bir anıdan ibarettir. Duygularını hayallerle yumuşatma dönemi bitmiştir. Şimdi hayatın sertliğiyle baş başadır.

Zezé bu kitapta artık acıdan kaçmaz. Onu içselleştirir, hatta ona alışır. Bu alışma, bir zırh gibidir. Zezé, dış dünyaya karşı ne kadar sert olursa olsun, artık savunma mekanizmaları yoktur çünkü kendisi doğrudan savaşın içindedir.

Delifişek’te yüzme tutkusu çok sık anlatılır. Yüzme, Zezé’nin bedenini ve ruhunu taşır. Suyun içinde yalnız olması, aslında kendi iç sesini duymak için yarattığı bir mekândır.

Deniz, burada hem özgürlüğe açılan bir yoldur hem de dış dünyaya karşı sınır koyduğu bir yerdir. Yüzerek kalabalıklardan, insanların beklentilerinden, toplumsal rollerden uzaklaşır. Ama aynı zamanda yüzmek, Zezé'nin kendini aşmaya çalıştığı mücadele alanıdır. Attığı her kulaçta, biraz daha kendisi olur.

Bu noktada yüzme, çocuklukta Minguinho ile yapılan sohbetlerin yerini alır. Artık semboller değişmiştir ama ihtiyaç aynı kalmıştır: İçsel huzura kavuşmak, yalnızlığı anlamlandırma ve özgürlüğü hissetme ihtiyacı.

Zezé’nin yetişkinliğe geçişi aslında bir kazanımdan çok bir kayıptır. O artık sistemin bir parçasıdır. İşe gidecektir, sorumluluklar taşıyacaktır. Ama bu geçişte en büyük bedel, içindeki çocukla vedalaşmak olur.

Ve bu vedalaşma, sessizce yaşanmaz. Zezé, içinden gelen öfkeyi bastırmaz ama artık bağırmaz da. Yalnızlıkla yoğrulmuş bir bilgelik edinmiştir. Gülmez, sevinmez, ağlamaz. Bu duygusal donukluk, geçmişte yaşadığı acıların bir sonucu, o acıların onda bıraktığı izdir.
Zezé’nin hikâyesi bireysel gibi görünse de, Delifişek toplumsal bir eleştiriyi de içermektedir. Eğitim sisteminden, aile yapısına, ekonomik zorluklardan, bireyin yalnızlaşmasına kadar pek çok yapı taşına eleştirel bir gözle bakılır.

Zezé artık dış dünyanın adaletsizliğini görmektedir. O, hem sistemin dışına itilmiş bir birey, hem de onun içinde kaybolmuş bir delifişektir. Bu ikili varoluş, kitabın ana çatısını oluşturur: Hem aidiyet arzusu, hem de özgürlük isteği vardır.

Delifişek kelimesi, çocuğun göz kamaştırıcı, enerjik, sarsıcı ama kısa süren varlığına işaret eder. Zezé de bir delifişektir: Parlamıştır, yakmıştır, yanmıştır, sevilmiştir ve sönmüştür. Bu söndürülme de, toplumun, ailenin, hayal kırıklıklarının, zamanın ortak eseridir.

Ama Zezé bu kısa parlamayla iz bırakmıştır. Ve bu iz, insanın içindeki kaybolmuş çocuğun kalbinde de hâlâ silinmemiştir.

Delifişek, Zezé’nin varoluşsal kabulüdür. Ne çocuktur artık, ne de bütünüyle yetişkin. İçindeki kırıklıkları inkâr etmeden yaşamaya çalışan bir ruhun, hayatta kalma biçimidir.
Ve biz okur olarak bu son kitapta Zezé’ye son kez bakarız. Onu bir daha Minguinho’nun altında, Valadares’in yanında ya da Maurício ile sohbet ederken göremeyiz. Ama Zezé'nin sessizliğinde, dirençli bakışlarında, yüzmeye çalıştığı sularda hep o çocuk olarak kalır. Ve belki de en çok bu yüzden, Zezé hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmamıştır. 
 

Zezé’ye Bir Mektup
Sevgili Zezé
Bu mektubu yazarken zihnimde seninle ilgili bir dünya canlanıyor. Küçücük çocuk bedenine sığdırdığın o koca evreni hayal etmek beni hem düşündürüyor hem de duygulandırıyor. Senin, hayata ve insanlara bambaşka gözlerle baktığını biliyorum. Zorlukların, sevgiyi anlamanın ve dostluğu değerlendirmenin derin yollarını sana açtığını hissediyorum.
Sen hayatın acımasız yanlarına göğüs germeye çalışan bir çocuksun, ama aynı zamanda hayalleriyle yaşamın sınırlarını aşan bir kahramansın. Senin Şeker Portakalı'yla kurduğun dostluk, aslında tüm insanlık için bir mesaj taşıyor. Çünkü sen, kaybedilmiş gibi görünen masumiyeti yeniden yaratıyor, umut dolu bir geleceğin tohumu olarak yetiştiriyorsun.
Gözlerinden hiç eksilmeyen o ışık var ya, işte o ışık dünyanın en karanlık anlarında bile insanın yolunu bulmasına yardımcı olabiliyor. Senin hayal gücün, sıradanlığın ötesinde bir dünyanın mümkün olduğunu bize anlatıyor. Şeker Portakalı'na duyduğun sevgi, her yaprağında insan sıcaklığını ve doğanın şefkatini barındıran bir bağdır. Onunla konuştuğun anlarda tüm evrenle o bağı kuruyorsun.
Hayat seni bazen yıkmaya çalışıyor, ama sen hep içindeki sevgiyi ve iyiliği bir kale gibi inşa ediyorsun. Sen bize, ne kadar zor olursa olsun insanın yeniden başlayabileceğini öğretiyorsun. Bir ağacın gölgesinde, bir kuşun ötüşünde veya bir dostun kahkahasında bulduğun mutluluk, her şeyin ötesinde bir yaşam dersidir.
Sadece bir çocuk gibi görünsen de, sen aynı zamanda çok büyük bir öğretmensin. Düşlerinle bize cesur olmayı, sevgiyi yaşamın ne kadar önemli olduğunu ve güzellikleri en küçük detaylarda aramayı öğretiyorsun.
İşte bu yüzden, senin hikâyen beni düşünmeye ve hissetmeye sevk ediyor. Hayatın sıradan akışında saklı olan olağanüstü güzellikleri görebilmek için bana ışık oldun. Seninle aynı dünyayı paylaşmanın değerini daha iyi anlayabilmem için rehber oldun.
Senin yarattığın bu duygu dünyası, kalbimde derin bir yer edinmiş durumda. Senin hayallerinin peşinden gitme cesaretini örnek alacağımı bilmeni istiyorum.
Sevgilerimle

 


Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî ’n...