22 Mayıs 2025 Perşembe

Yıkılan Mahalleler - Bursa’nın Kalbine İnen Bıçak: Doğanbey Üzerine

 


Yıkılan Mahalleler - Bursa’nın Kalbine İnen Bıçak: Doğanbey Üzerine

Bu metin, yerinden sökülmüş bir mahallenin ardından konuşan bir hafızanın izidir. Doğanbey’in taş sokaklarını, avlularını, cumbalarını unutmamak için yazılmıştır. Gözle görülmeyen ama içte duran bir yıkımı kelimelere dönüştürme isteğinden doğmuştur.

Fomara Meydanı’nda bir bankta oturuyordum, gözüm karşımdaki gri bloklardaydı ama zihnim çok başka bir yerde geziniyordu; zaman ellerimde eğilip, bükülmüş gibi hissediyordum. İçimden geçen düşünceler başka bir zamanda, eski evlerin duvarlarının gölgesinde saklı kalmış bir geçmişte dolaşıyordu. Sanki gördüğüm her görüntü, kalbimin ortasına inen uzun, soğuk ve sessiz bir bıçak gibi, bildiğim ve sevdiğim bu kentin en can alıcı yerinde kapanmayan bir yaraya dönüşüyordu.

Şimdi gözümün önünde yükselen bu yapılar, bu kasvetli ve dik köşeli dev bloklar, ne bu kente ait bir sese sahiptir ne de geçmişle konuşacak bir dili vardır. Oysa burada, yani tam burada, daha birkaç on yıl öncesine kadar, taş döşeli yolların iki yanında sıralanmış, cumbaları göğe meyleden, ahşap çatılarındaki kiremitlerin arasında kuşların tüneyebileceği kadar doğal, avlularında asma ağaçlarının gölgesinde dinlenen yaşlı kadınların zamanla yarışmadığı, ona eşlik ettiği, bir mahalle vardı: Doğanbey Mahallesi.

Bu mahallenin evleri, sokakları, sesi vardı; sabahları kapı önlerinde yıkanan halıların su sesi, akşam ezanı okunurken komşudan yükselen çorba kokusunun taşıdığı sohbet, yaz aylarında cumbalardan gelen ince bir kadın türküsü, bir de taşlara çarpıp yankılanan çocuk kahkahaları… Hepsi birer parçasıydı o bütünün; şimdi hiçbirinin izi de yok, sesi de yok. Bu yokluğun tesadüf olabileceğini düşünmek mantıklı gelmiyor hiç; bir kararın, bir imzanın, bir protokolün sonucu. 28 Kasım 2006 günü imzalanan bir metinle, TOKİ, Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Osmangazi Belediyesi iş birliği içinde, kentin merkezinde, şehrin en köklü mahallelerinden birini ‘‘kentsel dönüşüm’’ adı altında yeniden şekillendirmeye karar verdi. Ama ‘‘yeniden şekillendirmek’’ dedikleri şey, kentin o kadim hafızasını silip yerine başka bir şeyi koymaktı; kök salmış bir belleği, kurumsal bir çıkarla takas etmekti. Bu karar, yalnızca fiziksel bir dönüşümü başlatmadı; Doğanbey Mahallesi’nin taşına, toprağına, çatısına, cumbasına, avlusuna, gövdesine, ruhuna saplanan o bıçağın sapını da kimin tuttuğunu gösterdi.

Proje 2011 yılında tamamlandığında, ortaya çıkan manzara şuydu: 23 katlı dev konut blokları, çevresindeki tarihî yapılarla hiçbir akrabalığı olmayan, göğe yükselmek için şehrin ruhunu basamak yapan yapılardı. Bu bloklar, betondan oluşan ve geçmişin üzerine dikilmiş unutuş anıtlarıydı. Bursa’nın tarihi silueti, Ulucami'nin zarif minaresinden, Muradiye’nin cumbalı taş evlerinden, Tophane’nin sarı sıcak yamaçlarından oluşuyordu; ama bu siluete şimdi gölgesi bile olmayan yapılar eklenmişti.

Sahi, neden böyle olmuştu? Doğanbey evleri onarılamaz mıydı? Bu evler, tıpkı Cumalıkızık’ta olduğu gibi restore edilemez miydi? Tarihî taş yapılar güçlendirilemez miydi? Avlular, cumbalar, taş merdivenler, iç avluları, yeniden yaşamla buluşturulamaz mıydı? Mümkündü. Hatta mümkünden öte, gerekliydi. Çünkü bu evler, geçmişin taşıdığı dilin, geleneksel yaşamın, komşuluğun, huzurun ve saygının maddi karşılığıydı.

Mahalle adını Osmanlı’nın ilk yıllarında, Yıldırım Bayezid döneminde yaşamış olan Doğan Bey’den alır. Doğan Bey’in türbesi hâlâ orada, Fevzi Çakmak Caddesi’nin bir kenarında, Suluki Camii’nin yakınında, neredeyse unutulmuş bir köşede sessizce durur. Yanından her gün binlerce insan geçer, ama başını çevirip bakan pek azdır. Bir gün o türbenin başında dururken fark ettim: geçmişe sırt çeviren bir şehir, kendini de yitirmeye başlar ve başladı da.

Fomara’da oturduğum bu banktan baktığımda, geçmişle arama örülen duvarların yalnızca betondan ibaret olmadığını anlıyorum. Bu bloklar, anıların önüne çekilmiş kalın perdeler gibi orada duruyor. Doğanbey Mahallesi’nin evlerinin pencere pervazlarına sabahları kuşlar konardı. Komşular camdan cama konuşurdu. Sokakta top koşturan çocukların sesi duyulurdu, şimdi artık o sesler duyulmuyor. Ben unutmadım. Unutmayacağım. Çünkü bu şehrin sokaklarında yalnızca bedenim yürümedi; ruhum da adım adım o taşları ezberlemişti. Doğanbey yıkıldığında, içimden bir şey de onunla birlikte yıkıldı.

Şimdi burada, Fomara’da bir bankta oturan yalnız ben değilim aslında; bu meydandan geçen insanların gözlerinde biraz geçmiş, biraz suskunluk var. Kimi alışverişini tamamlamış ellerinde poşetlerle yürürken, kimi düşüncelerine dalmış, kimi aceleyle bir randevuya koşarken bakmıyor bile arkasındaki yükselen duvarlara. Oysa bu blokların ardında yalnızca bir bina yıkılmadı; bir mahalle, bir ritim, bir koku, bir ses düzeni ortadan kalktı. Her gün yanından geçilen, ama artık görülmeyen o eski evlerin hatırası, aslında hâlâ ayakta. Sadece gözlerin görmeyi unuttuğu yerde duruyor. Kimse ses etmese de, o dar sokaklarda hâlâ yürünüyor birilerinin belleğinde. Bazen bir koku, bazen duyulan bir kelime, bazen bir pencereden süzülen ışık yeniden hatırlatıyor o eski günleri. Bir avludaki yemek kokusu kalıyor havada, bir çocuk kahkahası kanatlanıyor... Hatırlamayı seçince beliriyor o evler, belki bir kadın pencere pervazına sardunyaları diziyor, belki yaşlı bir adam eski evinin avlusunda tespihini çekiyor, belki bir çocuk top oynuyor hâlâ mahallelerde.

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Demirtaş: Türkiye’nin İlk Çim Kayağı Tesisinin Ardındaki Köy



Demirtaş: Türkiye’nin İlk Çim Kayağı Tesisinin Ardındaki Köy

Bursa'nın kuzeyindeki Osmangazi'ye bağlı Demirtaş Mahallesi, sıradan bir yerleşim yeri gibi görünse de, tarihsel kimliği bugünün coğrafi sınırlarının çok ötesine uzanır. Zamanla farklı halkların, inançların ve mekân kullanımlarının kesiştiği bir alan olarak, Demirtaş çok katmanlı bir geçmişin izlerini taşır. Adının kökeninden yerleşim tarihine, demografik yapısından mimarisine dek incelendiğinde, Demirtaş hem mikro ölçekte bir Anadolu tarihidir hem de modernleşme ve göç politikalarının küçük bir örneklemidir.

Yerleşim geçmişi bakımından bölge, Neolitik Çağ’dan beri insan faaliyetlerine sahne olmuştur. Bugünkü Demirtaş’ın 2,5 kilometre güneyinde yer alan Demirtaş Höyüğü’nde yapılan kazılar, bölgenin M.Ö. 2500’lere kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Bu veriler, Demirtaş’ın herhangi bir kırsal yerleşimden çok daha fazlası olduğunu; tarih öncesi çağlardan bugüne kadar kesintisiz bir insan varlığına ev sahipliği yaptığını ortaya koyar.

Osmanlı dönemine gelindiğinde ise köy, 16. yüzyıldan itibaren tahrir defterlerinde Demirtaş adıyla kaydedilmeye başlanır. Adın menşeî konusunda farklı görüşler bulunsa da, halk arasında en çok kabul gören anlatı, ismin Osmanlı'nın Rumeli fetihlerinde görev alan Demirtaş Paşa ile ilişkilendirilmesidir. Ancak bu bağ, tarihsel belgelerle net biçimde doğrulanmamaktadır. Etimolojik açıdan değerlendirildiğinde ise demir ve taş sözcüklerinin birleşimiyle oluşturulan bu isim, yerleşim adı olarak Anadolu’da sıkça rastlanan bir Türkçe yapı formudur. Yer adı ile kişi adı arasındaki olası ilişki, Osmanlı’nın iskân politikalarıyla desteklenmiş olabilir. 19. yüzyılın sonuna kadar Demirtaş, ağırlıklı olarak Rum Ortodoks nüfusun yaşadığı bir köydür. 1915 nüfus kayıtlarında köydeki nüfusun tamamının Rumlardan oluştuğu belgelenmiştir.

Demirtaş Mahallesi’nde bugün Demirtaş Orta Camii olarak bilinen bina, 1834 yılında Koimesis Tes Theotokos adıyla Rum Ortodoks halk tarafından bir kilise olarak inşa edilir. Dış cephede görülen taş-tuğla almaşık duvar örgüsü, Bizans geleneğini sürdürür. Cephenin çıkıntılı apsis bölümü, kilise formunun en karakteristik izi olarak korunmuştur. Batı kapısı üzerindeki beş satırlık mermer kitabeye göre temeller, 3 Şubat 1834 tarihinde Demirtaş’ın Rum ahalisi tarafından atılmıştır. Yapının kuzey ve güney cephelerinde yer alan pencerelerin simetrik olarak dizilmesi, narteks ve galeri katlarına işaret eden mimari düzen, bu yapının sıradan bir ibadethane olmaktan öte, Rum topluluğun merkezi olduğunu anlatır. Daha sonra eklenen minare ve kadınlar mahfili gibi unsurlar, yapıyı camiye dönüştürme sürecinde yerleştirilmiştir.

1923 Lozan Antlaşması’yla uygulamaya konan nüfus mübadelesi, Demirtaş’ın demografik yapısını köklü şekilde değiştirmiştir. DramaLangazaSelanik ve çevresinden gelen Müslüman mübadiller, terk edilen Rum evlerine yerleştirilmiştir. Bu göç, fiziksel bir nüfus değişimiyle birlikte kültürel bir yeni inşayı da beraberinde getirmiştir. Ardından 1970’lerden itibaren Bulgaristan’dan gelen Türk kökenli göçmenlerin yerleşimi, Demirtaş’ın üzerine bir katman daha eklemiştir. Yugoslavya’dan gelen Bektaşi Arnavutlar da bu demografik çeşitliliğin bir başka boyutunu oluşturur.

Cumhuriyet sonrası idari değişikliklerle birlikte Demirtaş, 1955’te belediye statüsü kazanmış, 2012’de ise mahalle statüsüne dönüştürülerek Osmangazi ilçesine bağlanmıştır. Bu dönüşüm sosyo-kültürel bir yeniden tanımlamayı da beraberinde getirmiştir. Kırsal kimlik, kentsel sınırlar içinde yeni bir kimliğe dönüşme sürecine girmiştir.

Demirtaş’taki ikinci büyük dönüşüm alanı ise 1970’li yıllardan itibaren kırsal kimliğin teknik altyapıyla buluştuğu Demirtaş Barajı çevresidir. 1977 ile 1983 yılları arasında sulama amacıyla inşa edilen bu baraj, yalnızca tarım verimliliğini artırmakla kalmamış, bölgenin doğal ve sosyo-ekonomik yapısını da etkilemiştir. Ballık ve Keten dereleriyle beslenen baraj gölü, hem doğal güzellikleri hem de çevresindeki ormanlık yapısıyla dikkat çeker. Bu alan, kırsal üretimin merkezinde yer alırken aynı zamanda kamusal bir dinlenme ve eğlence alanı haline gelmiştir.

1987 yılında, Demirtaş Barajı çevresinde Türkiye’nin ilk çim kayağı tesisleri kurulmuştur. Bu tesisler, 1991 yılında Almanya, İsviçre ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerin katıldığı Çim Kayağı Dünya Şampiyonası’na ev sahipliği yaparak Demirtaş’ı uluslararası bir spor etkinliğinin parçası haline getirmiştir. İki ayrı pistten oluşan tesislerde, uzun pist 535 metre, kısa pist ise 392 metre uzunluğundadır. Eğimi ve zemin yapısıyla dünya standartlarında kabul edilen bu pistler, yıllarca atıl kaldıktan sonra yeniden canlandırılmıştır.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin çalışmalarıyla son yıllarda modern bir mesire alanına dönüştürülen bu bölge, kayak, yürüyüş, dinlenme, çocuk oyunları, tubing pistleri gibi çok yönlü kamusal kullanımlara da olanak sağlamaktadır. Böylece baraj çevresi, hem üretim hem de sosyal yaşamın entegre edildiği bir alan haline gelmiştir.

Bugün Demirtaş’a bakıldığında, bir yanda erken Tunç Çağı’na ait höyük kalıntıları, bir yanda Bizans mimarisi taşıyan bir cami, öte yanda uluslararası çim kayağı yarışmalarına ev sahipliği yapmış pistler aynı coğrafyada yer almaktadır. Bu çok katmanlılık, Demirtaş’ın bir köy olmaktan çok, geçmişle bugün arasındaki geçişleri taşıyan bir tarihsel örneklem olduğunu göstermektedir.

Demirtaş’ın bir diğer önemli topoğrafyası Kırantepe Çamlık Parkı'dır; spor ve yürüyüş alanları, çocuk oyun sahaları ve ışıklandırma sistemleriyle kırsal bir yamaçtan kamusal bir yaşam alanına dönüştürülmüştür. Bu süreç, Demirtaş’ın doğayla kurduğu ilişkinin pasif tüketimden aktif yaşama evrildiğini gösterir. Kırantepe, aynı zamanda mahalle sakinlerinin gündelik sosyalleşme alanına dönüşerek, yerel kimliğin yeni bir bileşeni olmuştur.

Demirtaş’ın Pamuklutepe bölgesi, bu dönüşümün öteki yüzünü temsil eder. Selvi Yolu Caddesi çevresinde konumlanan ve özellikle tarımsal arazileriyle bilinen bu alan, kentsel yayılma baskısı altındaki kırsal alanların temsilidir. Arazi yollarında biriken su, altyapı eksiklikleri ve doğal dokunun korunmasıyla ilgili müdahaleler, Pamuklutepe’nin kentselleşemeyen doğasını görünür kılar. Fen İşleri’nin bu bölgedeki düzenlemeleri, yerelin kendi coğrafyasıyla kurduğu ilişkinin yeniden tanımlanma sürecine işaret eder. Demirtaş, geçmişiyle çatışmayan bir bugünü kurmaya çalışan yerleşimlerin nadir örneklerinden biridir.









dış mekan, doğa, gökyüzü, hazne, havza içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.


mağara, kayak yapma, dış mekan, gece içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.


18 Mayıs 2025 Pazar

Tiyatroda Kolektif Hafıza ve Tanıklık: M. Hayati Özkaya’nın Oğuz Amca Diye Biri Adlı Eseri Üzerine Edebi ve Tematik Bir İnceleme



Tiyatroda Kolektif Hafıza ve Tanıklık: M. Hayati Özkaya’nın Oğuz Amca Diye Biri Adlı Eseri Üzerine Edebi ve Tematik Bir İnceleme

Oğuz Amca Diye Biri adlı tiyatro metni, Çanakkale Savaşı’nı bir milletin vicdanında yankılanan derin bir hafıza alanı olarak ele alır. Karakterlerin iç dünyalarıyla şekillenen dramatik yapı, savaşın bireysel ve toplumsal düzeydeki etkilerini katmanlı biçimde yansıtır. Bu bağlamda oyun, ulusal kimliğin duygusal ve düşünsel temellerine dair güçlü bir edebi anlatım sunar.

Tiyatro sanatı, sahne ile sınırlı bir gösteri olmaktan çok, toplumun hafızasını şekillendiren ve yeniden inşa eden bir alan olarak işlev görür. Bu bağlamda M. Hayati Özkaya’nın Oğuz Amca Diye Biri adlı eseri, bireysel acıların ortak bir bilinç havuzuna dönüştüğü, dramatik yapı aracılığıyla bir milletin yeniden doğuşunun temsil edildiği güçlü bir tiyatro örneğidir. Çanakkale Savaşı’nı odağına alan eser, savaşın yalnızca cephede yaşanmadığını, aynı zamanda evlerin içini, kalpleri ve vicdanları da sarsan bir olgu olduğunu ortaya koyar. Bu yönüyle eser, bir kültürel travmanın sanatsal çözümlemesidir. Bu görüş, tiyatronun hafıza koruyucu ve aktarıcı yönüne dikkat çeken Gözde Pelister’in ‘‘Gelecek İçin Belleği Korumak: Tiyatro Arşivi Oluşturma Gerekliliği’’ başlıklı çalışmasıyla da örtüşmektedir. Ayrıca, hafıza mekânları ile kimlik arasında kurulan ilişkinin kültürel temellerine işaret eden Semih Evciman’ın çalışması da, bireysel ve kolektif belleğin tiyatro aracılığıyla nasıl somutlaştığını kavramak açısından önemli bir kuramsal çerçeve sunar.

Oğuz Amca Diye Biri, klasik dramatik yapıdan sapmaksızın, sahnelemeye açık bir şekilde yapılandırılmıştır. 13 tablodan oluşan bu kurgu, zamansal sıçramalar ve mekânsal değişimlerle çok boyutlu bir anlatı yaratır. Sahneler arasındaki geçişlerde kullanılan ses efektleri (top sesleri, silahlar, türkü ezgileri), sahnelerin duygusal yoğunluğunu besleyen bir anlatım unsurudur. Bu noktada, metin teatral bir disiplinle yazılmış olsa da sinematografik unsurlar barındırır.

Zaman çizgisi doğrusal değildir. Gerilim, yalnızca dış dünyada yaşanmaz, karakterlerin zihinsel ve duygusal süreçlerinde de yükselir. Mektuplar, iç monologlar ve anılar, savaşın bireyler üzerindeki ruhsal etkisini izleyiciye hissettirir. Bu bağlamda oyun, Bertolt Brecht’in savunduğu ‘duygusal mesafe’ yerine seyirciyi sahneye ruhen dahil eden bir yapıyı tercih eder.

KARAKTER ANALİZLERİ

Oğuz Amca: Toplumsal hafızayı ve nesiller arası aktarılması gereken bilgeliği temsil eden bir figür olarak, geçmişin acılarını bugünün deneyimleriyle harmanlar. Onun sözleri, tarihsel bir mirasın ve modern duygusal yaraların birleşimini simgeler.

Hasan Şakir: İçsel çatışmalarını, aşkını ve duygu yüklü mektuplarla ifade eden bu karakter, savaşın birey üzerindeki ruhsal sınavını gözler önüne serdikten sonra trajik bir sonla ölür.

Yusuf: Hasan Şakir’in arkadaşı, diğer askerlerin mektuplarını okuyarak savaşın acılarına tanıklık eder; onun gözlemleri, savaşın insana dokunan yönlerini izleyiciye aktarır.

Dilârâ: Kadın figürü olarak bekleyiş, sabır ve dirençle öne çıkan Dilârâ, savaşın getirdiği zorluklara rağmen umudun ve inancın varlığını simgeler.

Mustafa: Vatan uğruna savaşıyor olmanın yüce duygularını taşıyan genç, evlatlık ve askerlik rollerinde yaşadığı kimlik çatışmasıyla şehadet mertebesine yükselir.

Sucu Ali Sahnesi: Bu sahnede, genç bir karakter yanlışlıkla düşman bölgesine girer ve onlara su verir; karşılığında düşmanlar, ona süt verip kendi bölgesine gönderir. Bu olay, savaş ortamında bile insanî dokunuşların ve barışın var olabileceğini gösterir.

Mendebur İdris ve Muzır Ruşen: Sahnenin acımasız gerçekliğini hafifletmek adına aralarındaki esprili takışmalar ve tatlı şakalarla, savaşın korkunç atmosferine insancıl bir renk katarlar.

TEMALARIN DERİNLİĞİ

Vatan Sevgisi ve Fedakârlık: Eserin tüm katmanlarında işlenen bu tema, karakterlerin söylemlerinde ontolojik bir zorunluluk olarak ele alınır. Vatan, uğruna ölünerek var olan bir değer olarak sunulur.

Aşk ve Ayrılık: Hasan Şakir ve Dilârâ’nın ilişkisi, savaşın gölgesinde filizlenen aşk; insanın en temel duyguları ile tarihsel zorunluluklar arasındaki kırılmayı da temsil eder. Bu aşk, bireysel hazdan çok bir idealin yüküyle şekillenir.

Hafıza ve Tanıklık: Oğuz Amca, Yusuf ve mektuplar, kolektif hafızanın sahnedeki taşıyıcılarıdır. Tanıklık, olayları geleceğe aktarmak, acıyı unutmamak, anlatıyla iyileşmektir. Bu bağlamda, bireysel hafıza ile toplumsal hafızanın çakıştığı mekânsal ve anlatısal alanların, kimlik inşası açısından taşıdığı önemi vurgular. Yusuf’un sahneleri bu kuramsal çerçevede değerlendirilebilir. Ayrıca, tiyatro sahnesinin sadece anlatımdan ibaret olmadığını, aynı zamanda hafıza mekânı olduğuna işaret eden Kalyon’un Seyirciden Oyuncuya: Tiyatroda Rol Değişimi ve Etkileşimsel Dramaturji çalışması da, bu metindeki seyirci-oyun ilişkisinin yorumlanmasında katkı sunar.

Şehadet ve Sessizlik: Metnin birçok yerinde ölüm, kutsal bir tamamlanış olarak verilir. Sessizlikler, eksiltili cümleler ve gözyaşı yerine suskun kalan karakterler, sözün bittiği yerde metni ağırlaştırır ve derinleştirir.

Eser, halk ağzı ile bireysel iç konuşma arasında kurulan dengeyle dikkat çeker. Türkülerin sahne geçişlerinde kullanılması, epik bir ritim yaratır. Mektuplar, dramatik yoğunluğu en çok artıran araçlardır. İçeriğe duygusal derinlik katmakla kalmaz, sahneler arasında köprü işlevi de görür.

Işık ve ses unsurlarının sahnede bilinçli bir biçimde kullanılması, yalnızca fiziksel bir atmosfer yaratmakla kalmaz, aynı zamanda karakterlerin ruhsal durumlarını da yansıtır. Bu yönüyle eser, klasik tiyatro kalıplarını zorlamadan, modern anlatım olanaklarını da başarıyla kullanır.

Çanakkale Cephesi üzerinden şekillenen metin, Türk milletinin ortak belleğinde derin izler bırakan bir travmanın, tiyatro sahnesine dönüştürülmüş hâlidir. Metin, yalnızca geçmişe ait bir anlatı sunmaz; bugünün okuruna da sorular yöneltir: Biz o ruhu taşıyor muyuz? Fedakârlığın anlamını hâlâ biliyor muyuz?

Eser bu yönüyle hem bir anma hem de bir sorgulama işlevi görür. M. Hayati Özkaya’nın Oğuz Amca Diye Biri adlı tiyatro metni, savaşın ruhsal ve kültürel bir olgu olduğunu göstermek açısından önemli bir edebi belgedir. Vatan sevgisi, tanıklık, bekleyiş, fedakârlık gibi çok katmanlı temaları iç içe işleyen metin, tiyatronun toplumsal bilinçte de iz bırakan bir sanat olduğunu hatırlatır.

13 Mayıs 2025 Salı

Trilye - Bir Vadide Asılı Olan Zaman

 

Trilye - Bir Vadide Asılı Olan Zaman


Efsanevi Trilye

Bazı yerler, kendini anlatmaya gerek duymaz, onlar sessiz kalır, çünkü ne olduklarını anlatmak yerine neye dönüştüklerini gösterirler. Trilye böyle bir yerdir, ne tam bir başlangıç noktasıdır, ne de bir sona varış. Daha çok, kaçışla kalış arasında asılı kalmış bir yer gibidir. Bir kavşak, bir suskunluk çizgisidir Trilye.

Trilye’nin kuruluşuyla ilgili bir söylentiye göre üç ayrı köyün halkı, denizden gelen tehditten sakınmak için birleşir. Kıyıya sırtını dönen bir yerleşim kurarlar. Deniz, geçimdir; aynı zamanda tehlike. Bu insanlar, güvenliği ortaklıkla sağlar; korkudan doğan bir birlik, zamanla aidiyete dönüşür. Yalnız kalmakla yıkılacak olan, yan yana gelerek kök salar Trilye’de. Zaman geçer, yerin şekli değişmez ama anlamı dönüşür. Bir başka söylenti daha eklenir kasabanın belleğine. Üç din adamı; Aya Yani, Aya Yorgi, Aya Sorti, İznik’teki büyük konsülde aforoz edilir. Karar metinlerinden silinirler, inanç topluluğunun dışına atılırlar. Ama yok olmazlar. Yanlarında onlara inananlarla birlikte yola çıkarlar ve bu kıyıya ulaşırlar. Buraya geldiklerinde arkalarında yalnızca reddedilmişlik bırakmamışlardır, bir başka inşa arzusu taşırlar. İnançlarından değil ama sistemden dışlanmışlardır. Yani kendi merkezlerini, burada yeniden kurmak isterler. Ve kurarlar: manastırlar, kiliseler, ayazmalar. Korsanlardan sakınan köylülerle, aforozdan sakınan papazlar aynı kıyıda buluşur. İkisinin de derdi hayatta kalmaktan fazlasıdır. Biri güvende kalmak, diğeri varlığını sürdürmek ister. Trilye, bu iki arayışın yan yana geldiği bir örüntüdür. Sığınma ile sürgün arasında kurulan bu yer, zamanla sıradan bir kasaba olmanın dışına taşar; anlamla yüklü bir yüzey olur. İnsanların korkuyla, inatla, inançla ve alışkanlıkla dokuduğu bir hafızaya dönüşür. Trilye’nin adının Triglia mı yoksa Trilye mi olduğu tartışılır. Barbun balığından mı gelir, üç papazdan mı bilinmez. Fakat kesin olan bir şey varsa, bu yerin adlarının yanı sıra anlamlarla ayakta kaldığıdır.

Trilye’nin Köklü Geçmişi

Trilye, Marmara Denizi’nin kıyısında yer alan, tarih boyunca hem dinlerin hem kültürlerin hem de hayat tarzlarının kesiştiği nadir yerleşimlerden biridir. Bursa'nın Mudanya ilçesine bağlı bu küçük kasaba, mimarî kalıntılarıyla, taşıdığı çok katmanlı hafızasıyla dikkat çeker. Antik çağlardan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte Trilye, kimi zaman bir liman, kimi zaman bir manastırlar diyarı, kimi zaman da bir göç durağı olarak farklı anlamlar kazanmış, fakat bu anlamların hiçbirini tamamen yitirmemiştir.

Bugün Trilye sokaklarında dolaşırken karşılaşılan tarihî yapılar, geçmişin bir dönemine açılan bir kapı gibidir. Kimi kiliselerde Bizans keşişlerinin izleri, kimi duvarlarda Rum ustaların taş işçiliği, kimi çatılarda Osmanlı sivil mimarisinin izi görülebilir. Trilye’nin kimliği, bu izlerin birbirine karıştığı, birbirini bastırmak yerine tamamladığı bir bütünlük üzerine kuruludur.

Antik Çağlar ve Bizans Dönemi

Trilye’nin tarihi, antik çağlara, özellikle de Helenistik döneme kadar uzanır. Trigleia adıyla bilinen bu bölge, antik Yunan kaynaklarında adı geçen, denizle iç içe bir kıyı yerleşkesiydi. ‘‘Trigleia’’ isminin kökeni, hem buğday hem de ‘‘trigle’’ adı verilen bir balık türüyle ilişkilendirilir. Bu da Trilye'nin hem tarım hem de balıkçılıkla zenginleşen bir yer olduğunu gösterir. Marmara Denizi kıyısında yer alan bu doğal liman, zamanla hem ticaretin hem de dini yaşamın merkezi olmuştur. Bizans İmparatorluğu döneminde Trilye, bir kıyı kasabası olmakla birlikte aynı zamanda önemli bir dini merkezdir. Özellikle İkonoklazm (putkırıcılık) döneminde, ikonaları savunan keşişlerin sığınma yerlerinden biri hâline gelir.

dış mekan, bulut, gökyüzü, deniz içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Sahili

Osmanlı Döneminde Trilye

Osmanlı’nın Anadolu ve Trakya’daki fetihleri sonrasında Trilye, yeni bir idari ve kültürel yapıya kavuşmuştur. Ancak buradaki Rum halk korunmuş, bölge bir huzur coğrafyası olarak varlığını sürdürmüştür. Trilye, Osmanlı döneminde özellikle zeytin üretimiyle anılmaya başlar. Hatta buradan saraya zeytin ve zeytinyağı gönderildiği belgelerle sabittir. Bölgenin bereketli toprakları ve denizle olan ilişkisi, Trilye’yi ekonomik açıdan da önemli bir merkez haline getirmiştir. Bu dönemin en önemli mimari katkılarından biri Fatih Camii’dir. Aslen Bizans kilisesi olan bu yapı, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiştir. İçindeki mihrap ve minber, dönemin Osmanlı taş işçiliğini ve süsleme anlayışını yansıtır. Buna karşın dış cephede Bizans'a özgü taş düzeni hâlen görülmektedir. Bu mimari geçiş, kültürel bir sentezin somut yansımasıdır. Bir diğer önemli yapı olan Taş Mektep, 1909 yılında Metropolit Hrisostomos tarafından inşa edilmiştir. Neoklasik üslubun izlerini taşıyan bu bina, eğitim amacıyla kullanılmıştır. Taş bloklardan yapılmış sağlam yapısı ve simetrik planıyla, dönemin eğitim kurumlarının önemini ortaya koyar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bile eğitim alanında kullanılması, yapının ne kadar işlevsel ve dayanıklı olduğunu da gösterir. Ayrıca Trilye'nin sokaklarında dolaşırken karşılaşacağınız tarihi evler, Osmanlı ve Rum mimarisinin bir araya geldiği sivil yapı örnekleridir. Geniş cumbalar, ahşap pencereler, işlemeli balkonlar ve taş zeminler bu evlerin karakteristik öğeleridir. Bu evler, hem estetik bir miras hem de Trilye’nin çok kültürlü geçmişinin eşsiz tanıklarıdır.

el yazısı, bina, yazı aleti, sanat içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

dış mekan, bina, gökyüzü, ağaç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

gökyüzü, bina, dış mekan, bitki içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Cumhuriyet ve Mübadele Dönemi

1923 yılında gerçekleşen Türk-Yunan nüfus mübadelesi, Trilye’nin nüfus yapısında belirgin bir değişikliğe yol açtı. Bölgeden ayrılan Rumların yerine Müslüman Türk aileler yerleştirildi. Bu değişimle birlikte yerleşimdeki bazı yapılar zamanla boş kaldı; aralarında kilise, okul ve konak gibi yapılar da bulunuyordu. Zaman içinde bazıları farklı işlevlerle kullanılmaya başlandı, bazıları ise uzun süre atıl durumda kaldı. Bunlardan bazıları daha sonra restore edilerek yeniden kullanıma açıldı. Kemerli Kilise, bu sürecin dikkat çeken yapılarından biridir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden izler taşıyan mimarisi, yuvarlak kemerli girişleri, yıpranmış fresk kalıntıları ve taş işçiliğiyle Trilye’nin tarihî dokusunu yansıtan önemli bir örnektir. Cumhuriyet döneminde Trilye, tekrar ekonomik üretimle canlanmıştır. Özellikle zeytincilikte yaşanan gelişmeler, bölgeyi yeniden üretim merkezine dönüştürmüştür.

dış mekan, bulut, gökyüzü, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Tarihî Zeytinyağı Fabrikası

Medeniyetler, varlıklarını yazıtlarla, saraylarla, okullarla… bazen de sofra zenginliklerindeki incelikleriyle duyurur. Trilye’nin kuzey ucunda, Karacabey Caddesi boyunca yükselen eski zeytinyağı fabrikası, geçmişin anlam dolu izlerinden biridir. Osmanlı'da diplomasi, kelimelerle ve sofralarla oluşturulan şölenlerle konuşurdu. Sadrazamlar; diplomasi adamlarının, elçilerin arzularını öğrenir, lezzetlerin arasında mutlaka Trilye’nin yağı bulunurdu. Bu yapı, işte o sofra geleneklerinin tanığıdır; üretim amacıyla ve kültürel hafızayı taşıyan bir varlıkla inşa edilmiştir.

Trilye’nin Tarihi Eserleri ve Mirası

Trilye, tarih boyunca birçok medeniyetin iz bıraktığı bir geçiş ve buluşma noktasıdır. Bu durum, mimarî yapılarda kendini en açık biçimde göstermektedir. Kemerli Kilise, çok katmanlı tarih anlayışının ete kemiğe büründüğü bir yapıdır. Aynı şekilde Dündar Evi ve diğer konaklar, sivil mimarinin güzelliğini yansıtır. Trilye’nin dar sokakları, taş basamakları geçmişle kurulan sessiz ama güçlü bir bağı hissettirir. Bugün Trilye, hem bir kültürel miras alanı hem de Marmara’nın kıyısında saklı kalmış bir zaman penceresidir. Trilye’nin tarihi yapısı kadim ve esrarengiz birer anlatıdır; taşlar adeta geçmişin dilini bizlere fısıldar.

Trilye’nin Tarihî Eserleri

Medikion Manastırı (Pederler Kilisesi): Yapının tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmemektedir; ancak kaynaklar, 8. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Manastırın ilk inşa edildiğinde Hagios Sergios (Aziz Sergios) adına adandığı bilinmektedir. Bu adlandırma, erken dönem Hristiyanlık dünyasında yaygın olan azizlere ithaf geleneğinin Trilye gibi kıyı kasabalarına da ulaştığını göstermektedir. Ancak 11. yüzyılda, manastırın adı değiştirilmiş ve Medikion Manastırı olarak anılmaya başlanmıştır. Manastır, coğrafi olarak Trilye ile Eşkel Limanı arasındaki karayolu üzerinde, kuzeybatısında yer alan eski Rum Mezarlığı ile birlikte konumlanmıştır. Bu yerleşim, Bizans döneminde dini ve tarımsal yapıların yaşam alanlarından çok uzak olmayan, fakat belli bir tecrit içinde konumlandırılma geleneğini yansıtır. Günümüze ulaşan bölümleri oldukça sınırlıdır. Yalnızca dış duvar kalıntıları ve iki yüz kilogramlık giriş kapıları varlığını sürdürmektedir. Bu kalıntılar, yapının bir zamanlar oldukça anıtsal ve dayanıklı bir mimariye sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle giriş kapıları, manastırın çevresiyle ilişkili güçlü bir sosyal merkez olduğunu da düşündürür. Osmanlı döneminde yapının işlevine dair doğrudan belgeler azdır. Ancak 19. yüzyıldan itibaren Trilye çevresindeki Rum nüfusun artışı ve ibadethane ihtiyacının yeniden değerlendirilmesiyle birlikte, manastırın dönemin ruhani yapılar haritası içinde önemli bir yer tuttuğu tahmin edilmektedir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde yapı terkedilmiş ve zamanla harabeye dönüşmüştür. Bugün Medikion Manastırı, Trilye’nin tarihî mirası içinde en az bilinen fakat en eski ve en simgesel yapılardan biri olarak varlığını sürdürmektedir. Fiziksel kalıntıları sınırlı olsa da, tarihî değeri bakımından yerel bellekte önemli bir yere sahiptir. Şu an bir çitlik olarak varlığını sürdürmektedir.

Efsaneye göre; 8. yüzyılda ikonoklazm fırtınasının Bizans topraklarında estirdiği yıllarda kurulan Medikion Manastırı, hem bir ibadet mekânı hem de inancın görünmeyen cephesidir. İmparatorların ikonlara karşı açtığı savaşta, keşişler burada ikonları saklamış, dualarla resimleri korumuş, taş duvarların ardına sakladıkları direnişlerini büyütmüştür. Manastırın mimarisine hâkim olan büyük taş bloklar, kemerli geçitler ve doğuya bakan pencere düzeni, hem yapının işlevsel hem de simgesel gücünü yansıtır. Gün doğumları, bu pencerelerden içeri süzülen ışıkla birleşir, keşişlerin sabah ayinlerini kutsardı. 

Aya Yani Kilisesi: Kapanca antik liman kentinin doğusunda yer alır. Trilye’ye adını verdiği rivayet edilen üç papazdan biri olan Aya Yani (Aziz Yuhanna) adına kurulmuştur. Bugün özel bir mülkiyet içinde, zeytinlikler ve günebakan tarlaları arasında, yaklaşık 5 km uzaklıkta ulaşılabilir bir konumdadır. Manastırın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanır. Yapının içindeki kilise yıkıldıktan sonra 709 yılında Hagios Ioannes Theologos adına yeniden inşa edilmiştir. Bizans İmparatoru V. Konstantinos döneminde yakılmış, başrahibi başkente götürülmüştür. IV. Leon tarafından 755 yılında tekrar ayağa kaldırılmıştır. 1652 ve 1794 tarihli belgelerde kiliseye dair karar ve hakların korunmasına dair bilgiler yer alır. 1880’de çıkan yangınla kısmen zarar görmüş, sonradan onarılarak hizmete devam etmiştir. 1922 yılına kadar faaliyet gösteren manastır, mübadeleyle Rum nüfusun ayrılmasının ardından terk edilmiştir. Bugün yapı harap durumdadır; kalıntılar dışında ayakta kalan kısmı yoktur. Bir dönem Ortodoks dünyasında hac yeri olarak görülen manastır, Trilye’nin en eski ve sembolik yapılarından biri olarak tarihî değerini sürdürmektedir. Doğayla iç içe konumu, zeytin ağaçlarının serin gölgesinde, kutsal olanın sıradanla birleştiği bir mekânda bulunmaktadır.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi): Bir yapının hem kilise hem cami olarak geçmişi taşımış olması, tarihî katmanların bir arada nasıl var olabileceğinin güçlü bir örneğidir. Bazı yapılar şekil değiştirir ama yok olmaz. Onlar, zamanın akışına kapılmak yerine, zamanla birlikte yaşamayı seçer. Fatih Camii bu türden bir yapıdır. 7. yüzyıldan bugüne gelen bu yapı, bir bina olmaktan çok, bir hatırlayış biçimidir. Aya Todori adıyla başlayan varoluşu, Hagios Stephanos’a adanarak genişletilmiş, daha sonra minaresiyle, mihrabıyla yeni bir anlam yüklenmiş. Fakat her değişimde özüyle bağını koparmamıştır. 1560’ta bir camiye dönüşmüş olması, bir devam etme biçimidir. Yanına inşa edilen Avlulu Hamam da bu sürekliliğin bir uzantısıdır. Temizlikle kutsallık, suyla zaman arasında kurulan bağın mimari yansımasıdır. Dış cephedeki Bizans işçiliğiyle, iç mekândaki Osmanlı estetiği arasındaki karşılaşma, mimari ve kültürel bir buluşmadır. Minber ve mihrap gibi unsurların yapıya sonradan eklenmesi, bu uyumun zarafetle gerçekleştiğini gösterir. Fresklerden geriye kalan izler, farklı inançların aynı duvarlarda iz bırakabildiğini hatırlatır.

gökyüzü, dış mekan, bulut, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi)

kereste, tahta, ahşap, ev, Işın içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi)

Taş Mektep: 1909 yılında yükselen bu yapı, taş bloklardan örülmüş duvarları ve geniş sınıf alanlarıyla bir kimlik inşası mekânıdır. Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan süreçte Taş Mektep, bir neslin şekillendiği kutsal bir alan olmuştur. Neo-klasik mimarisiyle dikkat çeker. Zamanında bölgenin en büyük Rum okuluymuş. Çocuk seslerinin yankılandığı sınıflar artık sessiz olsa da, bu yapı hâlâ öğrenmenin izlerini taşımaktadır. Şu an dıştan görülebilir, içeri giriş genelde kapalı ama çevresinde yürüyüş etkileyicidir.

dış mekan, pencere, ağaç, şehir içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Taş Mektep

dış mekan, bina, gökyüzü, ağaç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Taş Mektep

Kemerli Kilise (Panagia Pantobasilissa): Trilye’de bulunan en özgün ve tarihsel değeri yüksek dini yapılardan biridir. Yunanca adı ‘Tüm Kraliçelerin Meryem’i’ anlamına gelen bu kilise, Ortodoks geleneğinde Bakire Meryem’e adanmış sayılı mekânlardan biri olarak kabul edilir. Kilise, mimari tarzı, kullanılan duvar örme teknikleri ve genel planlaması göz önünde bulundurularak 13. yüzyıl sonlarına tarihlendirilir. Bu dönemde Trilye, Bizans idaresi altında bulunan bir kıyı yerleşimiydi ve bölgedeki Rum-Ortodoks nüfusun ruhani merkez ihtiyacını karşılayan bu yapı, cemaatin sosyal ve kültürel birliğini sağlayan bir odak noktası işlevi görmüştür. Yapının en erken dönemine ait ilk fresk tabakası, 14. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Bu freskler, hem sanatsal hem de teolojik açıdan değerli örneklerdir. Zamanla tahrip olan bu tabakanın üzerine, 1723 yılında ikinci bir fresk katmanı eklenmiştir. Bu ikinci katman, kilisenin 18. yüzyılda hâlâ aktif ve bakımlı bir ibadet yeri olduğunu gösterir. Osmanlı döneminde, gayrimüslim cemaatlerin ibadet haklarının sürdüğü çerçevede kilise işlevini sürdürmüştür. Ancak 1924 mübadelesiyle birlikte Trilye'deki Rum-Ortodoks nüfusun Yunanistan’a gönderilmesiyle, yapı ibadet işlevini kaybetmiş; zamanla kullanılmaz hâle gelmiştir. Uzun yıllar boyunca bakımsız kalan yapı, hem doğal etkenlerle hem de insan eliyle tahribata uğramıştır. Yakın zamanda kilise, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi tarafından Bursa Metropolitliği’ne atanan Elpidophoros Lambriniadis tarafından satın alınmıştır. Yapının, özgün yapısına sadık kalınarak restore edilmesi ve tekrar kilise olarak kullanılmak üzere hizmete açılması planlanmaktadır.

dış mekan, bina, gökyüzü, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

dış mekan, bina, gökyüzü, bitki içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

dış mekan, gökyüzü, bulut, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

Trilye’nin Tarihi Konakları ve Sokakları: Trilye’nin kıvrılarak uzanan taş döşeli sokaklarında yürürken, bir zaman şeridi kat edilir. Her bir konağın, penceresinde, pervazında ya da ahşap süslemelerinde saklı hikâyeleri vardır. Dündar Evi, bu hikâyelerden yalnızca biridir. İçinde zamanla göçmüş ailelerin yankısı dolaşır. Konakların çoğu, Rum ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçtiği nadide örneklerdir. Renkli cumbalar, demir parmaklıklı pencereler, ahşap saçaklar… 

dış mekan, ağaç, bina, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Dündar Evi -Yuannes Kilisesi (Hagios Ioannes Prodromos)

Bir dönem kilise, sonrasında konut olarak kullanılmış.

bitki, ağaç, dış mekan, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Dündar Evi’nin önündeki ulu çınar ağacı

Trilye, zamanın taşlara işlenmiş, geçmişin bugünde saklandığı bir bellektir. Bizans’ın dinsel ihtişamı, Osmanlı’nın estetik zarafeti ve Cumhuriyet’in eğitim ruhu, bu dar sokaklarda karşılaşır. Her yapı, bir devri; bir duyguyu, bir hâli, bir geçişi anlatır. Tarihî eserler bizi kendimize bağlayan metinlerdir. Onları okumak, dinlemek, hissetmek; insanın kendi tarihini, kültürünü, yerini anlaması demektir. Trilye’de bir taşın ucuna dokunduğunda, belki de yüzyılların nabzına dokunmuş olursun.

dış mekan, kumsal, doğa, gökyüzü içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye’nin Az Bilinen Tarihi Yapıları

Tabut Ev: Yahudi Mahallesi’nde yer alan gizemli bir taş yapı. Kimilerine göre bir hahamın evi, kimilerine göre küçük bir ibadethane. Yığma taş duvarlar, küçük pencereler ve sade yapı tekniği. Yerel halk arasında Tabut Ev olarak bilinen bu yapı, Trilye’nin çokkültürlü geçmişinin tanıklarından biridir. Efsanelerle çevrili oluşu, halk belleğinde güçlü bir yer edinmesini sağlamıştır. Trilye’nin Yahudi Mahallesi olarak bilinen eski yerleşim alanında bulunan ve halk arasında Tabut Ev olarak anılan yapı, gizemli geçmişiyle dikkat çeker. Kimine göre bir hahamın evi, kimine göre bir zamanlar küçük bir ibadet mekânı olan bu taş yapı, dar sokaklar arasında kaybolmuş gibi duran mütevazı bir mirastır. Adını, mimarisindeki sıra dışı biçimlerden ya da zamanında içinde saklanan dini objelerden aldığına dair rivayetler vardır. Bugün harap durumda olsa da, yerel halkın belleğinde hâlâ varlığını korur ve geçmişin sırlarını sessizce saklamayı sürdürür.

dış mekan, gökyüzü, bina, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Tabut Ev

Trilye Limanı ve Osmanlı Rıhtımı: Osmanlı döneminde Trilye’nin dış dünyaya açılan kapısı. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda zeytin ve zeytinyağı ticaretinde kullanıldı. Taş rıhtım basamakları, demir bağlama halkaları, deniz taşlarıyla döşeli zemin. Trilye yalnızca bir sahil kasabası değil, aynı zamanda deniz yoluyla kurulan ekonomik ve kültürel ilişkilerin de merkeziydi. Bu liman, geçmişteki hareketliliğin izlerini bugün bile taşır
Bir zamanlar zeytin ve zeytinyağının dış dünyaya açıldığı kapı olan Trilye Limanı, bir ekonomik yaşam hattıydı. Osmanlı döneminde inşa edilen taş rıhtımlar, özellikle Venedikliler ve Fransızlarla yapılan ticarette önemli bir rol üstlenmiştir. Bugün küçük balıkçı tekneleriyle süslenen limanın çevresinde, geçmişin ayak izlerini taşıyan taş basamaklar, duvar kalıntıları ve demir halkalar hâlâ görülebilir. Bu detaylar, Trilye’nin aynı zamanda denize açılan bir medeniyet kapısı olduğunu gösterir.

dış mekan, gökyüzü, bina, gökdelen içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Sahili

Avlulu Hamam: Yavuz Selim tarafından inşa ettirilen Osmanlı Hamamı

 gökyüzü, dış mekan, bina, kompozit malzeme içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Avlulu Hamam

Kültür Merkezi (Aziz Vasil Kilisesi)

Trilye’nin geçmişten bugüne uzanan mekânsal belleğini taşıyan yapılarından biridir. Aynı zamanda “Ayios Yeoryios Kilisesi” adıyla da bilinir. İlk inşa tarihi kesin olarak bilinmese de, Osmanlı arşivlerinde 1835 yılına ait bir belgede kilisenin yeniden inşa edilmesine izin verildiği kayıt altına alınmıştır. Bu bilgi, yapının 19. yüzyıl öncesine uzanan bir geçmişi olabileceğini düşündürür. 2008–2009 yıllarında yapılan restorasyonun ardından yapı, “Faruk Çelik Kültür Merkezi” adıyla açılmış; 2014 yılında ise bu isim “Trilye Kültür Merkezi” olarak değiştirilmiştir. Böylece yapı, siyasal bir izden sıyrılarak mekânın tarihsel köklerine daha yakın bir adla anılmaya başlanmıştır.

dış mekan, pencere, gökyüzü, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Kültür Merkezi

Trilye Ayazmaları: Suya Yazılmış Dua

Trilye’de Bizans ve Rum-Ortodoks dönemlerinden kalan birkaç ayazma (kutsal su kaynağı) bulunmaktadır. Ayazmalar, çoğunlukla azizlere ya da Bakire Meryem’e adanmış, şifa ve arınma amacıyla ziyaret edilen yerlerdi.

En bilinenleri arasında:

Panagia Ayazması: Bakire Meryem’e adanmış, kadınlar ve hastalar tarafından ziyaret edilmiştir.

Aya Yani Manastırı Ayazması: Hac yolu üzerinde yer aldığı kabul edilir.

Aya Sotiri Ayazması: Kurtarıcı İsa adına adanmış, bugün izi silinmek üzeredir.

Ayazmalar, zamanla Müslüman halk tarafından da ziyaret edilmiş; inançlar arası ortak şifa arayışının mekânları olmuştur. Bugün çoğu terkedilmiş ya da özel mülk içinde kalmış durumdadır. Trilye’nin ayazmaları bir halkın yüzyıllar boyunca doğayla, inançla ve birbirleriyle kurduğu bağı temsil eder. Bu alanlar, ne büyük yapılar ne ihtişamlı kubbeler barındırır; ancak onların taşıdığı anlam, birçok anıttan daha derindir. Trilye ayazmaları, hem kişisel inanç alanları hem de kolektif hatıraların biriktirildiği kutsal yererdir. Burada dua edilmez, dua yaşanır. Suyun sesiyle taşın soğukluğu birleştiğinde, geçmişin sesi bugünün kalbine ulaşır. Bu mekânlar, zamanın bile dokunmaya çekindiği yerlerdir; çünkü burada insan, doğaya ve kendi iç dünyasına aynı anda eğilir.

Trilye Tarihî Alanlar Haritası (Konum Listesi ve Açıklamalar)

Bu liste, Trilye’de yer alan tarihî yapıların yaklaşık konumlarını, dönemlerini ve yapının kültürel bağlamını göstermektedir.

Yapı Adı

Tarihî Dönem

Konum Açıklaması

Medikion Manastırı

Bizans (8. yüzyıl)

Trilye’nin doğusunda, zeytinliklerin ardında, yüksekçe bir yamaçta.

Aya Yani Kilisesi

Bizans

Limana yakın, taş döşeli sokaklar sonunda, küçük bir yükseltide.

Fatih Camii

Bizans & Osmanlı

Çarşıya yakın bir noktada, minaresiyle dikkat çeken ana yapı.

Taş Mektep

Osmanlı (1909)

Merkez mahallede, belediye binasına yürüme mesafesinde.

Kemerli Kilise

Bizans & Osmanlı

Trilye’nin girişine yakın, taş duvarlarla çevrili açık alanda.

Tabut Ev

Orta Çağ (?)

Eski Yahudi Mahallesi’nde, dar bir sokakta gizlenmiş yığma taş yapı.

Trilye Limanı

Osmanlı

Marmara kıyısında, balıkçı teknelerinin bulunduğu sahil hattı.

Trilye’de Sofra: Toprakla Denizin Arasında Kurulan Dil

İnsan yalnızca doymak için yemez, yediğiyle ait olur, paylaştığıyla bağ kurar, pişirdiğiyle yaşadığı yeri anlamaya çalışır. Trilye’de kurulan sofralar, bu coğrafyanın gövdesinde biriken yılları, doğanın ve emeğin ortak izini taşır. Burada yemek tat olmaktan öte bir yaşam biçimi olur. Zeytinyağı, yalnızca bir malzeme sayılmaz. Doğanın sabrı, insanın emeği ve toprağın dili onun içinde buluşur. Bu topraklarda her yemek, bu damlayla başlar. Gelincik, morata, diken otu gibi bitkilerden yapılan yemekler, doğanın sunduklarını zorlamadan kabul etmenin bir yolunu gösterir. Toprağa müdahale etmeyen bir anlayışla biçim bulur bu tarifler. Kabaklı börek, cevizli lokum gibi tatlar yalnızca damakta kalmaz. İçlerinde düğünlerin, bayramların, anıların izleri vardır. Lokumun kıvamı ya da böreğin biçimi, geçmişten bugüne uzanan bir alışkanlığın hatırlatıcısıdır. Deniz de bu coğrafyanın anlatıcılarından biridir. Kıyıya her vuruşunda sofraya bir lezzet bırakır. Barbun bu kıyının simgesi olur. Kırlangıç, dil, karagöz... Hepsi gündelik zamanın içinden geçerek tabağa ulaşır. Sahildeki restoranlarda odun ateşiyle pişen karides güveç, baharatla bütünleşen buğulama, yalnızca yemek sunmaz; bir usul aktarır. Tariften çok göze ve sezgiye güvenir.

6 Mayıs 2025 Salı

Gustave Flaubert / Madame Bovary Üzerine Deneme



Gustave Flaubert / Madame Bovary Üzerine Deneme

Gustave Flaubert, Madame Bovary ile roman sanatının çehresini değiştiren soğukkanlı ve biraz da acımasız bir ışığı yakar. Söz konusu ışık, taşra evlerinden Paris salonlarına uzanan geniş bir araziyi tarar; sahnenin merkezinde Emma Bovary vardır. Genç kadın, pırıltılı balo elbiselerinde şifa ararken kasabanın tekdüzeliğine hapsolmuş ruhunu; ipek perdeler, egzotik çaylar ve yasak aşklar aracılığıyla oyalamaya çalışır. Arzuladığı hayatı önce roman kahramanlarında, ardından da tefecinin parlak vitrininde sezdiğinde, tüketim döngüsünün cezbedici girdabına kapılır.

Charles Bovary, Emma’nın dünyasına ağır adımlarla giren sadık bir doktordur; sessiz sevgisiyle kadını sarmaya çabalasa da onun büyüyen tutkularına karşılık veremez. Rodolphe Boulanger’ın hoyrat cazibesi, Léon Dupuis’nin duyarlı sohbetleri ve Lheureux’nün renkli vaatleri, Emma’nın doyumsuz isteğini sürekli harlayan kıvılcımlardır. Kasabanın eczacısı Homais ile papaz Bournisien, bilim ve inancın yüzeyde kalan temsilleri olarak çevreyi doldurur; ikisinin de kalabalık sözleri, Emma’nın iç çığlığını karşılamaya yetmez. Böylece her karakter, genç kadının arzu dünyasına ayrı bir kimyasal taşır; karışım ısındıkça hem kalp hem bütçe zorlanmaya başlar.

Flaubert’in asıl darbesi, aşkı ve tüketimi aynı terazide tartışında hissedilir. Emma, gündelik hayattan kaçmak için satın aldığı eşyalarla kölelik zincirini kalınlaştırır; borç senetleri çoğaldıkça özgürlük hayali daha uzak bir ufka savrulur. Roman, yalnız bir ‘yasak sevda’ hikâyesi sunmaz; modern ekonominin, arzuyu pazarlama biçimini de sorgular. İçerideki açlık büyürken vitrindeki aksesuarlar artar; para, duygu ve statü tek bir gölge hâlinde üst üste biner.

Trajedi, yanlış bir yazgıya teslimiyet sonucunda ortaya çıkmaz; sürdürülen içsel yanılgının mantıksal neticesidir. Emma, düş kırıklığının son durağında öldürücü zehrin keskin tadına sığınır; sevgililer dağılmış, senetler kabarmış, duyular körelmiştir. Onu uçuruma götüren gücün tek adı vardır: bitmeyen ‘daha fazla arzu’ çağrısı. Bu çağrı, şu anda bütçe farkı gözetmeden insanlığın kulağında çınlamayı sürdürür; günümüzde parlak reklam panoları önünde bekleyen kalabalıklar, Emma’nın gölgesini hâlâ taşır.

Flaubert’in kelimeleri, bir cerrahın neşteri kadar özenli hareket eder. Ne Emma’yı bütünüyle kutsar ne de büsbütün yargılar; onun ruhundaki sıradan tutkuyu, dönemin toplumsal koşullarıyla örerek gösterir. Böylece Madame Bovary, bir aynaya işlevi görür: Okur, genç kadının tükenişini seyrederken kendi arzu mekanizmasını incelemeye davet alır. Tatmin hep bir adım ötede duran serapsa, serabı kovalayan kalabalığın adımları hâlâ aynı taşra yolunda arzunun nedenlerini bulur.

Metnin en çarpıcı katmanı, arzunun sosyo-ekonomik zeminle kurduğu ilişki olur. Tüketim, modern bireyin varoluş seremonisi hâline geldiği an, Emma’nın dramı taşranın dar sınırlarından çıkarak tüm bir insanlık hikâyesine dönüşür. Görkemli vitrinlerde yansıtılan kimlikler, sınıf atlama düşleri, duyguları bile pazara sunan kapital estetik… Bugün akışkan ekran ışıkları altında, Emma’nın gölgesini kolayca tanırız. O artık yalnız bir roman kişisi değildir; kredi kartı taksit ertelemelerine iç çeken, kendisini beğeni ikonlarının kırmızı ışığına rehin bırakan milyonlarca insanın yansımasıdır.

Romanın sonunda yükselen trajedi, kader fikrine teslimiyet olarak yorumlanmaz; aksine, kararlılıkla sürdürülen bir yanılgının meyvesidir. Emma, gerçekliğin köhneliğiyle yüzleşirken, tutkunun bedeni kavuran kuraklığına dayanamayıp zehrin keskin tadına sığınır. Onu ölüme sürükleyen güç, tek bir hata ya da tek bir kötü rastlantı durumu olmayıp, bitmek tükenmek bilmeyen ‘daha fazla istek’ çağrısının ironik zaferidir. Tıpkı zamanda sonsuza uzayan görüntüler gibi, arzu da hudut tanımaz; Emma’nın trajedisi bu kesintisiz çoğaltmanın en kasvetli simgesine dönüşür.

Charles Bovary’nin sessiz dramı metne ayrı bir ton katar. Çevresine tutunmaya çalışan, çamura batmış çizmesini temizlemekle meşgul bu iyi niyetli doktor, Emma’ya bakarken aşkını dillendirecek kelime bulamaz. Onun suskunluğu, hatta genç kadının acı sonsözüne erişemeyişi, insan ilişkilerinde iletişimsizliğin ilk ve son etiketi gibidir. Birbirinin kalbine köprü kuramayan iki ruh, aynı evin duvarları arasında değişik gezegenlerde yaşar. Yalnızlık tam da burada, tek başına sürdürülen bir uğultu hâlini alır.

Flaubert’ın dil hassasiyeti, anlatının her kıvrımında sezilir. Kelimeler tül gibi ince, bıçak gibi keskindir; okur, Emma’nın ruh akışında dalgalanırken hem hülyaya kapılır hem de kesif bir pişmanlık tadı arka planda gezer. Flaubert, realizmi soğukkanlı bir hekim gibi uygular; ne Emma’yı bütünüyle yüceltir ne de sonsuz bir suç tanımıyla damgalar.

Romanı kavramak, Emma’yı anlamak anlamına gelmez yalnızca; kendi arzu mekaniğimizi de sorgulamaya çağırır. İmkânsız aşk tasavvurları, şatafatlı vitrinler, popüler kültürün renkli balonları…Hangi parçası bizi tüketimin o kısır döngüsüne davet eder? Hangi sahne, içimizdeki doyumsuzlukları adım adım büyütür? Flaubert, estetik ölçüyü hem korur hem kırar; çünkü asıl maksadı ahlâk dersi vermek olmayıp, insanın zaaflarında saklı o sessiz çığlığa kulak kabartmaktır.

Bugün, bulvarların gaz lambaları yerini neon tabelalara, at arabalarının nal izi de otobanların egzoz dumanına bıraktı. Fakat Emma’nın göğsünde zonklayan arzu, modern çağın renkli cep telefonlarında yankılanmaya devam ediyor. O hâlde insan, kendi içindeki Emma’yı susturmak için nasıl bir suskunluk seçer? Yoksa suskunluk yetmez, yalnızca farkındalık mı kurtarır?

Madame Bovary bize gündelik hayatın puslu havasında tekinsiz bir yansıma sunar: Bizi harekete geçiren, fakat bir yandan tüketen o kavurucu istek… Okur kitabın kapağını kapatsa da Emma’nın talihsiz sözcükleri zihinde çınlar. Çünkü arzu, gönül gözüne bir kez yerleşti mi, taşranın küçük pencerelerinden bakarken bile sonsuz bir ufuk düşler.

Charles Bovary, iyi niyetli fakat renksiz dünyasında Emma’nın hararetli düşlerini kavrayamayan, sadakatiyle sessizce yanıp tükenen ve karısının trajedisini ancak geç kalmış bir şaşkınlıkla seyreden mütevazı bir doktordur.
Rodolphe Boulanger, Emma’nın romantik romanlardan devşirdiği tutku beklentisini bedeninin cazibesiyle alevlendirip sonra da soğuk bir bıkkınlıkla onu yarı yolda bırakan, taşralı aristokrat umursamazlığının cisimleşmiş hâlidir.
Léon Dupuis, Emma’nın edebî heveslerini, Paris’e dair şiirsel düşlerini ve ince ruhlu sohbetlerini paylaşarak kalbinde ikinci bir yangın yakan, fakat yaşamın rahatlığına teslim olduğunda bu harlı ateşi söndüren genç kâtiptir.
Monsieur Homais, kendini ilerici ve aydın sanan eczacı kimliğiyle kasabanın ikiyüzlü burjuva ahlâkını temsil eden, bilimin adını ağzından düşürmezken çevresindekileri faydacı hesaplarla yönlendiren kibirli pragmatiktir.
Monsieur Lheureux, renkli vitrin vaatleriyle Emma’nın tüketim iştahını borç senetlerine bağlayıp felakete sürükleyen, kapitalizmin parfüm kokulu ama pençeli simsar maskesidir.
Abbé Bournisien, kilisenin sığ vaatlerini tekrar ederek Emma’nın ruh çalkantılarına yüzeysel ilahiler sunan, derinlikli rehberlikten yoksun, alışkanlıkların papazıdır.
Justin, Homais’nin saf ve ergen yardımcısı olarak Emma’ya hayranlık duyan, dikkatsiz bir anahtar uzatışıyla zehir kavanozunu açarak trajedinin istemeden kolaylaştırıcısı olan kırılgan masumiyettir.
Berthe, anne sevgisine muhtaç, oyun çağındaki bakımsız kız çocuğu olarak bütün bu fırtınanın ortasında unutulan, Emma’nın ardında bıraktığı acı mirasın sessiz tanığıdır.

Kut’tan Bereket Sofrasına: Türk Kültüründe Hıdırellez


 Kut’tan Bereket Sofrasına: Türk Kültüründe Hıdırellez

Hıdırellez, Türk kültürünün en köklü ve renkli bayramlarından biridir. Her yıl 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece kutlanan Hıdırellez, doğanın uyanışı, hayatın yeniden canlanması ve bereketin simgesidir. Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlanan bu özel gün, Balkanlar’da, Ortadoğu ve Orta Asya'da da farklı isim ve geleneklerle kutlanmaktadır.

Hıdırellez'in Tarihçesi
Hıdırellez, doğanın uyanışıyla ilgili bir bayramdır ve aynı zamanda Türk halkının tarihsel belleğinde yer etmiş kadim kültürel değerlerin de sembolüdür. Türk kültüründe doğa ile kurulan bağ, fiziksel çevreyle, ruhsal ve toplumsal yaşamla iç içe geçmiş bir anlayışı yansıtır. Bu yönüyle Hıdırellez, baharın gelişiyle birlikte insanın evrenle ve zamanla kurduğu ilişkinin bir ifadesidir.
Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan göç yolları boyunca taşınan inanç ve ritüel örüntüleri, Hıdırellez’de canlılığını korumuş ve yeni coğrafyalarda farklı unsurlarla harmanlanarak zenginleşmiştir. Eski Türk inançlarında yer alan kut (kutsal yaşam enerjisi), bereket ve Umay (koruyucu ruh) kavramları, Hıdırellez’in ruhunu şekillendiren temel düşüncelerden bazılarıdır. Bu kavramlar, İslamiyet sonrası dönemde Hızır ve İlyas figürleriyle bütünleşmiş ve Türk-İslam sentezinin yaşayan bir örneğine dönüşmüştür.
Türk kültüründe Hızır, dini bir figür olduğu gibi, kültürel olarak halk hikâyelerinde, türkülere konu olan anlatılarda, menkıbelerde yaşayan bir kurtarıcı ve rehberdir. Hızır’a inanmak; zorluk anlarında yardım beklemek, kaybolmuş bir değerin yeniden bulunacağına dair umut taşımaktır. Bu nedenle Hıdırellez’i kutlamak bir ritüel olduğu kadar toplumsal hafızada yer eden bir dayanışma ve iyileşme pratiğidir. Ayrıca, Hıdırellez’in kutlandığı alanlar; köy meydanları, mezarlık çevreleri, nehir kenarları ve pınar başları gibi doğayla iç içe mekanlar seçilerek, insanın doğaya olan şükranını dile getirdiği yerler haline gelmiştir. Bu da Türk kültürünün doğa merkezli, çevreye saygılı ve mistik yapısının günümüze taşınan bir yansımasıdır.
Hıdırellez, tarih boyunca farklı kültürlerin etkileşimiyle bugünkü şekline ulaşmış, çok eski ve derin köklere sahip bir bayramdır. Kökenleri, Orta Asya Türklerinin doğa ile iç içe yaşadığı, mevsim geçişlerini ritüellerle kutladığı eski dönemlere uzanır.
İslamiyet'in kabulüyle birlikte Hıdırellez, İslam kültürüyle bütünleşmiş ve yeni bir anlam kazanmıştır. Bu süreçte, Hızır ve İlyas peygamberlerin isimleri bayramın merkezine yerleşmiştir. Rivayete göre, Hızır peygamber karanın koruyucusu, darda kalanların yardımcısı ve bereketin simgesi olarak kabul edilirken, İlyas peygamber de denizlerin ve suların koruyucusudur. Her yıl bu iki kutsal şahsiyetin 5 Mayıs gecesinde buluştuğuna ve yeryüzüne bereket, sağlık, şifa dağıttığına inanılır. Hıdırellez ismi, Hızır ve İlyas kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur.

Hızır ve İlyas'ın Kur'an'daki Bağlantısı
Hızır'ın adı Kur'an'da açıkça geçmese de, Kehf Suresi'nde anlatılan Hz. Musa ile yolculuk eden bilge kişinin Hızır olduğu İslam âlimleri tarafından kabul edilir. Bu hikâyede Hz. Musa, Allah'ın bilgisini öğrenmek üzere Hızır ile buluşur ve onunla birlikte üç olay yaşar. Bu olaylar, görünüşte anlaşılmaz olsa da ilahi hikmet ve kader anlayışını temsil eder. İslam geleneğinde Hızır, bilgelik ve derin bilgi sembolü olarak kabul edilir.
İlyas Peygamber ise Kur'an'da En'am ve Saff surelerinde açıkça adı geçen peygamberlerden biridir. Kur'an'da putperestliğe karşı mücadele eden, kavmini tek olan Allah'a iman etmeye çağıran bir peygamber olarak tasvir edilir. İslam geleneğinde İlyas, denizlerin ve suların koruyucusu olarak kabul edilir ve Hızır ile birlikte bolluk ve bereketi simgeler.

Türkiye’de Hıdırellez Ritüelleri
Türkiye'de Hıdırellez, Anadolu’nun birçok köyünde, kasabasında ve kentinde, birbirinden renkli ve anlamlı ritüellerle kutlanır. Bölgelere göre çeşitlilik gösterse de, temel unsurlar hemen her yerde aynıdır: Bereket, dileklerin gerçekleşmesi, sağlık ve uğur.

Ateşten Atlama: Hıdırellez gecesinin en yaygın ritüeli ateş yakıp üzerinden atlamaktır. Ateş, kötülükleri, hastalıkları ve geçmişte yaşanan olumsuzlukları yakıp temizleyen bir güç olarak görülür.
Gül Ağacı Altına Dilek Gömmek: Türkiye’nin birçok yerinde Hıdırellez akşamı insanlar dileklerini kâğıda yazıp gül ağacının altına gömerler veya gül dalına bağlarlar. Sabah bu dileklerin Hızır tarafından kabul edildiğine inanılır. Ev, araba, sağlık, iş gibi dilekler sıklıkla yazılan dilekler arasındadır.
Taşlarla Yapılan Ritüeller: Bazı bölgelerde özellikle genç kızlar, evlenmek isteyenler, akşam karanlığında taş toplarlar. Her taş, ayrı bir dileği sembolize eder ve bu taşlar gece boyunca evin bahçesine veya pencere önüne bırakılır. Sabah bu taşlardan biri veya birkaçı ters dönmüşse, dileğin kabul olacağına inanılır.
Su ile İlgili Ritüeller: Su, Hıdırellez ritüellerinde saflığı ve yenilenmeyi simgeler. Genç kızlar, sabah erkenden kalkıp yüzlerini dere ya da çeşme suyu ile yıkarlar. Bu, gençliklerinin ve güzelliklerinin artması için yapılır. Ayrıca bereket dileğiyle suya bozuk para atılır ve bu paralar sonradan ihtiyaç sahiplerine dağıtılır.
Ev Temizliği ve Kapı Açma Geleneği: Hıdırellez öncesinde evler baştan aşağı temizlenir. Eski eşyalar temizlenir, yeni bir yıla hazırlanmanın ruhsal ve fiziksel simgesi olarak kapı ve pencereler gece boyunca açık bırakılır. Sabah ilk ışıklarla birlikte içeri giren havanın Hızır’ın bereketini taşıdığına inanılır.
Hıdırellez’de Giyim Kuşam: Bu özel günde insanlar genellikle yeni ya da temiz kıyafetler giymeye özen gösterirler. Kırmızı ve beyaz renklerin tercih edilmesi yaygındır. Bu renklerin hem canlılık hem de saflık anlamlarıyla bayramın ruhunu yansıttığı düşünülür.

Hıdırellez Yemekleri
Hıdırellez gününde sofralarda yer alan yemekler, genellikle bolluk ve bereketi simgeler. Türkiye’nin farklı bölgelerinde çeşitli yemekler yapılsa da bazıları özellikle yaygındır:
Bahar Otları: Ebegümeci, ısırgan otu, pazı ve diğer taze otlar pişirilerek sofralarda yer alır. Bu yemeklerin tüketimiyle sağlıklı ve bol bereketli bir yıl geçirileceğine inanılır. Ege Bölgesi’nde otlu börek ve ot kavurmaları yaygındır.
Süt Ürünleri: Yoğurt, ayran ve süt tatlıları Hıdırellez sofralarının vazgeçilmezidir. Süt ürünlerinin tüketilmesi bereket ve bolluk dileğini simgeler. Trakya ve Marmara’da özellikle yoğurtlu semizotu ya da sütlaç tüketimi yaygındır.
Bulgur Pilavı ve Et Yemekleri: Bulgur pilavı, çeşitli et yemekleri ve kurban kesimleri bu özel günde yapılır. Özellikle bulgur pilavı bereketi simgeler ve komşularla paylaşılır. Güneydoğu’da etli dolmalar, içli köfteler hazırlanır.
Tatlılar: Şerbetli tatlılar, irmik helvası, un helvası gibi tatlılar sofralarda yer alır. Tatlının çok olması, yılın tatlı geçeceğine dair bir temenniyi simgeler. Bazı yörelerde çocuklara özel şekerler dağıtılır.
Toplu Sofralar: Mahallelerde, köy meydanlarında ya da evlerin avlularında kurulan büyük sofralar, toplu dualar ve birlikte yenen yemekler bayramın ruhunu yansıtır. Herkes evinden bir tabak getirir, böylece dayanışma ve paylaşım da güçlenmiş olur.

Hıdırellez kültürümüzün çok önemli bir parçasıdır ve zengin gelenekleriyle birlik ve beraberliğimizi pekiştirir. Bu bayram, doğayla bütünleşmemizi, geleceğe umutla bakmamızı sağlar ve gelecek nesillere aktarılması gereken önemli bir mirastır. Hem inanç hem de toplumsal dayanışma boyutuyla, doğanın döngüsüne duyulan saygıyı ifade eder. Hıdırellez, geçmişle bugünü birleştiren ve her yıl yeniden doğan bir umudun bayramıdır.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...