17 Nisan 2025 Perşembe

Ormanın Unutulmuş Dili

 



Ormanın Unutulmuş Dili

İnsan kendini ne zaman ormandan ayırdı?

Bu soru, insanın kendi ruhuna dönük bir çağrıdır. Çünkü orman, sadece ağaçlardan oluşan bir varlıklar topluluğu değildir. Orman, insanın ilk aynasıydı. Ve insan, o aynaya bakmayı bir gün bıraktı.

İlk bakışta bu ayrılış, konforun, teknolojinin ve hızın cazibesine kapılmakla açıklanabilir. Ama asıl neden daha derinde yatıyor. İnsan, kendine bakmaktan, köklerini görmekten, geçmişiyle yüzleşmekten yoruldu. Ormanın aynasında kendi kırılganlığını, faniliğini ve sınırlarını görüyordu. Ve bu, ona ağır geldi.

Oysa insanın hikâyesi, cennetle birlikte başladı. Cennet, bir ormandı; dalları göğe değen, yapraklarıyla insanın çıplaklığını örten ağaçlarla dolu bir diyardı. Orada zaman yavaş akardı, çünkü her şey anlam içindeydi. İnsan, toprağa dokunarak yürür, suyun sesini duyumsayarak düşünürdü. O günler geçti. Şimdi insan, kendini doğanın dışına koyan tek canlı oldu. Ne yazık ki üstün olduğunu zannederken doğadan ayrıldığını fark etmedi.

Orman, hâlâ orada. Sakin, sabırlı ve derin. Ama biz artık o dile yabancıyız. Orman konuşmaz ama anlatır. Dalların hışırtısı, bir yaprağın yere düşüşü, bir tilkinin bekleyişi, geyiğin içtiği su… Hepsi birer cümle. Hepsi birer öğreti. İnsan zihninin gürültüsünde bu cümleler kayboluyor.

Ormanda zaman başka türlü akar. Bir derenin sesi, zamanı kıvrım kıvrım taşıyorsa da, bir ağacın gövdesinde yıllar boyunca çizilmiş halkalar zamanın içimizde nasıl katlandığını gösterir. Ağaç yaşar; ama görünmeden yaşar. Direnir, ama sessizce. Ağaç büyür; ama gösterişsiz. Ve her şeyden öte, ağaç bağlanır. Kökleriyle toprağa, diğer ağaçlara ve geçmişe bağlanır. Bu yüzden orman, birliğe ait bir varlıktır.

İnsansa köksüzleşti. Betonlar kök salmaz. Asfalt hatırlamaz. Plastik konuşmaz. Ama biz, kendimizi onların içine yerleştirdik ve bunu gelişme sandık. Halbuki uzaklaşmaydı bu. Kendi doğamızdan, iç sesimizden, en ilkel ama en gerçek parçamızdan.

Köklerin hafızası vardır. Toprak her şeyi hatırlar. Rüzgârın öfkesini, yağmurun sevincini, kuraklığın sessizliğini... Hepsini taşır o kökler. Biz ise kendi acılarımızı unutmaya çalıştıkça, ruhumuzun hafızasını silmeye çalıştık. Orman, bu yön duygusunu her hücresinde taşır. İnsan ise pusulasız kaldı.

Gölgeyle barışık yaşar orman. Çünkü ışığın değeri ancak gölgenin varlığıyla anlaşılır. Gölge, saklananın değil, korunanın yeridir. Biz insanlar gölgemizden kaçtıkça aydınlığı da yitirdik. Oysa ormanın içindeki karanlık, içerideki gözle anlam bulur.

Ormanın gecesi, yıldızlarla konuşur. O sessizlikte yıldızların ağaca dokunuşunu hissedersiniz. Gecenin o derin sessizliği, içimizdeki iyiliği büyütür. Bir ağacın altında, yıldızlara bakarken zaman kaybolur. Sadece varlık kalır. Orman, bir hâl, bir bilinçtir ve bu bilinç, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatır.

Ormanlar, bize sabrı öğretir. Her şeyin zamanla büyüdüğünü, hiçbir şeyin aceleyle yeşermediğini gösterir. Aynı zamanda sınırlarımızı da öğretir. Bir ağaç, gökyüzüne uzansa da köklerinden kopmaz. İnsan da öyle olmalıydı. Yükseklik tutkusu, köksüzlükle birleştiğinde yıkımı getirir. Kalbimiz yeryüzünden kopunca, ruhumuz da sessizleşti.

Ormanlar, bize ‘‘biz’’ olmayı anlatır. Bir ağacın düşen yaprağı başka bir canlının yemeği olur. Bir kuşun ötüşü başka bir kuşu uyarır. Ormanda ben yoktur, biz vardır. Ama insan, doğanın dışında bir “ben” icat etti. O ‘‘ben’’, ormanı duymak istemiyor. Çünkü ormanın şarkısı, birliği yüceltiyor.

Bu şarkıyı yeniden duymak için susmamız gerekiyor.

Küçük bir fidanla ekerek, bir ağacın yaprağını avuçlayıp ona teşekkür etmekle, çocuklara ormanı göstermekle başlayabiliriz. Ormanın şarkısını duyan bir çocuk, dünyaya başka bir gözle bakar. Çünkü orman bedenimizi de, ruhumuzu da besler.

Ormanlar yok olursa, aynı zamanda kendimizi kaybederiz. Çünkü biz, ormanın unutulmuş diliyle konuşmayı bırakalı çok oldu.

Ama hâlâ öğrenebiliriz.
Yeter ki susalım.
Yeter ki tekrar dinlemeye başlayalım.

Bir Yaprağın Düşüşü

Bir yaprağın düşüşü, sessizliğin içindeki en sade ama en derin cümledir. Ne çığlık vardır ne de veda. Sadece kabul. Toprağa doğru süzülen bir teslimiyet. Gözle görünmeyen, kulakla duyulmayan ama ruhla hissedilen bir hareket. İnsan, bu düşüşte bir hayat dersi bulabilir ama çoğu zaman bakmaz. Çünkü yaprağın düştüğü yerle kendi düştüğü yer arasında bir bağ kurmak istemez.

Oysa yaprak düşerken korkmaz. Çünkü düşmek onun doğasında vardır. İnsan da bir zamanlar bu döngüyü anlardı. Yaprağın ağaca, ağacın köklere, köklerin toprağa, toprağın göğe bağlı olduğunu bilirdi. Her şeyin bir bütün olduğunu… Ama sonra bir şey oldu. İnsan, zayıf görünmekten, yere yakın olmaktan, teslim olmaktan korktu. Gücünü görünüşe bağladı. Ve böylece düşmek, onun için bir eksiklik oldu.

Yaprak, ağacın suskun vedasıdır. Ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Düşen yaprak, ağacın hafifleyişidir. Bir yükten kurtuluş, bir yenilenmeye hazırlıktır. Oysa biz insanlar, tutunmayı bir erdem saydık. Bırakmayı unutmuşuz meğer. Elimizde tutulanların çoktan solmuş olduğunu fark edemeden, eskiyi yitirmemek uğruna kendimizi tüketmişiz.

Yaprak, yerle temas ettiğinde toprağa karışır. Ve bir süre sonra, orada yeni bir filizin besinine dönüşür. Bu kadar basit ve bu kadar bilgecedir onun döngüsü. Peki ya biz? Yitirdiklerimizi neye dönüştürüyoruz? Acılarımızı hangi yeni başlangıca çevirebiliyoruz? Yoksa düştüğümüzde orada kalıyor ve düştüğümüz yeri suçlamaya mı başlıyoruz?

Bir yaprağın düşüşünü izlemek, zamanla barışmaktır aslında. Geçiciliği kabul etmektir. Ne hazanla savaşır ne rüzgâra direnir. Sadece olur; olmak bazen gidebilmektir. Gitmenin zarafetini, düşmenin sadeliğini bize hatırlatan her yaprak, unutulmuş bir öğretiyi taşır.

Yaprak yere değdiğinde, doğa susar. O sessizlik, bize bir şey söylemek ister: Her şey yerini bilir. Ve her şey zamanında olur. Ne erken, ne geç. Ne fazla, ne eksik. İnsan bu sesi duymak için yavaşlamalıdır. Zihnindeki gürültüye ara vermeli. Belki de bir yaprağın düşüşünü ilk kez izler gibi izlemeli.

Bir çocuk, ilk kez düşen bir yaprağın peşinden koşar. Ona büyü gibi gelir. Ama büyüdükçe, bu büyüyü unutur. Yaprak sadece temizlik zahmetidir artık. Bir süpürgeyle kenara itilecek bir fazlalık. Oysa çocuk hâlâ hakikati görür. Düşen yaprağın içinde bir hikâye okur.

Biz insanlar yeniden o hikâyeyi okuyabilir miyiz?

Belki.

Eğer durur ve sadece bir yaprağın düşüşünü izlersek.

Toprakla Konuşmayı Unutan İnsan

Toprak konuşur. Ama biz onu duymayı unuttuk.

Bir zamanlar çıplak ayaklarımızla bastığımız, ellerimizle kazdığımız, kalbimizle hissettiğimiz toprak... Şimdi o, bizim için yalnızca bir yüzey. Altına gömdüğümüz betonlar, üstüne kurduğumuz kentler, üzerine bastığımız ama bir daha asla gerçekten temas edemediğimiz bir uzaklık hâline geldi.

Toprak, bir anne gibi dinlerdi bizi. Her düşüşümüzde sarardı bedenimizi. Her adımda hafızasına bir iz işlerdi. Ama artık biz toprağın üzerine basarken onu hissetmiyoruz. Sadece geçiyoruz. Aceleyle, düşünmeden, fark etmeden.

İnsan toprağa eğilmekten utandı. Oysa toprağa eğilmek, alçalmak değildir, bağ kurmaktır. Çünkü oradan geldik. Çünkü bedenimizin özünde toprak vardır.

Toprak anlatırdı. Suyun nerede olduğunu, ağacın nasıl yaşadığını, hangi mevsimin yaklaştığını… Bir çatlakta kuraklığı, bir nemde yaşamı gösterirdi. Ama biz hep gökyüzüne baktık. Yukarıyı kutsadık, aşağıyı unuttuk. Oysa köklerimiz aşağıda, orada büyüyordu.

Toprak susmaz. Sadece artık bize cevap vermiyor. Çünkü biz artık soru sormuyoruz. Soru sormak için eğilmek, göz hizasını değiştirmek, sabırla beklemek gerekiyor. Ama sabır, bizim en çabuk vazgeçtiğimiz şey oldu.

Toprakla konuşmayı unutan insan, kendi iç sesiyle de konuşamaz olur. Çünkü toprağın diliyle ruhun dili arasında bir bağ vardı. Sessizlikle kurulan bir bağ. Oysa şimdi her yer gürültü. Ve toprak gürültüyü sevmez.

Bir ağacın altında oturmak hâlâ mümkün. Ama oturan kişi, yalnızca gölgede dinlenmekle kalırsa, o dilin ucuna bile dokunamaz. Oraya kalbiyle gelen, eliyle dokunan, sabırla bekleyen insan ancak o dili duymaya başlar. Çünkü toprak bir bilgeliktir. Her şeyi içine alır ama hiçbir şeyi unutmaz. Ona dökülen gözyaşı da, düşen yaprak da, bastığımız yerde oradadır hâlâ.

Toprağın dili yoksa, insanın da dili eksiktir. Çünkü sözcüklerin anlamı, aidiyetle güçlenir. Ve insan, toprağa ait olduğunu unuttuğunda yalnızlaşır.

Ama hâlâ geç değil. Hâlâ eğilip bir çiçeğin köküne dokunabiliriz. Hâlâ çıplak ayakla yeryüzüne basabiliriz. Hâlâ toprağa bir tohum bırakabilir, onunla yeniden konuşmaya başlayabiliriz.

Toprak hep oradaydı.
Belki de sadece, onunla yeniden konuşmaya cesaret etmemizi bekliyor.

Rüzgârın Öğrettiği Sessizlik

Rüzgâr konuşmaz. Ama bir dili vardır.

Kimi zaman bir ağacın yaprağında yankılanır, kimi zaman bir çiçeğin boynunu bükerek fısıldar. Ve biz insanlar, çoğu zaman o dili anlamak bir yana, fark etmeyiz bile. Çünkü kulaklarımız sesi yüksek olana alışmış, ruhumuz sessizliğin içindeki mesajları duyamayacak kadar gürültüyle sarılmış.

Oysa rüzgâr, en yalın öğretmenlerden biridir.

Sessizce gelir. Ne selam verir ne de izin ister. Ama geldiğinde bir şeyleri değiştirir. Tozu kaldırır, kurumuş yaprakları savurur, bazen dalı sarsar. Ve her geçişinde bir iz bırakır. Ama o iz görünmezdir. Kalpte olur. Ruhta olur. İçte olur.

Rüzgâr, sessizliğin hareketidir. Durağan olanın üzerine düşen bir hatırlatmadır. Ve aslında, rüzgârın estiği her an, şimdinin farkındalığını taşır. O nedenle rüzgâr bir çağrıdır;  kendimize dönmeye, içimizdeki tozlu rafları silmeye, yüreğimizde savrulan yaprakları toplamaya davettir.

İnsan rüzgârla yürüyemez. Ona karşı koşmaya çalışırsa yorulur. Teslim olursa dinginleşir. Rüzgârla dans eden ağaçlar gibi… Onlar direnmez. Bükülürler ama kırılmazlar. Ve biz insanlar, rüzgârın bize ne öğrettiğini hatırlamak istersek, ağaçlara bakmalıyız.

Sessizlik sadece susmak değildir. Sessizlik, içten gelen bir kabul hâlidir. Rüzgâr bu kabulü öğretir. Bir şeyleri söylemeden anlatmanın, dokunmadan tesir etmenin mümkün olduğunu hatırlatır. Oysa biz sözle, hükümle, gürültüyle yaşar olduk. Her şeyin adı olsun istedik. Oysa rüzgâr, isimsizdir. Yine de unutulmaz.

Bir tepenin yamacında rüzgârı yüzünde hisseden biri, geçmişin bütün yükünü bir anda hafifletebilir. Çünkü rüzgâr alır, götürür. Bazen bir pişmanlığı, bazen bir kırgınlığı. Ama sadece gerçekten bırakmaya hazır olanın elinden alır; teslim olanın yanındadır rüzgâr.

Rüzgârın dili zamanın dışındadır. O bize geçmişi anlatmaz, gelecek hakkında konuşmaz. Sadece o an vardır onunla. Şimdi. Ve bu, en çok unuttuğumuz şeydir. Şimdide kalmak. Rüzgârın estiği anla bir olmak.

Belki de yapmamız gereken tek şey, sessizce durup rüzgârın üzerimizden geçmesine izin vermek. Onunla savaşmadan, onu anlamaya çalışmadan... Sadece hissetmek. Çünkü bazı şeyler hissedilerek öğrenilir. Rüzgârın öğrettiği sessizlik gibi.

 

16 Nisan 2025 Çarşamba

José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine

 

 

José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine 


Şeker Portakalı
Dışarıdan bakıldığında yoksul bir Brezilya mahallesinde yaşayan, yaramaz, haylaz ve kimi zaman başına buyruk bir çocuk görüyoruz. Ama Vasconcelos’un satırları ilerledikçe Zezé’nin çok şey bilmesinin, neye karşılık geldiğini anlamaya başlarız: Sevginin yokluğunu, şefkatin bedelini, yalnızlığın çocuk zihninde nasıl şekil aldığını… Ve en önemlisi, bir çocuğun hayal gücüyle hayatta nasıl kalabildiğini öğreniriz.

Zezé’nin evi, fiziki anlamda yoksulluğun merkezidir. Kalabalık bir ailede, ilgisizlikle ve çoğunlukla da şiddetle çevrelenmiş bir çocuktur Zezé. Kardeşlerinin gölgesinde kalır, babasının işsizliğiyle büyür ve annesinin yorgun elleri arasında sevgi arar. Zezé için çocukluk bir oyun alanından çok hayatta kalmaya çalıştığı bir savaş alanıdır.

Ama Zezé bu savaşta silahsız değildir. Onun en güçlü silahı hayal gücüdür. Minguinho, yani şeker portakalı ağacı, işte bu hayal gücünün ürünüdür. Zezé ağacıyla konuşur, ona sırlarını anlatır, şarkılar söyler. Minguinho, Zezé'nin hayâl dünyasındaki sevgi boşluğunu dolduran görünmez bir dosttur.

Bu bağlamda Minguinho'yu edebiyat tarihinde bilinen Küçük Prens’in gülüne benzetebiliriz. Zezé’nin masumiyetini temsil eder; onun dünyaya hâlâ sevgiyle bakabilme çabasının ifadesidir.

Manuel Valadares: ‘‘Sevgi Öğrenilen Bir Dildir.’’

Zezé’nin hayatına gerçek bir insan olarak giren Manuel Valadares, bir tür babadır ama aynı zamanda dost, öğretmen, sırdaş ve şefkatin kendisidir. Zezé’yi olduğu gibi kabul eder. Onun içindeki haylazlığı; kırılganlığı, sevgiyi arayan gözlerini görür.

Manuel’in varlığı, Zezé için bir güven alanı oluşturur ve aynı zamanda dostunun yanı ilk kez sevildiğini hissettiği bir yerdir. Bu his öylesine yenidir ki, Zezé bu sevgiyi önce anlamlandıramaz, sonra ona sarılır, en sonunda da kaybeder.

Manuel’in ölümü, Zezé’nin çocukluğunun kapanışıdır. Zezé bir anda büyür. Minguinho konuşmaz olur. O andan sonra dünya başka bir yer olur; daha sessizdir, daha keskindir ve daha yalnızdır.

Vasconcelos’un dili yalındır ama bu sadelik, okuru kandırmaz. Çünkü bu kitap, çocuğun gözünden anlatılsa da, ardında gizlenen yetişkin bir ruhun acılarını taşır. Duygular gösterilmez, sezdirilir.

Zezé'nin dünyasında yaşanan eksik bir kahvaltı, eksik bir bakış, eksik bir sevgi çok üzülmesine neden olur. O tüm bu şeylerin içinin şefkatle doldurulmasını ister.  Zezé’nin diliyle kurulan dünya, yoksunlukların içindeki mucizeleri anlatır.

Zezé, kitabın sonunda büyümez. O büyümek zorunda kalır. Masumiyetini yitirmez; masumiyetini acının içine gömer. Kitap boyunca kurduğu hayalî dünya, çocuğun korunma mekanizmasıdır. Ve bu dünya, Valadares’in ölümünden sonra değişir.

Şeker Portakalı, okuruyla kurduğu ilişkiyi bitirmez. Kitap bittiğinde Zezé kitapta kalmaz. O, okurun içine taşınır. Zezé'nin yalnızlığı, masumiyeti ve sevgi arayışı evrensel bir hafızaya dönüşür. Okur bu sesi unutmadan, kendi hayatındaki simgelere bakmayı öğrenir.

Güneşi Uyandıralım Kitabı
Zezé artık çocuk değildir. Ama henüz yetişkin de sayılmaz. Ne oyunlara tam olarak dönebilir, ne de büyüklerin dünyasına dahil olabilir. Bu dünyanın sınırında durmak, yetişkinliğe doğru açılan birçok uçurumun kenarında durmak gibidir. José Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım kitabıyla, Zezé’nin masumiyetten kopuşunu, o kopuşun bıraktığı boşluğun Zezé'nin içinde nasıl oluştuğunu anlatır. Zezé, artık ağaçlarla konuşmaz, hayali arkadaşları görünmez olur; çünkü Zezé, gerçeğin acı tadını kabul ederek yaşamaya çalışmaktadır.

Zezé bu kitapta artık büyümenin sorumluluğuyla tanışır. Zezé, çocukluğunda dışa dönük, hayalci, konuşkan bir karakterken, artık daha içine dönüktür. Duygularını açıkça söylemek yerine içinde taşır. Bu dönüşüm, yalnızlığın doğal sonucudur. Çünkü çocukken sahip olduğu Minguinho’yu, sonra Valadares’i kaybeden biri, kolay kolay yeniden güvenemez.

İşte Güneşi Uyandıralım tam da bu güven kaybının, kırık bağların ve içe çöken duyguların romanıdır. Zezé’nin sessizliği, iç dünyasında yeniden inşa edilen bir duvar gibidir.

Bu kitapta öne çıkan diğer tema, Zezé’nin kimlik arayışıdır. Ait olduğu bir aile, tam anlamıyla bağlandığı bir yer yoktur. Ailesiyle ilişkileri hâlâ soğuktur; öğretmenleriyle ya da yetişkinlerle kurduğu ilişkiler, sınırlarla doludur. Zezé'nin içindeki çocuk, yetişkin olmak zorunda bırakılmıştır ama o hâlâ anlam arayışındadır.

Ve bu arayış, yavaş yavaş isyana dönüşür. Zezé açıkça bağırmaz ama davranışlarıyla, suskunluklarıyla, anlattığı hikâyelerle sistemin, düzenin ve hayatın ona biçtiği rolle savaşır. Sessiz bir başkaldırıdır bu. Kendine dönerek, anlatmayı bırakarak, susarak isyan eder.

İlk kitapta Zezé dünyayı hayal ederek güzelleştirmişti. Buradaysa Zezé artık güzellik aramıyor; anlam arıyor. Hayatın neden bu kadar adaletsiz olduğunu, sevginin neden az bulunduğunu, insanlar arasında neden bu kadar mesafe olduğunu anlamaya çalışıyor.

Ve bu sorgulama, yazarın anlatımına da yansır. Güneşi Uyandıralım, Şeker Portakalı kadar duygusal bir anlatı değildir. Daha durgun, daha sorgulayıcıdır. Çünkü bu kitap, gerçeğin kitabıdır.

Kitabın başlığı aslında Zezé’nin içsel yolculuğunun en derin ifadesidir. Güneş, Zezé’nin içinde sönmüş bir sıcaklığın simgesidir. O güneşi yeniden uyandırmak, kendine yeniden inanmaktır. Bu kitap boyunca Zezé, o güneşi uyandırmak için içsel bir yolculuk yapar.

Güneşi Uyandıralım, çocuklukla gençlik arasındaki o tarifsiz boşlukta bir insanın nasıl savrulabileceğini anlatır. Zezé’nin hikâyesi bu kitapta hem daha kırılgan hem daha derindir.
Artık o masum çocukluğu omzunda taşır. Kitabın sonunda güneş tam olarak uyanmaz belki, ama Zezé artık onun yerini bilir. Çünkü artık aradığı sevgiyi içinde bir yerlerde aramaya başlamıştır.

...

Zezé artık büyümüştür. Ama büyümek, bir zorunluluktur onun için. Delifişek, Zezé’nin içsel yolculuğunun son evresidir. Yalnız bir gencin, kendi kimliğini bulmak için çıktığı ve birçok şeyi geride bırakarak yürüdüğü bir yoldur. Bu kitapta artık ne çocukluk hayalleri, ne de gençlik umutları vardır. Zezé hayal gücünün gömüldüğü bir dünyada, gerçeğin sivri köşeleriyle yürümeyi öğrenmiştir. Ve bu yürüyüşte, yalnızdır.

İlk kitapta konuşan ağaçlar, ikinci kitapta yavaş yavaş sessizleşmiştir. Şimdi ise tamamen susmuşlardır. Zezé’nin hayal dünyası artık bir anıdan ibarettir. Duygularını hayallerle yumuşatma dönemi bitmiştir. Şimdi hayatın sertliğiyle baş başadır.

Zezé bu kitapta artık acıdan kaçmaz. Onu içselleştirir, hatta ona alışır. Bu alışma, bir zırh gibidir. Zezé, dış dünyaya karşı ne kadar sert olursa olsun, artık savunma mekanizmaları yoktur çünkü kendisi doğrudan savaşın içindedir.

Delifişek’te yüzme tutkusu çok sık anlatılır. Yüzme, Zezé’nin bedenini ve ruhunu taşır. Suyun içinde yalnız olması, aslında kendi iç sesini duymak için yarattığı bir mekândır.

Deniz, burada hem özgürlüğe açılan bir yoldur hem de dış dünyaya karşı sınır koyduğu bir yerdir. Yüzerek kalabalıklardan, insanların beklentilerinden, toplumsal rollerden uzaklaşır. Ama aynı zamanda yüzmek, Zezé'nin kendini aşmaya çalıştığı mücadele alanıdır. Attığı her kulaçta, biraz daha kendisi olur.

Bu noktada yüzme, çocuklukta Minguinho ile yapılan sohbetlerin yerini alır. Artık semboller değişmiştir ama ihtiyaç aynı kalmıştır: İçsel huzura kavuşmak, yalnızlığı anlamlandırma ve özgürlüğü hissetme ihtiyacı.

Zezé’nin yetişkinliğe geçişi aslında bir kazanımdan çok bir kayıptır. O artık sistemin bir parçasıdır. İşe gidecektir, sorumluluklar taşıyacaktır. Ama bu geçişte en büyük bedel, içindeki çocukla vedalaşmak olur.

Ve bu vedalaşma, sessizce yaşanmaz. Zezé, içinden gelen öfkeyi bastırmaz ama artık bağırmaz da. Yalnızlıkla yoğrulmuş bir bilgelik edinmiştir. Gülmez, sevinmez, ağlamaz. Bu duygusal donukluk, geçmişte yaşadığı acıların bir sonucu, o acıların onda bıraktığı izdir.
Zezé’nin hikâyesi bireysel gibi görünse de, Delifişek toplumsal bir eleştiriyi de içermektedir. Eğitim sisteminden, aile yapısına, ekonomik zorluklardan, bireyin yalnızlaşmasına kadar pek çok yapı taşına eleştirel bir gözle bakılır.

Zezé artık dış dünyanın adaletsizliğini görmektedir. O, hem sistemin dışına itilmiş bir birey, hem de onun içinde kaybolmuş bir delifişektir. Bu ikili varoluş, kitabın ana çatısını oluşturur: Hem aidiyet arzusu, hem de özgürlük isteği vardır.

Delifişek kelimesi, çocuğun göz kamaştırıcı, enerjik, sarsıcı ama kısa süren varlığına işaret eder. Zezé de bir delifişektir: Parlamıştır, yakmıştır, yanmıştır, sevilmiştir ve sönmüştür. Bu söndürülme de, toplumun, ailenin, hayal kırıklıklarının, zamanın ortak eseridir.

Ama Zezé bu kısa parlamayla iz bırakmıştır. Ve bu iz, insanın içindeki kaybolmuş çocuğun kalbinde de hâlâ silinmemiştir.

Delifişek, Zezé’nin varoluşsal kabulüdür. Ne çocuktur artık, ne de bütünüyle yetişkin. İçindeki kırıklıkları inkâr etmeden yaşamaya çalışan bir ruhun, hayatta kalma biçimidir.
Ve biz okur olarak bu son kitapta Zezé’ye son kez bakarız. Onu bir daha Minguinho’nun altında, Valadares’in yanında ya da Maurício ile sohbet ederken göremeyiz. Ama Zezé'nin sessizliğinde, dirençli bakışlarında, yüzmeye çalıştığı sularda hep o çocuk olarak kalır. Ve belki de en çok bu yüzden, Zezé hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmamıştır. 
 

Zezé’ye Bir Mektup
Sevgili Zezé
Bu mektubu yazarken zihnimde seninle ilgili bir dünya canlanıyor. Küçücük çocuk bedenine sığdırdığın o koca evreni hayal etmek beni hem düşündürüyor hem de duygulandırıyor. Senin, hayata ve insanlara bambaşka gözlerle baktığını biliyorum. Zorlukların, sevgiyi anlamanın ve dostluğu değerlendirmenin derin yollarını sana açtığını hissediyorum.
Sen hayatın acımasız yanlarına göğüs germeye çalışan bir çocuksun, ama aynı zamanda hayalleriyle yaşamın sınırlarını aşan bir kahramansın. Senin Şeker Portakalı'yla kurduğun dostluk, aslında tüm insanlık için bir mesaj taşıyor. Çünkü sen, kaybedilmiş gibi görünen masumiyeti yeniden yaratıyor, umut dolu bir geleceğin tohumu olarak yetiştiriyorsun.
Gözlerinden hiç eksilmeyen o ışık var ya, işte o ışık dünyanın en karanlık anlarında bile insanın yolunu bulmasına yardımcı olabiliyor. Senin hayal gücün, sıradanlığın ötesinde bir dünyanın mümkün olduğunu bize anlatıyor. Şeker Portakalı'na duyduğun sevgi, her yaprağında insan sıcaklığını ve doğanın şefkatini barındıran bir bağdır. Onunla konuştuğun anlarda tüm evrenle o bağı kuruyorsun.
Hayat seni bazen yıkmaya çalışıyor, ama sen hep içindeki sevgiyi ve iyiliği bir kale gibi inşa ediyorsun. Sen bize, ne kadar zor olursa olsun insanın yeniden başlayabileceğini öğretiyorsun. Bir ağacın gölgesinde, bir kuşun ötüşünde veya bir dostun kahkahasında bulduğun mutluluk, her şeyin ötesinde bir yaşam dersidir.
Sadece bir çocuk gibi görünsen de, sen aynı zamanda çok büyük bir öğretmensin. Düşlerinle bize cesur olmayı, sevgiyi yaşamın ne kadar önemli olduğunu ve güzellikleri en küçük detaylarda aramayı öğretiyorsun.
İşte bu yüzden, senin hikâyen beni düşünmeye ve hissetmeye sevk ediyor. Hayatın sıradan akışında saklı olan olağanüstü güzellikleri görebilmek için bana ışık oldun. Seninle aynı dünyayı paylaşmanın değerini daha iyi anlayabilmem için rehber oldun.
Senin yarattığın bu duygu dünyası, kalbimde derin bir yer edinmiş durumda. Senin hayallerinin peşinden gitme cesaretini örnek alacağımı bilmeni istiyorum.
Sevgilerimle

TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

 




TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve  İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

Tolstoy’un eserlerinde insan karakterleri yalnızca toplumsal rollerine göre çizilmez; onların içsel çatışmaları, düşünsel dönüşümleri, hatta tanrıyla, ölümle ve vicdanla olan münasebetleri eserin merkezine yerleşir.


İvan İlyiç’in Ölümü’nde karakterin dış başarıları sahte bir huzurun temsilidir. Asıl odak, onun ölümle yüzleştiği anda yaşadığı iç çözülme ve yeniden doğuştur.

Tolstoy için insan, dışsal başarılarla tanımlanamaz; onun özü, içinde taşıdığı boşlukta, suskunluğunda, görülmeyen acılarında gizlidir.

Tolstoy’un kahramanları genellikle bir ahlaki kırılma noktasına gelir. Bu kırılma, karakterin kendi yaşamını sorgulamasıyla başlar. Bu sorgulama, Batı edebiyatındaki bireycilikten farklıdır:
Tolstoy’un bireyi, toplumla çatışarak, vicdanla barışarak dönüşür.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ diye sorar İvan İlyiç. Bu soru, Tolstoy’un tüm eserlerinde derinleştirilen bir vicdan çığlığıdır.

Tolstoy’un insanı bu kadar doğru anlayabilmesinin sırrı, büyük olaylardan çok gündelik yaşamın sıradan anlarında saklıdır. Bir sofradaki sessizlik, bir perdeyi düzeltmek gibi küçük detaylar, karakterlerin ruh hâllerini büyük fırtınalar gibi açığa çıkarır.

İvan’ın perdenin eğriliğine takılması, aslında kontrol edemediği hayatın küçük bir sembolüdür. Tolstoy’un gücü de tam burada yatar: küçük anları büyük hakikatlere dönüştürür.

Tolstoy için ölüm bazen bir uyanış, bazen de bir kurtuluş kapısıdır.
İvan İlyiç ölürken ışığa doğru çekildiğini hisseder. Bu ışık hem ölümün hem de hakikatin metaforudur. Tolstoy’un Hristiyanlıkla, özellikle ahlaki Hristiyanlıkla kurduğu ilişki, onun karakterlerini ruhani bir düzlemde de değerlendirmesine olanak tanır.

Tolstoy, karakterlerini ne idealize eder ne de yerin dibine sokar. Onları oldukları gibi, tüm zaafları, tüm iyilikleriyle sunar.


Bir insan aynı anda hem bencil hem sevecen olabilir, hem korkak hem inançlı… Tolstoy bu çok katmanlılığı, öyle sahici bir şekilde yansıtır ki, okur kendini neredeyse her karakterde bir parça bulur.

Tolstoy insanı yalnızca gözlemlemez, insanın içindeki karanlıkta yol alır. Onun için edebiyat bir aynadan çok, bir fener gibidir: görünmeyeni aydınlatmak, bastırılanı ortaya çıkarmak, saklanılanı yüzeye çıkarmak için.

İvan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, modern insanın büyük bir ustalıkla yazılmış yüzleşmesidir. İvan, başarılı bir yargıçtır. Makul, düzenli, ahlaken sorgulanmayan bir yaşam sürmektedir. Ancak ölüm, o her şeyin yolunda gittiği anda kapısını çalar. Ölümün ayak sesleriyle birlikte, aslında hayatı boyunca ne kadar sahte bir huzur içinde yaşadığını fark eder.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ dediği an, okurun yüreğine saplanan bir bıçaktır. Çünkü bu soru, yalnızca İvan’a ait değildir. Her insanın içten içe bildiği ama dile getirmeye cesaret edemediği bir şüphedir.

Tolstoy’un insanı böylesine derinlemesine anlayabilmesinin nedeni, onun hikâyeyi iç dünyanın suskun sokaklarından kurmasıdır. Eşyaya bağlanan, perdenin yamuk duruşuna tahammül edemeyen İvan, hayatın kontrolünü kaybetmekten korkan bir ruhtur. Bu küçük detaylar, Tolstoy’un karakter yaratımındaki büyüsüdür: Sıradan olanın içinde olağanüstü olanı gösterebilmek.

Tolstoy’un kaleminde ölüm bile, bir sorgulamanın başlangıcıdır. İvan İlyiç, hayatı boyunca anlamı dışarıda aramış, statüde, ev düzeninde, makamda. Ama ölüm döşeğinde bulduğu tek şey kendi yalnızlığıdır. Doktorlar tıbbi terimlerle onu avutmaya çalışırken, karısı acısını yüzeysel nazlarla geçiştirirken, sadece hizmetkârı Gerasim onu anlar. Çünkü Gerasim, ölümden korkmayan bir insandır. İçtenliğin, sahiciliğin adıdır. Belki de Tolstoy’un bize anlatmak istediği şey şudur: Hayatı anlamak istiyorsan, korkmadan ölüme bak.

Tolstoy’un kahramanları tıpkı bizim gibi, zaaflarla, çelişkilerle, korkularla yaşar. Belki de bu yüzden böylesine dokunurlar insana. Ne bütünüyle iyi ne de tamamen kötüdürler. İnsan olmanın o inişli çıkışlı yolunu yürürler, tıpkı bizler gibi. Onları okurken, yargılamaktan çok anlama çabası sarar içimizi.

İnsan, ölümle yüzleştiğinde yaşamı ilk kez ciddiye alır. Sahte başarıların, unvanların, zarif döşenmiş evlerin ardında kalan boşluk, ancak bu yüzleşmeyle anlam kazanır.

 

 

Ahmet Hamdi Tanpınar ''Huzur'' Adlı Romanı / Modernleşme ve Geleneksel Kimlik Çatışması



Ahmet Hamdi Tanpınar ''Huzur'' Adlı Romanı / Modernleşme ve Geleneksel Kimlik Çatışması

Huzur romanı, Türkiye’nin modernleşme sürecinin hızla yaşandığı, Batı ile Doğu arasında giderek derinleşen farkların hissedildiği bir dönemde kaleme alınmıştır. Tanpınar, bu süreçte bireylerin ve toplumun karşılaştığı kimlik bunalımını, geçmişe duyulan özlem ve modern çağın getirdiği yabancılaşmayı ustaca yansıtır.

Örnek: Karakterlerin içsel çatışmaları, modern dünyaya adapte olma sürecinde yaşadıkları zorluklar ve geçmişin sıcaklığına duydukları hasret, dönemin ruhunu ve toplumsal dönüşümü özetler niteliktedir.
Tanpınar, zamanı hem kronolojik bir akış olarak ve hem de bireyin iç dünyasında yaşanan, öznellik taşıyan, akışkan bir boyut olarak ele alır. Karakterlerin içsel monologları ve nostalji dolu anıları, geçmişle şimdi arasındaki ince çizgiyi gözler önüne serer.

Hüzün, romanın belki de en merkezi kavramıdır. Ancak burada hüzün, basit bir keder ya da umutsuzluktan çok kaybedilen değerlerin, bir yandan da modern yaşamın getirdiği yabancılaşmaya bilinçli bir farkındalık katar.

Romanın karakterleri, modern dünyanın getirdiği yeniliklere ayak uydurmaya çalışırken, aynı zamanda geleneksel yapıların, kültürel mirasın çekiciliğini de özlerler. Bu ikiliğin çatışması, romanın dramatik yapısını oluşturur.

Tanpınar’ın dili, melodik ve ritmik bir yapıya sahiptir. İçsel monologlar, detaylı betimlemeler ve zengin sembolizm kullanımı sayesinde okuyucu, karakterlerin duygusal dünyasına derin bir yolculuk yapar. Bu üslup, okuyucunun zamansal bir yolculuğa çıkmasını, geçmişin ve anın iç içe geçtiğini hissetmesini sağlar.

Roman, tek bir bakış açısından ziyade, çoklu perspektifler üzerinden kurgulanır. Bu yapı, hem bireysel hem de toplumsal hafızayı aynı anda izleyiciye sunar. Geçmişin izleri, karakterlerin iç dünyasına işlenerek modern yaşamın yansıması olarak ortaya konur.

İstanbul, bir mekân olarak romanın ruhunu, tarihini ve kültürel zenginliğini temsil eden adeta yaşayan bir varlıktır. Şehrin sokakları, eski yapıları ve simgesel durakları, okuyucuyu geçmişin dokusuyla modern zamanın getirileri arasında bir yolculuğa davet eder.

Romanın karakterleri, modern dünyanın getirdiği belirsizlik ve karmaşıklık içerisinde kimliklerini ve yerlerini sorgularlar. Her biri, geçmişin sıcaklığını, aile mirasını ve kültürel kökleriyle modern yaşamın getirdiği yalnızlığı ve karmaşayı çözmeye çalışır.

Örnek: Karakterlerin düşünce dünyalarında sıkça rastlanan içsel sorgulamalar ve monologlar, okuyucuya zamanın ve hafızanın izlerini derinlemesine hissettirir. Onların yaşadığı psikolojik fırtınalar, bireysel trajedi ve toplumsal eleştirinin iç içe geçtiği bir tablo sunar.

Tanpınar, ‘huzur’ kavramını içsel bir varoluşun, hayatın geçiciliğinin ve sürekli değişimin getirdiği bilinç hali olarak ele alır. Bu yönüyle roman, okuyucuya varlık, zaman ve hafıza üzerine derin felsefi sorular sormaya iter.

Roman hem duygusal hem de entelektüel bir estetiğe sahiptir. Anlatımın zarif akışı, sembolik imgeler ve detaylı doğa betimlemeleri, okuyucunun duyularında silinmez izler bırakır. Estetik yönüyle ‘Huzur’ anlatı teknikleriyle, yaşamın kendisinden yansıttığı incelikle öne çıkar.

Tanpınar’ın ‘Huzur’u, modernleşen dünyada bireyin ve toplumun içsel dünyasını, geçmişe duyulan özlemle geleceğe dair belirsizlik arasındaki gerilimi ustaca yansıtır. Roman; İstanbul’un kadim ruhunu, kaybolan değerlerin hüznünü, modern yaşamın karmaşasını ve insanın sürekli arayışını bir bütün olarak sunar. Bu çok katmanlı yapısı ile ‘Huzur’, okuyucuya dönemin ruhunu yansıtmakla evrensel bir varoluş sorgulaması sunar.

Modern dünyada giderek hızlanan yaşam temposu ve değişimin getirdiği sürekli kaybolmuşluk hissi, günümüz insanının da en derin sancılarından biri haline gelmiş durumda. Bu bağlamda ‘Huzur’, çağdaş okuyuculara yalnızca edebi bir deneyim sunmakla kalmayıp, aynı zamanda içsel bir yolculuğa çıkmaları için ilham veriyor.

Roman, her okuyucunun kendi hayatındaki evrelerde, geçmişin tatlı melankolisi ve geleceğin umut dolu belirsizliğini sorgulamasına vesile olabilir. Bu yönüyle Tanpınar’ın eseri, zamanın ötesinde, evrensel bir anlam kazanır.

Mümtaz: Bir Yitik Zaman Yolcusu
Mümtaz, çocuk yaşta ailesini kaybetmiş, sonrasında amcası tarafından büyütülmüştür. Bu yalnızlık, onun karakterinde büyük bir boşluk ve melankoli bırakır. Bu boşluk sürekli bir tamamlanma arzusudur. Bir yandan Batı’ya hayranlık duyar, bir yandan Doğu’yu kaybetmenin acısını yaşar. Tanzimat’tan beri süregelen bu zihinsel ikilik, Mümtaz’ın iç dünyasında yankılanır: Ne tam anlamıyla Batılı olabilir, ne de artık tam anlamıyla geleneksel kalabilir.

Onun zihni, sürekli geçmişi yeniden inşa etmeye, estetik ve kültürel bir bütünlük aramaya çalışır. Ama her seferinde zamanın ruhuna çarpıp paramparça olur.

Mümtaz’ın Nuran’a duyduğu aşk, aslında bireysel bir tutkunun ötesine geçer. O aşkın içinde İstanbul’un sesi, eski musiki, klasik şiirler ve hatıralar vardır. Nuran, bir kadından çok bir medeniyetin simgesi gibidir Mümtaz için.

Ama bu aşk da tam bir huzur sunmaz. Çünkü Mümtaz ne geçmişin içinde kalabilir, ne de geleceğe tümüyle adapte olabilir. Nuran'la yaşadığı ilişki de tıpkı medeniyet tasavvuru gibi tutarsız, yarım kalmış ve hüzünlüdür. Aşkın gidişiyle birlikte Mümtaz’ın dünyası yıkılır, ama o dünya zaten bir arada hiç durmamıştır.

Mümtaz, sıradan bir entelektüel değildir. Onun zihinsel yolculuğu, Tanpınar’ın kendi iç sesinin bir yansımasıdır. Sanat, edebiyat, musiki, İstanbul’un semtleri… Hepsi Mümtaz’ın iç dünyasında yankı bulur. Bir caminin görüntüsünün ruhunda hissettirdikleri,  bir musiki makamı ya da eski bir şiir dizesi, onun zihninde felsefeye dönüşür. 

Mümtaz, bireysel bir karakter olmanın ötesine geçer ve adeta Tanpınar’ın medeniyet eleştirisinin canlı bir örneği haline gelir. Onun yaşadığı içsel dağınıklık, Türk modernleşmesinin sancılı serüvenini temsil eder. 

Tanpınar bu karakter üzerinden bir medeniyetin yitirdiği ‘zaman duygusunu’ anlatır. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalan Mümtaz, zamanı bir bütün olarak yaşayamayan bir zihnin sembolüdür. Bu da zaten Tanpınar’ın tüm eserlerine sinmiş olan o büyük temayı doğurur: Zamanın kıyısında yaşayan insanın trajedisi.

Mümtaz’ın iç yolculuğu, bireysel bir arayış gibi görünse de, aslında bir milletin kendini yeniden kurma çabasının içsel haritasıdır. Huzurun sonunda Mümtaz hasta, yorgun ve zihnen tükenmiştir. Ama tam da bu tükeniş, onu Tanpınar’ın en derin ve en trajik karakterlerinden biri yapar.

İhsan: Hoca mı, Bilge mi?

İhsan, Mümtaz’ın hem hocası hem de yol göstericisidir. Ancak bu ilişki klasik bir öğretmen-öğrenci ilişkisinden fazlasını taşır. İhsan, Mümtaz’ın zihin dünyasını şekillendiren, ona düşünmeyi, anlamayı ve sormayı öğreten kişidir. Ama aynı zamanda da Mümtaz’ın iç huzursuzluğunu tetikleyen kişidir. Çünkü İhsan, bilgiyle birlikte derin bir çelişkiyi de taşır: İhsan, bildikçe huzursuzlaşan bir entelektüeldir.
İhsan, geçmişi bilen ve bugünü anlamaya çalışan biridir. Ancak o da tıpkı Mümtaz gibi geçmiş ile şimdi arasında sıkışmıştır. Fakat aralarındaki fark şudur: Mümtaz henüz arayıştadır, İhsan ise bu arayışın sınırlarında yıllarını harcamış ve bedelini ödemiştir.

İhsan'ın romanda ağır hasta oluşu, zihinsel tükenişin ve bir medeniyetin yorgunluğunun sembolüdür. Tanzimat’tan sonra Batılılaşma ile Doğu arasında sıkışan Türk aydınının trajik halidir.
İhsan, geçmişin kültürel ve düşünsel birikimini taşıyan bir figürdür. Klasik edebiyattan Batı felsefesine kadar uzanan geniş bir bilgiye sahiptir.

İhsan’ın hastalığı, bireysel bir hastalık olarak okunmamalıdır. İhsan’ın hastalığı, aslında bir çağın tükenişini temsil eder. Artık yeni bir dünya kurulmaktadır, fakat o dünya İhsan’ın ruhuna ve bilgisine yabancıdır.

Tanpınar burada çok güçlü bir alegori kurar: İhsan ölüyorsa, düşünce de ölüyor demektir.
Çünkü artık İhsan’ın temsil ettiği değerler topluma hükmetmiyordur. Onun ölümüne hazırlık, bir geleneğin sessizce vedası gibidir.

İhsan, Tanpınar’ın ‘kayıp zaman’ ve ‘bölünmüş zihin’ temalarının vücut bulmuş halidir. Fiziksel olarak yavaş yavaş ölüme giden bu adam, zihinsel olarak geçmişin onurlu temsilcisidir. Ama onun bilgeliği artık bu dünyada yitirilen bir değerdir.

Nuran: Bir Hayalin Beden Bulmuş Hali

Nuran, Mümtaz’ın zihninde bir medeniyet sureti gibi idealize edilir. Onun sesi, davranışları, geçmişi, hepsi Mümtaz’ın Doğu’yla kurduğu nostaljik bağın içinde yeniden biçimlenir. O yüzden Mümtaz için Nuran, bir kadından fazlasıdır: Bir İstanbul sabahı gibi gelir ona; boğuk, sisli, tanıdık, yorgun ve güzeldir.

Ama bu romantik düş, çok geçmeden gerçeklerle çarpışır. Çünkü Nuran, kendi yaralarıyla var olan bir kadındır. Dul kalmıştır, bir çocuğu vardır, geçmişinde başarısız bir evlilik, anılarla karışık pişmanlıklar taşır. Ve bütün bu geçmiş, Mümtaz’ın hayallerini her seferinde yaralar.

Nuran’ın Mümtaz’la yaşadığı aşk, aslında bir tamamlanma çabasıdır. Ne Mümtaz ona tam anlamıyla ulaşabilir, ne de Nuran kendini tam olarak Mümtaz’a verebilir. Çünkü Nuran, hem annedir, hem kadın, hem de yaralı bir bireydir. Toplumsal baskılar, geçmişin ağırlığı ve içsel çatışmalar bu ilişkiyi boğar.
Nuran, bir kadının çok yönlü yükünü taşır: toplumun dayattığı roller, bekârlığın ayıplanışı, annelik, dul olmanın yarattığı yalnızlık… Hepsi onun omuzlarında hissedilir. Modern bir kadın gibi görünür; ama geçmişin yükünden kurtulamaz.

Tanpınar’ın Nuran’a biçtiği kader, aslında 20. yüzyıl başındaki şehirli Türk kadınının çıkmazıdır. Ne geleneksel yapıya dönebilir, ne de modernliğin sunduğu özgürlüğü gerçek anlamda yaşayabilir. Aşk onun için hayatın ortasında bile yalnız kalmanın acı gerçeğidir.

Mümtaz’ın gözünden okuduğumuz Nuran, aslında büyük ölçüde onun zihninin kurgusudur. Gerçek Nuran ile hayal edilen Nuran arasında sürekli bir çatışma vardır. Mümtaz, onu bir musiki gibi duyar, bir şiirin içinde görmek ister, ama hayat Nuran’ı kanlı canlı, yorulmuş ve hayal kırıklıklarıyla Mümtaz’a getirmiştir. Nuran bir insandır, Mümtaz ise onu bir rüya gibi görmek istiyordur.

Nuran’ın gidişi, romanın iç dengesini yıkar. Mümtaz, İhsan’ın hastalığı, toplumsal çalkantılar ve kendi iç boşluğuyla baş başa kalır. Nuran, huzur arayışının merkezindeydi; o gidince, ‘huzur’ da bir düş olarak çöker. Ama Nuran, aynı zamanda şunu da gösterir: Bazen bir insan, bir dönemin bütün acılarını tek başına taşır.

Tanpınar’ın en büyük başarısı, Nuran’ı bir zamanın ruhu, bir arayışın sessizliği, bir kadının çok sesli yalnızlığı olarak çizmesidir.

Suat: Hikayenin Gölgesinde Kalan
Suat’ın en çarpıcı yönlerinden biri, entelektüel, ama bir o kadar da duygusal açıdan kırılgan olmasıdır. Hayatı akıl süzgecinden geçirse de, duygularıyla baş edemez. Bu da onu zamanla paranoyaya, takıntıya ve ruhsal çöküşe sürükler.

Mümtaz ile Nuran’ın aşkına duyduğu öfke, kıskançlıktan çok yeniden reddedilme korkusudur. Suat, Nuran'ı kaybettiğinde; kendi değerini, varoluşunu kaybettiğine inanır. Bu yüzden onun öfkesi kişisel olmaktan çok varoluşsaldır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde Suat’ın Mümtaz ve Nuran’ı hedef alan bir intihar teşebbüsünde bulunduğu görülür. Bu sahne, toplumsal çözülmenin ve kişisel yıkımın sembolik bir ifadesidir.
Suat, varlığının anlamını yitirmiş, hayata dair bağlarını koparmış bir modern birey prototipidir. Onun ölümü, bir zihnin, bir çağın, bir inancın intiharıdır.

Musiki

Tanpınar, Türk musikisini bir medeniyetin duyuş biçimi olarak ele alır. Özellikle klasik Osmanlı-Türk musikisi, Mümtaz’ın iç dünyasında hem bir huzur kaynağıdır hem de bir kayıptır. Çünkü bu musiki yalnızca hatıralarda ve içe kapanmış bilinçlerde yaşamaktadır.

Mümtaz ile Nuran’ın ilişkisi boyunca musiki, kelimelerle anlatılamayan duyguların yerini musiki alır. Mümtaz, Nuran’ın sesini bile bir şarkı gibi dinler. Onun varlığında klasik musikinin yorgun ama zarif havasını duyar.

Mümtaz, şehirde gezerken, bir anıyı hatırlarken, hatta İhsan’la konuşurken bile zihninde sürekli bir musiki sesi duyar. Onun için musiki, milletin ruhunu şekillendiren temel yapılardan biridir.
Tanpınar, İstanbul’u duyulan bir musiki gibi tasvir eder. Camilerin ezanı, eski konaklardan taşan ud ve tambur sesleri, sokaklardan gelen musiki motifleri… Hepsi İstanbul’un ruhunu oluşturan katmanlardır. Ama bu katmanlar zamanla silinir. Modernleşen şehir, musikisini kaybeder.

Musiki, Tanpınar’ın dünyasında; ses, zaman, mekân, hatıra ve kimliğin birleştiği bir cevherdir. Romanın adı Huzur olsa da, bu huzur hiçbir zaman tam olarak elde edilmez, çünkü musikinin kendisi bile artık sadece bir hatıradır.

Zaman ve Hafıza
Proust’un Zamanı: Geçmiş Sadece Hatırlanmaz, Yeniden Yaşanır
Proust için zaman, dairesel bir iç dünya hareketidir. Hatırlamak, geçmişi yeniden yaşamak demektir. Prost'un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisinin ilk kitabı olan Swannların Tarafı'ndaki ünlü ‘madlen keki’ sahnesi, geçmişin bir tat, bir ses, bir koku üzerinden bugüne taşınabileceğini gösterir. Proust’un karakteri: Geçmişi, zihninin derinliklerinde yeniden bulur.

Tanpınar için zaman, ne tam geçmişte kalmıştır, ne de bugüne tümüyle aittir. Onun kahramanları zamanı yaşamaz, zaman içinde sürüklenir. Özellikle Mümtaz’ın iç dünyasında zaman, bir yandan geçmişin hatıralarıyla belirir, öte yandan İstanbul’un değişen yüzüyle kaybolur. Geçmiş, bugünün içine sızar ve bir gölge gibi orada kalır. Huzur'da zaman, daima içsel bir ağrıdır. Tanpınar'ın en meşhur dizelerinden biri olan, “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında”, tam da bu iç-çatışmalı zaman deneyimini anlatır. Mümtaz bu arada kalışın canlı bir örneğidir.

Bir Yıkımın Hatırlanışı

Proust’ta Hafıza
Hafıza, kişisel kimliğin oluştuğu yerdir. Ama bu hafıza sürekli yeniden inşa edilir. Geçmiş, hatırlandıkça değişir. Karakter, hatırladıkça hem kendine döner hem de yeniden doğar. Proust’un anlatıcısı için hafıza yeniden var olmaktır.

Tanpınar’da Hafıza
Tanpınar’ın hafızası ise daha melankoliktir. Hatırlamak, bir yitim duygusudur. Mümtaz’ın hatıraları onu diri tutmaz, tam tersine, daha da yorar. Geçmişin güzelliği bugünün eksikliğini artırır. Bu nedenle Tanpınar’da hafıza, hem kişisel hem de kültürel bir yas alanıdır.
Proust’un anlatıcısı, mekânlara yüklediği anlamlarla geçmişe döner. Combray kasabası, büyükannenin evi, yollar, pencereler… Hepsi zamanla katmanlaşır.
Tanpınar’da ise İstanbul, başlı başına bir zaman müzesidir. Her semt, bir hatıranın sesi gibidir. Ayasofya, Boğaziçi, musiki meclisleri… Hepsi geçmişin hâlâ bugüne sızabildiği zaman geçitleridir. İstanbul’da yaşamak, zamanın kat kat olmuş yüzünde gezinmektir.

12 Nisan 2025 Cumartesi

Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler




Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler

Hasan Âli Yücel’in yaşamı Türkiye’nin modernleşme sürecinde düşünce, inanç ve vicdan ekseninde şekillenmiş bir aydınlanma mücadelesinin simgesidir. Onu yalnızca bir devlet adamı ya da eğitim reformcusu olarak değil, düşüncenin ahlâkî sorumluluğunu taşıyan bir entelektüel olarak değerlendirmek gerekir. 

Yücel’in dünyaya gelişi kişisel bir hikâyenin ötesinde sembolik bir anlam taşır. Annesi Neyyire Hanım’ın bir Mevlevî tekkesinde ettiği dua, bir çocuğun doğumundan çok bir fikrin doğuşuna benzer. Bu dua Yücel’in hayatı boyunca taşıyacağı manevî derinliğin kaynağı olur. Çocukluk döneminde yaşadığı “yırtılan kitap” olayı, onun zihinsel yolculuğunda bir dönüm noktasıdır. Bilginin otoriteyle çatıştığı bu an gelecekteki entelektüel duruşunun ilk izdüşümüdür. Kitabı yırtılmıştır ama öğrenme arzusu parçalanmamıştır. 

Gençlik yıllarında Yücel’in karakteri, eleştirel düşünme becerisiyle belirginleşir. Askerlikte bir Alman subayına karşı koyması ya da hukuk fakültesinde profesörüne itiraz etmesi, onun düşüncenin özgürlükle olan zorunlu bağını kavradığını gösterir. Bu yönüyle Yücel, Cumhuriyet kuşağı içinde rasyonel düşünceyle ahlâkî duyarlılığı birleştirebilmiş ender aydınlardan biridir. 

Öğretmenlik yılları Yücel’in eğitim felsefesinin temellerini attığı dönemdir. İzmir’de görev yaptığı yıllarda, bilgiye erişimi bir sınıf ayrıcalığı olmaktan çıkarıp insana ait bir hak olarak görür. Eğitimin bireyin bilgi-ahlâkî gelişimini kapsaması gerektiğini savunur. Öğretmenlik onun için toplumsal dönüşümün en etkili aracıdır. Öğrencileriyle kurduğu ilişki bilgi aktarımından çok özgür düşüncenin inşası yönündedir.

Atatürk’le karşılaşması, Yücel’in düşünce dünyasında yeni bir açılım yaratır. Onun “Sıfır hiçlik değildir, çünkü birin yanına geldiğinde değer kazanır.” cümlesi düşünsel yaklaşımının özünü yansıtır. Köy Enstitüleri projesi, Yücel’in eğitim anlayışının somut biçimidir. Bu kurumlar bilginin toplumun her kesimine yayılabileceği inancına dayanır. Ona göre halk öğrenmeye doğal olarak yetkin bir topluluktur. Köy Enstitüleri düşüncenin toplumsallaşması yönünde atılmış en cesur adımlardan biridir. Ancak bu adım geleneksel yapıları rahatsız eder; bilginin halkla buluşması, iktidar çevrelerinde bir tehdit olarak algılanır. Yücel eleştirilerin ve baskıların odağında kalır, fakat geri çekilmez. Onun yalnızlığı, politik bir sonuçtan çok ahlâkî bir seçimin bedelidir.

Devlet görevinden ayrılışının ardından Yücel, üretkenliğini farklı alanlara taşır. İş Bankası Kültür Yayınları’nın kuruluşu, dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, UNESCO temsilciliği gibi çalışmaları, onun aydınlanma idealinin sürekliliğini kanıtlar. Bu dönemde hakkında yapılan haksız ithamlara karşı “Alnım apaçık.” diyebilmesi, düşünce ve vicdan bütünlüğünün bir ifadesidir. 

Yaşamının son yıllarında bedeninin yorgunluğuna rağmen zihinsel üretkenliğini korur. Gençlerle kurduğu güzel ilişkiler, onun geleceğe olan inancını diri tutar. Bach dinleyerek hayata veda etmesi, düşünceyle estetik duyarlılığın birleştiği bir kapanıştır. 

Hasan Âli Yücel’in yaşamı, Cumhuriyet ideallerinin politik ve kültürel temellerine işaret eder. Onun öyküsü, bilgiyle ahlâkın, düşünceyle emeğin, inançla eleştirinin birleşebileceğini gösterir. Eğitim onun  insanlığın meselesidir. Bu nedenle Yücel’in adı, bir dönemin ötesine geçer; bilgiye, adalete ve halka inanan bir bilinç biçimini temsil eder.

16 Ocak 2025 Perşembe

Aşk ve Öbür Cinler Kitabı Üzerine




Gabriel García Márquez’in Aşk ve Öbür Cinler adlı romanı hem bir aşk hikâyesi hem de inanç, otorite ve ötekileştirme üzerine yazılmış derin bir alegoridir. Yazarın romanı kaleme almasına vesile olan olay, gerçek bir gazetecilik görevidir: Marquez, yıkılan bir kilisenin bodrumunda açığa çıkan mezarları incelemek üzere gönderilir. Burada gördüğü başında yirmi iki metreyi aşan uzun saçlarıyla bir kız çocuğu iskeletidir. Bu manzara yazarın zihninde bir mit gibi yer eder; ölü bir bedenden fışkıran bu yaşam belirtisi; ölümle hayat, inançla hurafe, sevgiyle şiddet arasındaki o ince çizgiyi temsil eder. Böylece Aşk ve Öbür Cinler doğar.

Romanın merkezinde doğduğu andan itibaren sevilmeyen, dışlanan, kendi evinde bile yabancı olan bir kız çocuğu vardır: Sierva María. Annesi tarafından istenmeyen, babası tarafından unutulan bu küçük kız, kölelerin dünyasında bir sığınak bulur. Zenci kölelerin duaları, şarkıları, tılsımları ve Tanrı’yla kurdukları içten ilişki, onun gerçek ailesi hâline gelir. Beyazların dinî inançları soğuk ve buyurganken, kölelerin inancı sıcaktır, yaşam doludur. Sierva María’nın kölelerle kurduğu bağ aslında sömürgeci toplum düzenine bir başkaldırıdır; sevgiye ve özgürlüğe duyulan insanî bir özlemdir.

Bir gün Sierva María’nın ayağını kuduz bir köpek ısırır. Bu olay toplumun içindeki korkuların ve batıl inançların açığa çıkmasına neden olur. Kölelerin yaptığı şifalı tedavi beyazlar tarafından büyücülük sayılır. Dine dayalı bu düzen aklı değil dogmayı dinler; merhameti değil itaati yüceltir. Küçük kız bir anda cinlerin musallat olduğu söylenen bir varlığa dönüşür ve piskoposun emriyle manastıra kapatılır. Orada din adına yapılan her şey aslında inancın değil, iktidarın yansımasıdır. Marquez’in “İnançsızlık, inançtan daha dayanıklıydı çünkü duygularla besleniyordu” sözü, bu ironiyi özetler: gerçek inanç sevgiyle, sahte inanç korkuyla büyür.

Manastırda Sierva María’nın “ruhunu kurtarmakla” görevlendirilen rahip Cayetano Delaura, kısa sürede küçük kıza derin bir şefkat beslemeye başlar. Bu duygu giderek aşkın hatta saplantının sınırına yaklaşır. Ancak burada söz konusu olan yalnızca iki insanın aşkı değildir; Tanrı’ya duyulan inanç ile insana duyulan sevgi arasındaki kadim çatışmadır. “Mutluluğun iyi edemediğini iyileştirecek ilaç yoktur” cümlesi, bu ilişkinin özünü oluşturur: bazı yaralar ancak sevgiyle iyileşir, ama o sevgi çoğu zaman en derin acıların kaynağıdır. Rahip Cayetano, Tanrı’ya hizmet ile bir insana bağlanmak arasındaki uçurumda ruhunu kaybeder. Sierva María ise onun sevgisinde ilk kez insan olduğunu hisseder.

Marquez, Aşk ve Öbür Cinler’de inanç ve hurafe arasındaki farkı, aşkın ve günahın sırrını sorgular. “Düşman bizim yanılgılarımızdan çok zekâmızdan yararlanır” sözüyle yazar, aklın bile otorite tarafından nasıl yozlaştırıldığını ima eder. Çünkü asıl düşman, şeytan ya da cin değildir; dogmaların içindeki kör inançtır. Bu körlük Sierva María’nın trajedisini doğurur. O, insanların yarattığı korkuların kurbanıdır.

Roman boyunca ölüm, aşk ve inanç birbirine karışır. Marquez’in dili, “ne kadar saydam olursa, şiirsellik o kadar belirgin olur” sözünü doğrular biçimde yalın ama büyülüdür. Sierva María’nın hikâyesi, aslında sömürge döneminin baskıcı inanç sistemine karşı insanın iç özgürlüğünü anlatan bir alegoridir.

Romanın sonunda Sierva María ölür ama onun ruhu, tıpkı mezarda uzayıp giden saçları gibi, toprağın altından bile yaşamı savunur. Aşk ve Öbür Cinler; inancın sevgiye, sevginin özgürlüğe dönüştüğü noktayı anlatır. Marquez, aşkı bir kurtuluş, dini bir tuzak, ölümü ise bir geçit olarak resmeder. Sierva María’nın hikâyesi, insanın en karanlık inanç biçimleri karşısında bile içindeki ışığı koruyabileceğini gösterir;  “cin” dediğimiz şey, aslında içimizde bastırdığımız sevgi ve özgürlüktür.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...