Cadı Avı: 1613 Bedford Davası
Orta Çağ sonu ve Erken Modern dönem Avrupa’sında su,
göklerin yeryüzüne armağanı, Tanrı’nın en saf ve lekesiz unsuru olarak
görülürdü. İnsanlar, suyun yalnızca bedeni değil, ruhu da yıkayan bir kudrete
sahip olduğuna inanırlardı. Bu yüzden "su, cadıyı kabul etmez" düşüncesi halkın
zihnine kazınmıştı. Bir kadın cadılıkla suçlandığında onu bir nehre, bir göle,
bazen de köyün karanlık kenarında akan bir dereye atarlardı. Eğer batıp
boğulursa masum sayılırdı; ama masumiyet onun son nefesiyle mühürlenmiş olurdu.
Eğer suyun üstünde kalırsa, işte o an köy halkının gözlerinde "cadı" damgasını
yerdi.
Cadı avları çoğu zaman toplumsal korkuların gölgesinde
büyürdü. Kıtlıkların, salgınların, hayvan ölümlerinin ya da ani felaketlerin
yükünü toplum, en zayıf halkaların omuzlarına yıkarak hafifletmeye çalışırdı.
Köyde farklı görünen, yalnız yaşayan, dul ya da yaşlı olan kadınlar kolayca
hedef haline gelirdi. Suya atma gibi denemeler halkın gözleri önünde yapılır,
kalabalığın nefesini tutarak beklediği o an, suçlamaların görünürde "kanıtlandığı" bir sahneye dönüşürdü. Böylece köyün içindeki huzursuzluk bir
süreliğine yatıştırılır, fakat yeni bir kurban için korkular hep diri kalırdı.
Bu tür deneyler yargı mekanizmasının da bir parçasıydı. Modern anlamda bir delil sistemi
olmadığı bir çağda, hükmü Tanrı’ya bırakmak en adil yol sayılıyordu. Su,
adaletin terazisi gibi görülüyor; masum ile suçluyu ayıracağına inanılıyordu. Anne Sutton ve Mary Sutton’un başına gelenler, bu inancın ne denli zalimce
ve kör olduğunu gösteren acı bir örnektir. Onlar suyun sınavından sağ çıktılar;
ama işte tam da bu yüzden "cadı" ilan edilip darağacına götürüldüler.
1613 yılında İngiltere’nin Bedford kasabasında yaşayan Anne
Sutton ve kızı Mary Sutton, cadılıkla suçlanan en meşhur isimlerden biri
oldular. O dönemde toplumda meydana gelen kıtlıklar, hayvan ölümleri,
hastalıklar ve açıklanamayan felaketler, çoğunlukla "cadıların laneti" ile
açıklanıyordu. Anne ve Mary de çevrelerinde yaşanan her türlü talihsizlikten
sorumlu tutuldu.
Suçlamaların ardından, dönemin en yaygın yöntemlerinden biri
olan su deneyi uygulandı. Mary, iplerle bağlanarak nehre atıldı. Suya
batarsa masum, batmayıp yüzeyde kalırsa cadı sayılacağına inanılıyordu. Deneme
sonucunda onların “cadı” oldukları ilan edildi. Ardından mahkeme, onları "şeytanla işbirliği yapmak" ve "doğaüstü kötülükler icra etmek" gibi suçlarla
yargıladı.
İngiltere’de cadılıktan hüküm giyenler, kıta Avrupası’ndaki
gibi ateşe teslim edilmezdi. Orada infazın yolu, darağacından geçerdi. Anne
Sutton ve kızı Mary de aynı akıbeti yaşadı. Bedford’da halkın gözü önünde
darağacına götürüldüler ve kalabalığın gözleri önünde can verdiler.
Bu dava, erken modern İngiltere’deki cadı avlarının en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe kazındı. Toplumsal korkuların, dinî inanışların ve hukukun birleşerek masum insanların hayatına mal olduğu bu trajik olay, cadı avı histerisinin karanlık yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Sutton kadınlarının hikâyesi korkunun ve önyargının birleştiğinde neler yapabileceğinin ürpertici bir hatırlatıcısıdır.