18 Ağustos 2025 Pazartesi

Albert Camus Düşüş

Albert Camus Düşüş

Roman, Jean-Baptiste Clamence adlı eski bir Paris avukatının, Amsterdam’da bir barda karşılaştığı isimsiz bir yabancıya yaptığı uzun monologdan oluşur. Yani roman aslında bir tür itiraf ve hesaplaşmadır. Clamence, geçmişte kendisini ahlaken kusursuz, erdemli ve adaletli bir insan olarak görmüş; fakat hayatındaki bazı olaylar onu bu öz-imajını sorgulamaya itmiştir. Özellikle Seine Nehri’nde intihara kalkışan bir kadına yardım etmemesi, onun vicdanında büyük bir kırılma yaratır. Bu olay, onu “hakim-yargıç” rolüne, yani hem kendini hem başkalarını sürekli yargılayan bir figüre dönüştürür.

Clamence, Paris’te saygın bir avukattır. Kendini daima “erdemli”, “başkalarının dertlerini önemseyen”, “adalet savaşçısı” bir figür olarak görür. Bu öz-imajı, onun psikolojisinde yüksek bir konum yaratır; hem kendine hem başkalarına karşı üstün hisseder. Ancak Seine Nehri’nde intihara kalkışan bir kadına yardım etmemesi, bilinçaltındaki ikiyüzlülüğü açığa çıkarır. Bu olay, onu kendi vicdanında bir mahkeme salonuna iter. Clamence, sürekli olarak geçmişini anlatır ve itiraflarda bulunur. Bu durum, onda derin bir suçluluk psikolojisinin var olduğunu gösterir. Fakat bu itiraflar, yalnızca bir arınma çabası değil, aynı zamanda başkalarını da yargılama yöntemidir. Onun sözlerinde gizli bir mantık vardır. Bu, bireysel vicdan azabını toplumsal bir suçluluk ağına yayma psikolojisidir. 

Clamence, kendisini “hâkim-yargıç” olarak tanımlar. Bu durum, psikolojik olarak iki yönlüdür: Kurban yönü: Kendi günahlarını itiraf eden, düşüşünü yaşayan kişidir. Hakim yönü: Hem kendini hem de karşısındakini yargılayan kişidir. Böylece iç dünyasında bir bölünme yaşa. “Ben hem suçluyum hem de sizi yargılıyorum,” noktasında durur. Bu çelişkili durum, onun nevrotik kişiliğini derinleştirir. Clamence’in psikolojisinde sürekli bir yabancılaşma vardır. Kendine yabancılaşma; eskiden inandığı erdemli kimliğini artık reddeder. Topluma yabancılaşma; insanların iyilik maskelerinin ardında gizledikleri bencilliği fark eder. Tanrı’ya yabancılaşma; roman boyunca Tanrı yokluğunun yarattığı boşluk hissedilir; Clamence bu boşluğu yargı dağıtarak doldurmaya çalışır. 

Clamence, sonunda şunu fark eder; insan ne yaparsa yapsın, kendi suçluluğundan ve ikiyüzlülüğünden kaçamaz. Bu, Camus’un absürd felsefesinin yansımasıdır. Clamence’in psikolojisi, aslında modern bireyin çıkışsızlığını simgeler. Vicdanından kaçamaz. Erdemli bir imaj kurmaya çalışsa da kendi düşüşünden kurtulamaz. Yalnız kalmamak için itiraf eder, ama bu itiraflar yeni bir yalnızlık doğurur.

 “İnanın bana, dinler ahlak dersi vermeye kalkıştıkları ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar. Suçlamak ve cezalandırmak için Tanrı şart değildir. Bizim yardımımızla benzerlerimiz bunun için yeterlidir. Son yargı gününden söz ediyordunuz, bırakın da saygın bir biçimde güleyim buna. Gözümü kırpmadan bekliyorum onu. Daha kötüsünü deneyimledim ben, insanların yargısını. Onlar için hafifletici nedenler yoktur; iyi niyet bile suç sayılır. Hiç tükürük hücresinden söz edildiğini işittiniz mi? Bir ulusun, dünyanın en büyük ulusu olduğunu kanıtlamak için son zamanlarda icat ettiği o hücreden... Tutuklu burada ancak ayakta durabilir, kıpırdayamaz; dört duvar onu çimentodan bir kozanın içine kapatır. Kapı çenesinin hizasına dayanır, bu durumda yalnızca yüzü görünür. Ve gelip geçen her gardiyan bu yüze ağız dolusu tükürük fırlatır. Hücrede sıkışıp kalan adam gözlerini kapatabilse bile yüzünü silemez. İşte size, azizim, bir insan icadı. Bu küçük şaheser için insanlar Tanrı’ya ihtiyaç duymadılar.”

Tavsiye

Aşkı hissetmek tek başına yetmiyor; karşı tarafın aşkı idrak etmesiyle tamamlanıyor. O idrak olmayınca aşk, tek kişilik bir yük gibi kalıyor...