19 Haziran 2025 Perşembe

HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

 



HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

Hamidiye Ziraat Mektebi, 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid’in doğrudan himayesinde kurulduğunda bir teknik okul olarak toprağın devlet zihninde yeniden anlam kazandığı bir kalkınma projesinin parçasıydı. Tanzimat’tan sonra giderek ivme kazanan modernleşme çabaları içinde, tarımın ekonomik bir faaliyet alanı olarak sosyal düzenin temel taşı olduğu fikri güçlenmiştir. Sanayileşmenin geciktiği ve kırsal yapının egemenliğini koruduğu Osmanlı coğrafyasında, II. Abdülhamid, köylüyü modern bilgiyle buluşturarak hem üretkenliği artırmak hem de merkezi idareyi güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla kurulan ziraat mektepleri içinde Bursa’daki Hamidiye, hem sembolik hem de işlevsel anlamda merkezî bir yere sahiptir.

Bursa, payitaht ya da tarihsel katmanların birikimiyle öne çıkan bir şehir olarak, Osmanlı tarım kültürünün ve bağ-bahçe medeniyetinin kodlarını taşıyan bir coğrafyadır. Hamidiye Ziraat Mektebi'nin bu topraklarda inşa edilmesi, Yeşil Bursa'nın verimli toprakları, Uludağ’dan süzülen kaynak suları ve kadim bağcılık geleneği; bu okulun bir eğitim kurumu, tarım laboratuvarı, bir medeniyet okuluna dönüşmesini sağlamıştır. Mektebin geniş arazisi, uygulama bahçeleri, seraları ve hayvancılık alanları, bilgiyi toprağa temas ettiren bir eğitimin taşıyıcısı olmuştur.

Hamidiye Ziraat Mektebi’nin eğitim modeli, dönemin klasik medrese anlayışından oldukça farklıdır. Mektep; uygulamalı dersleri, gözleme dayalı öğrenme biçimi, arazi üstünde doğrudan yapılan tarımsal çalışmalarla pedagojik açıdan yenilikçi bir çizgi benimsemiştir. Öğrencilere tarım teknikleri, iklim, toprak analizi, bitki hastalıkları, hayvan bakımı gibi alanlarda temel bilimsel bilgiler de verilmiştir. Böylece ziraat, geleneksel köylü bilgisi olmaktan çıkıp sistematik, kayıt altına alınan ve analiz edilebilir bir bilgi alanına dönüşmüştür. Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde kurulan Ziraat Fakültelerinin temelini oluşturacak düşünsel birikimin habercisidir.

Hamidiye Tarım Lisesi, Batı’dan aktarılan bilimsel yöntemleri, yerli tarım bilgisiyle harmanlamaya çalışan bir sentez kurumudur. Osmanlı coğrafyasına özgü üretim biçimleri ve mevsim döngüleri gözetilmiştir. Bu durum, Hamidiye’yi; Osmanlı coğrafyasına uyarlanmış özgün bir eğitim laboratuvarına dönüştürmüştür. Böylece modernlik ve yerellik arasında örnek teşkil eden bir denge kurulmuştur.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Hamidiye Ziraat Mektebi yeni rejimin kalkınma hamlelerine entegre edilmiştir. Adı zamanla değişmiş; ''Tarım Lisesi'', ''Ziraat Meslek Lisesi'' ve son olarak ''Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi''ne dönüşmüştür. Ancak eğitim anlayışı köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. Cumhuriyet döneminde ''Köy Enstitüsü’'' ruhuyla benzeşen bu okul, kırsal kalkınmanın taşıyıcısı olan öğretmen, teknisyen ve ziraatçılar yetiştirmeye devam etmiştir. Tarımı bir hayat biçimi olarak benimseyen kuşaklar, bu okulun bahçesinde yetişmiş, toprağın insanla kurduğu bağın ne kadar derin ve dönüştürücü olduğunu orada öğrenmiştir.

Bugün Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Osmanlı’dan günümüze taşınan bir tarım hafızasının canlı taşıyıcısıdır. Bursa’nın kalbinde yer alan bu yapı, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi varlığını sürdürmektedir. Mezunları toprağın hikâyesini bilen, yaşadığı çevrenin doğal dengesine saygı duyan birer hafıza taşıyıcısıdır. Eğitim bahçeleri, arşivleri ve uygulama alanlarıyla bu okul, geçmişin ve geleceğin de tarımsal vizyonuna yön verecek potansiyele sahiptir.












Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin kampüsü, bir eğitim alanı ve aynı zamanda şehirle kurduğu açık diyaloğun bir uzantısı olarak yaşamaya devam eden bir kamusal mekândır. Okulun geniş bahçeleri, seraları ve gölgelikli ağaçlarının altı, öğrencilerin, ziyaretçilerin huzurla soluk alabileceği alanlara dönüşmüştür. Bu yönüyle Hamidiye, eğitim mekânlarının bilgi aktarılan noktalar olduğu gibi, yaşama alanları olarak da kurgulanabileceğini gösteren nadir örneklerden biridir.

Bahçeye yayılan oturma alanlarında insanlar dilediklerinde dinlenebilir, yanlarında getirdikleri bir kitabı okuyabilir, arkadaşlarıyla kahve içerek uzun uzun sohbet edebilirler. Bu alanlar, doğayla temasın unutulmaya yüz tuttuğu modern kent yaşamı içinde, toprağa yakın bir teneffüs imkânı sunar.

Daha da önemlisi, okulun kendi seralarında öğrenciler tarafından yetiştirilen sebzeler, meyveler ve aromatik bitkiler, okul bahçesinde bulunan işletmenin mutfağında değerlendirilerek menülere dâhil edilir. Böylece orada yenilen öğün, emeğin, bilgeliğin ve toprağın birleşiminden doğan yaşayan bir tarım pratiğinin somut sonucu hâline gelir. Ziyaretçiler, okulun kendi üretimi olan ürünlerle hazırlanmış yemeklerin tadına bakarak hem öğrencilerin emeğine ortak olur hem de geleneksel lezzetlerin modern yorumlarını deneyimler.

Bu bütünsel yapı, Hamidiye’nin yalnızca bir eğitim kurumu olmadığını; yaşamla, üretimle, doğayla ve misafirlikle bütünleşen bir kültürel alanı olduğunu gösterir. Bu yönüyle Hamidiye, tarımı kitap sayfalarından çıkarıp gündelik hayatın içine yerleştiren; bilgiyi, toprakla kurulan dostluğun içine işleyen bir örnektir.

 















 


Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu


 Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu

Proust, Yakalanan Zaman'da Gilbert'e şöyle der: Beni genç kızlarla tanıştırmanı isteyebilirim senden, ama mümkünse bu genç kızlar Albertine gibi yoksul olsun, ben onlara hediye alayım ve onlar da bana acı çektirsin. Bu cümle, ilk bakışta kaprisli bir zengin fantezisi gibi görülebilir. Oysa burada anlatıcının sevgiyle acıyı, merhametle tahakkümü, vermekle mahkûm olma arzusunu iç içe geçirdiği bir çözülme vardır.

Yoksul olsunlar isteği, ekonomik sınıf farkından öte, bir duygusal dinamizmi kurmak içindir. Hediye vermek, sevgiyi sunmak; bağlanmanın, borç yaratmanın bir aracıdır. Hediyelerle anlatıcı, kızın hayatında yer edinir, bir gölge gibi varlığını duyurur ama onu özgür bırakmaz. Fakat paradoks buradadır: O, tam da o özgür bırakmamanın sonucunda, yani bağlandığı kızın ona acı çektirmesiyle sevdadır. Acı, bağın kanıtı olur.

Bu anlamda, anlatıcı acıyı satın alır. Hediye bir ödeme, acı bir teslim alma anıdır. Ama bu ticaret; bir ruhsal denge ve bir kefaret arzusudur. Zenginliğinin, sınıfsal farkın, hatta sevgisinin fazlalığını hisseden anlatıcı, bu dengesizliğin bedelini bilinçli olarak çekmek ister. Bu, bir nevi ahlaki öz-anlayışla iç içe geçmiş mazoşizmdir.

Ancak anlatıcının bu mazoşizmi masum değildir. Sevdiği kadına verdiği hediyelerin altında, onun davranışlarını şekillendirme arzusu yatar. Sana verdim; şimdi seni sevmek, seni beklemek, seni kıskanmak hakkım demek istiyordur. Sevgi, verildikten sonra onun içine doğru kapanır; acı ise, geri kalan her şeyi harekete geçirir.

Proust'un bu sözü şu sorunun da izini sürer: Birine iyilik yaptığımızda, ondan kötülük görmek bizi daha çok incitir mi? Yoksa zaten incinmeye razı mıydık, bunu baştan istedik mi?

Aşkta adalet yoktur, ama belki de bu adaletsizliğin kefareti vardır: çekilen acı. Proust'un hediyeleri, bu acıyı hak etmenin yollarından sadece biridir. Ve o acı da, aşk kadar gerçektir.



14 Haziran 2025 Cumartesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

 


Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Mehmed Efendi arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde sadece mürşid-mürit bağı olarak tanımlanamaz; aynı zamanda bir mânevî intikal, bir irfan zinciri ve bir ruh terbiyesi olarak anlam bulur. Bu ilişki, 16. yüzyıl Osmanlısında zahir ile batının, ilimle hikmetin keskin şekilde ayrıldığı bir dönemde, Bursa’da hem siyasi hem kültürel hem de ruhani bir merkezde biçimlenmiştir.

Üftâde Mehmed Efendi, Bursa'da yaşamış ve Celvetiyye tarikatının kurucu süreci içinde yer almış büyük bir mutasavvıftır. Genç yaşta temel dinî ilimleri öğrenmiş, dönemin ileri gelen medreselerinde tahsil görmüş, özellikle hadis ve fıkıh alanlarında uzmanlaşmıştır. Zahirî ilimlerdeki bu yetkinliği sayesinde Bursa Ulu Cami baş imamlığı görevine getirilmiş, burada uzun yıllar cemaatle ve öğrenciyle birebir irtibat kurarak hem ilmî hem de ahlâkî rehberlik yapmıştır. Aynı zamanda medreselerde müderrislik yaparak çok sayıda talebe yetiştirmiştir.

Ancak zamanla, ilmin yalnızca kitaplarla sınırlı kalmasının yeterli olmadığını fark etmiş; bu fark ediş onu, içe dönük bir mânevî arayışa yönlendirmiştir. Görevlerinden feragat ederek inzivaya çekilmiş, sükût, hizmet ve nefisle yüzleşme esasına dayalı bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Üftâde lakabı da bu dönüşümün sembolü olarak anılmıştır. Onun dervişlik anlayışı, dışsal gösterişten uzak, derin bir içsel arınma ve sürekli bir hizmet haliyle şekillenmiştir

Aziz Mahmud Hüdâyî ise Şereflikoçhisar doğumludur. İlk eğitimini memleketinde aldıktan sonra İstanbul'a giderek dönemin en yüksek ilim müesseselerinde tahsilde bulunmuştur. Özellikle Sahn-ı Semân medreselerinde gösterdiği başarı sayesinde dönemin tanınmış âlimlerinden biri olarak kabul edilen Hoca Sadeddin Efendi'den ve çeşitli büyük müderrislerden ders almıştır. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam ve Arap dili alanlarında kapsamlı bir eğitim görerek ilmî donanımını tamamlamıştır. Bu süreçte yalnızca teorik bilgilerle yetinmemiş; aynı zamanda devrin ilmî tartışmalarında yer alarak analitik ve yorumlayıcı bir düşünce yapısı geliştirmiştir.

Eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'da çeşitli medreselerde müderrislik görevlerinde bulunmuş, ardından Bursa kadılığı görevine atanmıştır. Kadılık görevi, hukuk, toplumsal düzen, adalet ve kamusal sorumluluk konularında da yetkinlik kazandığını göstermektedir. Bursa'da görev yaptığı dönemde, şehir halkı arasında adaletli, dürüst ve halkla iç içe bir yönetici olarak tanınmıştır. Fakat tüm bu zahirî başarılar, onun iç dünyasında gittikçe büyüyen bir mânevî eksiklik hissini bastıramamıştır. Yükseldiği bu dışsal makamlar, gönlünde tam bir tatmin oluşturamamış; aksine onu, ruhsal bir derinlik arayışına itmiştir.

Hüdâyî'nin, ilmin sınırlarında bir doyumsuzluk hissederek mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Bu arayış, onu Üftâde dergâhına getirir.

Hüdâyî'nin Üftâde ile İlk Karşılaşması ve Terbiye Süreci

– Efendim, size intisap etmek isterim. Bu yolda yürümek arzusundayım.

– Senin zahir ilmin çoktur evladım. Ama bu kapının eşiği, yükseklerden geleni ezer. Bu eşiği geçmek isteyen, nefsini terk etmelidir.

– Emrinize amadeyim efendim.

– O vakit yarından itibaren ciğer satacaksın. Cübbeni, sarığını çıkar. Kadı Mahmud değil, derviş Mahmud olacaksın.

Bu sözlerle başlayan terbiye süreci, Hüdâyî'nin mânevî dönüşümünün mihenk taşı olur. Üftâde Hazretleri, Hüdâyî'yi hemen kabul etmemiş; aksine onu nefs terbiyesinden geçmesi için pazarda ciğer satmakla görevlendirmiştir. Bu olay, menkıbevî kaynaklarda detaylı şekilde anlatılmakta olup, tarihsel bir hakikatten öte sembolik bir derinlik taşır. Ciğer satmak, bir Osmanlı kadısı için sadece bir sosyal konum kaybı olmayıp; aynı zamanda nefsin gururdan, makamdan, kimlikten soyundurulmasını ifade eder. Üftâde'nin bu tavrı, onun derviş yetiştirme anlayışının da bir özetidir: öğreten bir rehber yerine, terbiye eden bir öncü.

Bu süreçte Hüdâyî, zahir ilimle yükseldiği yerden, batın şuura doğru inmeye başlamıştır. Cübbesini, sarığını, makamını bir kenara bırakarak pazarda ciğer satar; halktan görmezden gelmeyi, hor görülmeyi, alay edilmeyi tecrübe eder. Bu süreçte, ‘‘hal ile öğretme’’ esasını benimsemiş olan Üftâde'nin sözden çok halle kurduğu rabıta, Hüdâyî'de derin izler bırakmıştır.

Seyr u sülûk süreci sonunda Hüdâyî, Üftâde'den hilâfet alarak irşad vazifesiyle görevlendirilmiştir. Bu noktadan sonra, Celvetiyye tarikatını sistemleştirip İstanbul'a taşımış, Osmanlı padişahları da dâhil olmak üzere binlerce kişiyi etkileyen bir mânevî lider olmuştur. Ancak o, Üftâde'yi daima hâtırlamış, ciğer satarken kazandığı mahviyeti asla unutmamıştır.

Bu nedenle, Üftâde ile Hüdâyî arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde bir silsile bağından öte; bir ruh inşaatının, mütevazı bir ağacın gövdeye ve meyveye dönüşmesinin hikâyesidir. Bu ilişki, bugün dahi tasavvuf eğitiminde nefs terbiyesi, teslimiyet ve hizmetin anlamını kavramak için önemli bir örnek olarak anılır.

Tasavvuf: İslam’ın içsel ve mistik yönünü esas alan, kalp eğitimi ve manevî arınma temelli bir düşünce sistemidir.

Mürşid: Tasavvuf yolunda rehberlik eden, müride yol gösteren manevi eğitmen.

Mürit: Bir mürşide bağlanarak tasavvuf yoluna giren, nefis terbiyesiyle ilerleyen kişi.

Mânevî intikal: Ruhsal ya da manevi bilginin, halin ya da terbiyenin mürşitten müride geçişi.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin hikmet bilgisi; sezgisel ve ruhsal anlayış.

Zahirî: Dışa dönük, görünen, şekilsel olan; ilmin veya varlığın dış yüzü.

Batınî: İçsel, derunî olan; hakikatin iç yüzüne dair olan anlam katmanı.

Mutasavvıf: Tasavvufla ilgilenen, bu yolda ruhsal gelişim yaşamış kişi.

Medrese: Geleneksel İslam eğitimi verilen öğretim kurumu.

Fıkıh: İslam hukukunu ve günlük hayattaki uygulamalarını konu alan ilim dalı.

Hadis: Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarını içeren rivayetler.

Tefsir: Kur’an ayetlerinin anlamını açıklama ve yorumlama ilmi.

Kelam: İslam inanç esaslarını akıl yoluyla açıklama ve savunma disiplini.

Müderris: Medreselerde ders veren, klasik anlamda öğretim görevlisi.

Kadılık: Osmanlı’da hem yargı hem de yönetsel sorumlulukları olan hukuk makamı.

Feragat: Bir şeyden, özellikle makam veya haktan, kendi isteğiyle vazgeçme.

İnziva: Dünya ile irtibatı keserek yalnızlığa çekilme ve içe dönük tefekküre yönelme hali.

Sükût: Susma, sessizlik hali. Tasavvufta iç dinlemeye yöneliş olarak da yorumlanır.

Fakr: Gönüllü yoksulluk; dünyaya bağlanmadan yaşama anlayışı.

Seyr u sülûk: Müridin, tasavvufî eğitimi süresince geçirdiği manevî ilerleme ve yolculuk süreci.

Hilâfet: Mürşidin, tasavvuf yolunu devam ettirmesi için bir müride yetki vermesi.

İrşad: Doğru yolu gösterme, manevi rehberlik etme.

Rabıta: Mürşid ile kurulan manevi gönül bağı; ruhsal bağlantı kurma hali.

Mahviyet: Yokluk, hiçlik; kişinin benlik iddiasından sıyrılması, tevazu içinde yaşaması.

Celvetiyye Tarikatı: Üftâde Mehmed Efendi tarafından kurulan, Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından yaygınlaştırılan tasavvuf yolu.

Menkıbevî: Tasavvuf büyüklerinin hayatında geçen, öğretici nitelik taşıyan, sözlü gelenekten aktarılan kıssalar ve hikâyeler.

13 Haziran 2025 Cuma

Mustafa Kutlu İyiler Ölmez Dörtler Makamı: İyiler Ölmez’de İçtenliğin Edebî İzleri


Mustafa Kutlu İyiler Ölmez

Dörtler Makamı: İyiler Ölmez’de İçtenliğin Edebî İzleri

Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eseri, dört karakterin bir araya gelip yollarının kesişmesini anlatan bir hikâye olarak sunulur; bu metin, Anadolu irfanının yüzyıllardır kalbinde taşıdığı iyilik baki kalır düsturunun, çağdaş bir anlatı içindeki en sade ve aynı zamanda en derin temsillerinden biri olarak görülmelidir. Hikâye boyunca karşımıza çıkan karakterler, yeryüzünde insan kalabilmenin artık zorlaştığı bir dönemde, herhangi bir toplumsal sınıfa, siyasal görüşe, mesleki hiyerarşiye yaslanmaksızın, yalnızca içtenlikleriyle ve başkası için var olabilme iradesiyle belirginleşen birer yolcudur. Ressam Sıtkı’nın, fotoğrafçı Mustafa’nın, hekim Atalay ile Civan’ın yolları, tek tek görünmeyen bir irfan ırmağının ortak kıyılarında yürüyen ruhların kaderiyle birleşir. Onların yolculuğu, fiziksel bir kazayla kesintiye uğrasa da, anlatı boyunca vurgulanan iyilik eylemleri, bir tür halk hafızasında kalıcılaşarak, dualara, türbelere, ziyaretlere dönüşen birer menkıbe olmasına neden olur.

Kutlu’nun bu metni, modern Türk hikâyeciliğinde ahlaki arayışa dayanan yapıların neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde, iyi insan idealini romantize etmeden, hatta zaman zaman mizah ve göndermelerle besleyerek yeniden kurar. Bu yönüyle eser, çağdaş bireyin yalnızlaşan benliğine karşılık, toplumsallığın manevi dokusunu hatırlatan bir davete dönüşür. Okur, bu hikâyede kendisini klasik anlamda olayların akışına kaptırmak yerine, kelimeler arasında saklanan bir sadeliğin, anlatıcı sesindeki sıcaklığın ve anlatının sonunda doğan bir tür hüzünlü huzurun içinde bulur. Çünkü burada ölüm; iyiliğin mekândan ve zamandan sıyrılarak sonsuzluğa karışmasını temsil eder. Anlatının sonunda karakterlerin bir tür türbeye, bir halk kutsamasına dönüşmesi, fiziksel varlıklarının ortadan kalkmasından çok sonra da yaşayan bir anlam taşımalarını mümkün kılar.

''Türbeleri ziyaret edin. Onlar size ölümü, ahireti hatırlatır. Ama asla onlardan yardım ve şefaat istemeyin. Yardım ancak Allah 'tan istenir.''

Mustafa Kutlu’nun kullandığı dil ve anlatım biçimi de, bu değer dünyasının bir uzantısı gibidir; yazar, gösterişli cümle yapılarına ya da kelime oyunlarına başvurmadan, adeta bir Anadolu meddahının sesinde yankılanan o tanıdık ahengi yakalamayı başarır. Bu anlatı tonuyla, okuyucusunu duygusal bir sürece de dahil eder; satırlar yalnızca bir olay örgüsünü taşımakla kalmaz, aynı zamanda geçmişten bugüne süzülen bir gelenek hissini ve insanlık mirasını da fısıldar.

Bu metin, karakterlerin içlerinde taşıdıkları iyilikle küçük bir devrimin mümkün olduğunu sezdirir. Yazar, iyinin tarifini vermez, ama onun ne olduğuna dair sezgisel bir fikir bırakır; iyilik burada sözcüklerle sınırlanabilecek bir tariften çok, yaşanarak anlaşılabilecek bir varoluş biçimi olarak sunulur. Bu bağlamda İyiler Ölmez, çağların ötesinden süzülen bir insanlık hikâyesidir.

Karakterler:

Fotoğrafçı Kör Mustafa: Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eserinde insani derinliğiyle öne çıkan, yüreğiyle görmeyi öğrenmiş bir karakter olarak metne dokunaklılık katan güçlü bir figürdür. Çocukluğundan itibaren hayatı, ardı ardına yaşanan büyük dönüşümlerle şekillenmiştir; annesiyle geçirdiği kısa ama sıcak zamanlar, onun ruhuna ilk iyilik tohumlarını eken dönemdir. Babasının yeni bir hayat kurma çabası ve kasabanın diliyle örülmüş hikâyeler içinde büyümesi, Mustafa’nın duyarlılığını artırır. Gözlerinde başlayan rahatsızlık, zamanla dünyayı başka bir yerden görmesine imkân tanır; bu değişim onu içe doğru büyüten, derinleştiren bir yolculuğa çıkarır.

Mustafa, yaşadığı çevrede özgün bir kişilik olarak kabul görür. İnsanlarla kurduğu temas, dış görünüşten çok kalbin sesiyle şekillenir. Fotoğrafçı dükkânı, onun iç dünyasının küçük bir yansımasıdır; orada insan hikâyeleri görünürlük kazanır. Çektiği karelerde bir ömrün izi vardır. Fotoğraf, onun için bir meslekten çok bir iletişim biçimidir; insanlar onun kadrajına girdiğinde, aslında içlerinde taşıdıkları yaşanmışlık da görünür hâle gelir.

Sıtkı ile yollarının kesişmesi, Mustafa’nın dünyasında yeni bir ışık açar. İki yorgun ama umutlu ruhun dostluğu, sade ve derin bir bağa dönüşür. Konuşmaları, sessizlikleri kadar anlamlıdır; ikisi de dünyayı onarma çabasını, sanat ve dostluk üzerinden yeniden kurmaya yönelir. Mustafa’nın fırın gibi ısınan küçük dükkanı, içtenliğin, duygunun, paylaşmanın evi hâline gelir.

Mustafa’nın karakteri, yaşanmışlıklarıyla olgunlaşan, kalabalıklar içinde yitmeyen, kendi sesiyle varlığını duyurabilen bir insan örneğidir. Onun bakışı gönülden doğar. Her ne kadar insanlar ona Kör Mustafa deseler de, bu lakap, içinde ışık doğan bir ruha verilen bir unvandır. O, hayatı boyunca insanlara değer vererek, duyarlılığını kaybetmeden, kendine özgü diliyle yaşamayı sürdürür.

Mustafa Kutlu, bu karakter aracılığıyla yalnızlığı, dostluğu ve iyiliği anlatırken; aslında her insanın içindeki karanlıkla baş etme biçimini de duyumsatır. Kör Mustafa’nın hikâyesi, iyiliğin görünür hâle geldiği, derinlikli bir insan yolculuğudur.

Civan: İyiler Ölmez’in en sıcak, en direngen ve en dokunaklı karakterlerinden biridir; onun hikâyesi, yalnızlığın içinden çıkıp iyiliğe sığınmayı bilenlerin yılmayan yürüyüşünü anlatır. Hayatının ilk adımları, büyüklerin terk ettiği ama mahallenin yüreğiyle sarıp sarmaladığı bir sokakta atılır; annesi, uzak bir ülkeye doğru yola çıktığında geride bir çocuğun gözlerinde kalan boşluğun, yıllar içinde nasıl bir insani derinliğe dönüştüğünü görmek mümkündür. Kör Makbule’nin şefkatli elleriyle büyüyen Civan, yoksulluğu omuzlamak yerine onu tanıyarak yaşamayı seçer; çünkü içinde taşıdığı sevecenlik ve hayata tutunma arzusu, onu her sabah yeni bir başlangıca çağırır.

Gençlik yıllarında ayakkabı boyacılığıyla tanışır, sonra çıraklıkla, ardından hamallıkla… Fakat onun yaptığı her iş, bir yükten çok, yaşama dahil olmanın bir yolu hâline gelir. Bu işler aracılığıyla bedenin emeğiyle ruhun sabrı birleşir ve Civan her gün biraz daha genişleyen bir iç dünyaya sahip olur. Bir gün Destegül adında bir kıza gönlünü kaptırması, onun içindeki sevgiyle yoğrulmuş iyiliğin başka bir biçimde görünürlük kazanmasına neden olur. Bu sevda, toplumun kalıplaşmış sözleriyle sınanmaya çalışılır; bazı ağızlar, bu güzel adam için Civan’a kız vermezler der. Bu cümle, Civan’ın içinde bulunduğu sınıfsal katmanı ima eden bir çizgidir.

Ancak Civan, yoluna devam eder; kalbini kapatmaz, ellerini bırakmaz, yüzünü karartmaz. Mahalledeki içten insanlar, ona yalnız olmadığını sezdiren adımlar atar ve bu adımlar, Civan’ın kendine ait bir iş kurmasına imkân tanır. Ayakta kalmak, onun için varoluşunu onurlandıran bir eylemdir. Hacı Kadir’in kahvesinde Sıtkı ile karşılaşması, iki farklı hayattan gelen insanın aynı masada oturabileceğini, dostluk kurulabileceğini gösterir.

Civan’ın karakteri, yüceltilmiş bir kahraman olmanın ötesinde, sıradan bir insanın içinden doğan o tertemiz iyiliğin yeryüzündeki karşılığıdır. Ne mucizevi bir güce sahiptir ne de gizemli bir geçmişe; onun tek dayanağı, içtenliği ve karşısına çıkanlara güvenle yaklaşma kararlılığıdır.

Civan’ın duruşu, her insanda bulunabilecek ama çoğu zaman gölgede kalan bir iyilik ışığını görünür kılar. O, gözlerinin içiyle konuşur, ellerinin emeğiyle dostluk kurar ve varlığıyla yaşanabilir bir dünya hayalinin küçük ama sarsılmaz bir temsilcisi olur.

Sıtkı: İyiler Ölmez’in ilk bölümünde karşımıza çıkan ve kitabın ruhunu taşıyan karakterlerden biri. Anadolu’nun yoksul bir köyünden İstanbul’a göç eden bir ailenin tek çocuğu. Zorlu bir hayatın içinde Sıtkı’nın iç dünyasını aydınlatan tek şey resim yapma yeteneğidir. Kutlu, onun bu yeteneğini bir umut ışığı gibi işler, ama aynı zamanda bu ışığın nasıl zamanla sönmeye yüz tuttuğunu da gösterir.

Sıtkı, hayata karşı kırılgan ama dirençli bir figürdür. Âşık olur, hayal kırıklığı yaşar, İstanbul’un kalabalığında yalnızlaşır. Ressam olmak ister ama hayatın gerçekleri onu başka yönlere savurur. Bu savrulma, onu bir gün Kör Mustafa’nın fotoğrafçı dükkânına götürür. Orada başlayan dostluk, Sıtkı’nın içsel yolculuğunda bir dönüm noktası olur.

Kutlu, Sıtkı’nın hikâyesini anlatırken zaman zaman anlatıya müdahale eder, olay akışını keser, hatta kendi kurgusuna itiraz eder. Bu da Sıtkı’nın hikâyesine postmodern bir tat katar, sanki yazar bile onun kaderine razı gelmek istemez.

Doktor: Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eserinde iyilik temasını en gösterişsiz ama en güçlü biçimde taşıyan nadir karakterlerden biridir; onun adı metin boyunca fazla anılmasa da, varlığı bir vicdan gibi bütün hikâyenin arka planında sürekli olarak hissedilir. Şehirde, özellikle İstanbul’da, yüksek nitelikli bir eğitim sürecinden geçmiş; tıbbî bilgisiyle donanmış, mesleğinde yetkinliğe ulaşmış biridir. Ancak onun karakteri yalnızca bir hekimlik kimliğine dayanmaz; içsel sezgileri, kişisel geçmişinin izleriyle birleşerek mesleğini insanlıkla buluşturmayı başarır. Zihinsel donanımının yanı sıra ruhsal arayışı da yoğun olan Doktor, yaşamı boyunca anlamı; faydada, iyilik dokunuşunda, iz bırakmakta aramıştır.

Gençlik yıllarında yaptığı bir evlilik tercihi, kalbinin sesinden uzaklaştığı anlara denk gelir. Bu evlilik gerçekleşmeden önce geri çekilir; bu karar onun için bir çözülmeden çok bir uyanıştır. Bu kopuş, yaşamın dayattığı beklentilerden de uzaklaşma kararı hâline gelir. Bir sabah, şehir hayatının gürültüsünden sıyrılarak bir Anadolu kasabasına yönelir. Orada, zamanın biraz daha yavaş aktığı, insanların hâlâ birbirinin gözlerine bakarak selam verdiği o küçük yerleşim yerinde Hacı Kadir’in kahvehanesiyle karşılaşır. Bu kahve, onun iç dünyasında uzun zamandır aradığı sakinliğe açılan bir kapı olur. Ve bu kapının ardında Sıtkı, Kör Mustafa ve Civan’la kurduğu dostluk, yalnızca bir arkadaşlık bağı olarak kalmaz; aynı zamanda ortak bir iyilik yolculuğuna dönüşür.

Doktor’un en ayırt edici davranışı cuma günleri hastalarından ücret almamasıdır. Bu davranış, annesinden duyduğu bir sözle başlar; zamanla o söz bir alışkanlığa, sonra bir hayata dönüşür.

Bir gün, hastanenin yakınında duran bir boşlukta bir bahçe hayal eder; meyve ağaçlarını, ağaçların gölgesinde oturan çocukları, dallarında olgunlaşan meyveleri düşünür. Bu hayal uğruna, yanında üç dostuyla birlikte fidan almak üzere yola çıkar. Arabayla çıktıkları bu yolculuk, dört ayrı hayatın birleşerek oluşturduğu tek bir iyilik çizgisine dönüşür. Fakat o yol, yaşadıkları hayatta bıraktıkları iz kadar kalıcı bir sonla tamamlanır. Bir kavşakta, büyük bir araç, onların varlığını maddeden uzaklaştırır. Bu son bir ayrılığı işaret eder; fakat halktan biri, onları birer evliya gibi sahiplenerek bir türbe inşa eder, halk da isimlerini dualarda yaşatır.

Hacı Kadir: Onun işlettiği kahvehane, sıradan bir iç mekân görünümünden çok daha fazlasını taşır; burası, kırılmış kalplerin yeniden birbirine değdiği, yalnızlıkların birbirine tutunduğu, hayatın kenarına çekilmişlerin ortak bir dili bulduğu bir tür sığınaktır. Sıtkı’nın fırça darbeleriyle aradığı maneviyat, Kör Mustafa’nın objektifinin ardında yakalamaya çalıştığı hakikat, Civan’ın terle yoğrulmuş içtenliği ve Doktor’un taşıdığı iyilik etme arzusu bu kahvede aynı havayı solur, aynı çayın buğusunda çözülmeye başlar.

Hacı Kadir’in geçmişi satır aralarında kendini belli etmez; hangi acılardan geçtiği, hangi umutları geride bıraktığı bilinmez. Fakat tam da bu bilinmezlik sayesinde, onun varlığı Anadolu’nun köklü içsel bilgeliğinin bir yansıması olarak algılanır. Kutlu, Hacı Kadir’in iç dünyasını açıklamak yerine, onu anlatının gövdesine nakış gibi işler; sözü, duruşu, sessizliği anlamlarla doludur. O, geleni içeri buyur eder; yargısız bir kalbin sahibi olarak, kendisine yönelen bakışları kabul eder. Kahvehanesinde zaman yavaşlar, sesler yumuşar, sorunlar çözümlenir. Giriş kapısından içeri adım atan herkes, yeryüzünde hâlâ güvenli bir yerin var olduğunu hatırlar. Masaların çevresinde toplanan bu dört adam, belki başka hiçbir yerde aynı masaya oturmazdı; fakat Hacı Kadir’in açtığı bu alan, farklı hayatların, bambaşka yaraların aynı noktada buluşmasına imkân tanır.

Kutlu’nun eserlerinde yer alan ve çoğu zaman ismi belirgin olmayan iyilik taşıyıcıları arasında, Hacı Kadir en sessiz ama en istikrarlı olanlardan biridir. Hacı Kadir olmasa, bu dört karakter aynı saatte aynı çayı içemezdi; o olmasa, o kahveye uğrayan kimse kendi hikâyesine başkasının hikâyesinden bakmayı öğrenemezdi. Onun varlığıyla mekân bir kahvehane olmaktan çıkar; orası artık bir Dörtler Makamına dönüşür. Hacı Kadir her sabah o kahvenin kepengini kaldırarak; hayata yeniden başlayacaklar için kapı aralar, karanlıkta kalmış bir iyiliğin yolunu aydınlatır.

Dörtler Makamı: Sanki görünmeyen bir el tarafından kurulmuş, içsel arayışların buluştuğu, suskunlukla konuşulan, bakışlarla anlaşmaya varılan bir modern tekke niteliğindedir. Hacı Kadir’in kahvehanesi olarak tanımlanan bu yer, aslında şehirlerin karmaşasından sıyrılmış ruhların buluştuğu, hayatın yıpratıcılığını geride bırakmak isteyenlerin gönüllerini bıraktığı özel bir alan hâline gelir. Masalarda konuşulan konular, sadece gündelik meselelerle sınırlı kalmaz; burada kırılan kalpler birbirine dokunur, yaşanmış acılar paylaşılır, suskunluklar duyulmaya başlanır.

Sıtkı fırçasının ardından içindeki sükûnu ararken gelir buraya; Civan, terle ve çabayla ördüğü onurlu yaşamına bir soluk katmak isterken bu kapıdan girer; Kör Mustafa, toplumun uzağına itilmişliğiyle yeniden dünyayı görmenin yollarını burada keşfeder; Doktor ise, mesleki bilginin ötesinde insanı anlamanın hakikatini bu çemberin içinde bulur. Her biri başka bir yoldan, başka bir acıdan geçerek gelir bu kahvehaneye; ama her biri burada kendisiyle karşılaşır.

Kutlu’nun anlatısında makam kelimesinin kullanımı, bu mekânın sıradanlığın ötesine taşındığını gösterir. Zira bir yere makam deniyorsa, orada bir hâl yaşanır; kalıcı bir dönüşüm mümkündür

Dörtler Makamı, Kutlu’nun evreninde iyiliğin, insanlık hâlinin ve arayışın ortak paydada birleştiği yerdir. Burada hiçbir şey gürültüyle olmaz; ama her şey derinlemesine yaşanır. Kahve fincanlarının ardında saklanan hikâyeler, Anadolu’nun yüzyıllar boyunca aktardığı kadim bilgeliğin birer yankısı gibidir.

Gerçek iyilik yok olmaz; yaşayanların kalbinde sürer. Kutlu, sıradan insanların içten eylemleriyle dokur bu iyiliği. Sıtkı, Civan, Kör Mustafa ve Doktor’un bir araya gelişi, yorgunlukların ve acıların içinden doğan dayanışmayı anlatır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

 


Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

1490’lı yıllarda Bursa’da dünyaya gelen Mehmed Muhyiddin Üftâde, Osmanlı klasik çağının sonlarına tekabül eden bir dönemde yaşamış, yaklaşık doksan yıllık ömrü boyunca ilim, ahlâk ve tasavvuf çizgisinde örnek bir duruş sergilemiş ve Bursa’da vefat etmiştir. Asıl adı Mehmed Muhyiddin olan Üftâde Hazretleri, Bursa’da doğmuş, burada büyümüş, burada eğitim almış ve yine bu şehirde irşad faaliyetlerini sürdürerek Bursa’da ebedî istirahatine çekilmiştir. Onun hayatı, sıradan bir zühd yaşantısından ziyade, hem pedagojik hem manevî hem de toplumsal dönüşüm açısından çok yönlü bir model oluşturmakta, bu yönüyle sadece bireysel bir dervişlik tecrübesi olmaktan öteye geçerek Osmanlı şehir tasavvuru içinde kökleşmiş bir rehberlik biçimini yansıtmaktadır.

Doğumuna dair anlatılan rivayetlerden biri, annesinin onun çocukluk yıllarında bir gece rüyasında süt derelerine dalarak çıktığını görmesi ve bu rüyanın kocası tarafından ilim ve irfan ehli bir evlat olarak yorumlanmasıdır. Bu anlatı sadece manevi bir müjde olmaktan çok Osmanlı kültüründe yaygın olan rüya ve sembolik düşüncenin pedagojik bir değer taşıdığını, çocuğun eğitimine dair kararlarda belirleyici bir işlev üstlendiğini göstermektedir. Üftâde Hazretleri’nin çocukluk eğitimi, özellikle dört yaş dört ay dört gün esasına dayandırılmış ve bu yaşın, çocuğun zihinsel açıklığının, ahlaki kabiliyetinin ve irfanî alımlayıcılığının en yüksek seviyeye çıktığı dönem olarak kabul edilmesi üzerinden temellendirilmiştir. Nitekim sözlü gelenekte, çocuğun bu yaşa ulaştığında kendisine söylenen ve gösterilen her şeyi doğrudan zihnine nakşettiği, eğitimin verimliliğinin bu dönemde en yüksek düzeye ulaştığı dile getirilmiştir.

Tasavvufî terbiyesinde Hızır Dede'nin etkisi son derece belirleyicidir. Hızır Dede, Karacabey'de çobanlık yaparken soğuk kış mevsiminde ayakları donmuş, bu nedenle Bursa'ya yerleşmiş, burada tasavvuf yoluna intisap ederek ilim, irfan ve hizmet ile dolu bir hayata yönelmiştir. Üftâde’nin Hızır Dede ile kurduğu ilişki, sadece mürid-mürşid bağlamında değil, aynı zamanda toplumsal sınıf ve yaşam tecrübeleri arasındaki geçişkenliğin bir örneği olarak da okunmalıdır. Hızır Dede’nin ipekçilik mesleği üzerinden Üftâde’nin tahsiline destek sağlaması, maddî üretim ile manevî gelişimin bir arada yürütülebileceğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Aynı zamanda onun zahir-bütünlük ilişkisine verdiği önem, Üftâde'nin ilmî ve tasavvufî gelişiminin temelinde yer almıştır.

Üftâde Hazretleri’nin gençlik yıllarında Selçuk Hatun Mescidi İmamı Şeyh Muslihiddin Efendi’den temel dinî eğitim aldığı ve tasavvufa erken yaşta yönelmek istediği anlaşılmaktadır. Ancak Muslihiddin Efendi, her şeyin vaktine uygun gerçekleşmesi gerektiğini belirterek onu sabırla beklemeye teşvik etmiş, böylece zaman ve hâl kavramlarının tasavvufî eğitimdeki merkeziyetine dikkat çekmiştir. Bu dönem, Üftâde'nin içsel olgunlaşmasına zemin hazırlamış, ardından Meczub Abdal Mehmed Dede’nin cezbe neşesiyle tanışarak tasavvuf yolculuğuna adım atmasına vesile olmuştur. Bursa’daki camilerde ezan okurken sesiyle halkı derinden etkileyen Üftâde Hazretleri’ne müezzinlik görevi önerilmiş, ancak bir gece gördüğü rüyada kendisine Üftâde oldun hitabı yapıldıktan sonra bu tekliften vazgeçmiş ve istifa ederek istinkâf eylemiştir. Üftâde mahlasını da bu rüyadan sonra benimsemiş, anlam itibarıyla düşkün, boynu bükük, kabul etmeyen mânâlarına gelen bu kelime, onun zühd ve irfanla örülmüş hayatını simgeleyen sembolik bir kimlik halini almıştır.



Tasavvufî düşüncesinde ve uygulamalarında Halvetî gelenekten beslenmiş, zamanla Celvetiyye adı verilen irfan yolunun öncüsü hâline gelmiştir. Celvet, yalnızlığa çekilmekten sonra yeniden halkın arasına dönmeyi, mânevî eğitim sürecinin ardından hizmeti esas almayı, nefs terbiyesi ile donanmış bir dervişin topluma dönerek hakikati paylaşmasını ifade eden bir yöntemdir. Celvet yolunda yürümek, sükûttan sadâya, hicretten hitâba yönelmek anlamına gelmekte, bu yönüyle Halvetî anlayıştan ayrışarak toplumsal sorumluluk bilincini öne çıkarmaktadır. Üftâde’nin Gaybdan yevmi otuz akçe sözüyle ifade ettiği irfan anlayışı, tevekkül ile rızkın Allah tarafından tayin edileceği inancına yaslanmakta, kolaylık değil zahmet tercih edilerek hakikat yolunun meşakkatle örüldüğünü vurgulamaktadır.

Üftâde Hazretleri'nin Celvetiyye’ye kazandırdığı sistem, bir zikir düzeni yahut tarikat pratiği ve bir hayat nizamı sunmaktadır. Günlük hayatta uygulanan zikirler, istiğfarlar, salavatlar ve tevhidler ile birlikte, ibadet vakitleri arasına yerleştirilen nafile namazlar, evrad-ı celvetiyye duaları, oruç düzenleri ve ahlâkî hassasiyetler, bireyin ruhî terbiyesini süreklileştiren bir çerçeve sunmuştur. Devamlı abdestli olmak, her abdestten sonra iki rekât şükür namazı kılmak, tevbe ve inâbeye yönelmek, sünnete hassasiyetle bağlı kalmak, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi ilkeler, Üftâde’nin tasavvufî ahlâk sistemini oluşturan temel esaslar arasında yer alır. Celvetin, kadim nurun zuhura erdiği noktada, halka karışarak Hakk’ı tebliğ etme sorumluluğuyla iç içe geçtiği bu anlayışta, müridin hem Rabbine hem topluma karşı vazifeleri hassasiyetle belirlenmiştir.

Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri, Osmanlı tasavvuf tarihinde manevî bir önder olarak, ilimle hikmeti, zühd ile hizmeti, sabır ile irşadı birleştiren bir şahsiyet olarak yer almış; Aziz Mahmud Hüdâî gibi büyük bir müridi yetiştirerek irfan mirasının sonraki kuşaklara ulaşmasını sağlamış, Bursa'nın manevi kimliğini şekillendiren temel isimlerden biri hâline gelmiştir. Onun öğretileri, sözden çok hâl ile aktarılmış, yaşadığı hayat, kaleme alınan eserlerden çok daha tesirli bir miras bırakmıştır.

 

HÛ DİYEN DERVİŞLERİN

dur cezbele­ri dervişlerin,
Hûdur izzetleri dervişlerin.
Hûdur sermâyesi dervişlerin,
Hû demek evrâdıdır dervişlerin.
Hû ile cümle merâtib kat‘ olur,
Rehberidir hû demek dervişlerin.
Görünür dost yolunun kapıları,
Çevre yânî nûr olur dervişlerin.
Mâsivâya bakmadan olur halâs,
Gönül gözü açılır dervişlerin.
Dost cemâlin görmeğe kâbil olur,
Vâsıl olur sırları dervişlerin.
Derdine derman dilersen dermend Üftâde sen,
Hizmetin et hû diyen dervişlerin.

 

Eski Türkçe / Tasavvufî Terimler ve Anlamları

Üftâde: Düşkün, boynu bükük, dünyaya yüz çevirmiş kişi. Tasavvufî anlamda kendini Allah yoluna adayan, nefsini terk eden kimsedir.

Zühd: Dünya nimetlerinden el çekmek, sade ve nefsanî arzulara kapılmayan yaşam biçimi.

Tasavvuf: Kalp ve ruhun arınması yoluyla Allah’a yakınlaşmayı hedefleyen İslâmî düşünce ve yaşam biçimi.

İrşad: Manevî rehberlik; doğru yolu gösterme, insanları hakikate yönlendirme.

Manevî: Ruhsal, fiziksel olmayan, içsel dünyaya ait.

Şehir tasavvuru: Osmanlı'da şehir anlayışının sadece yapılarla değil, ahlâkî düzen, vakıf sistemi, cami merkezli sosyal dokuyla bütünleşmiş hâli.

Rüya: Tasavvufta ilham, işaret veya Allah’tan gelen bir mesaj olarak kabul edilen düş hâli.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin bilgi; hikmet ve sezgiyle kavranan hakikat.

Pedagojik: Eğitimle ilgili. Tasavvufta çocuğun manevî terbiyesinde kullanılan yöntemleri de kapsar.

Zihinsel açıklık: Bilgiye ve hakikate açık olma hâli; anlayış kabiliyetinin yüksek oluşu.

İrfanî alımlayıcılık: Kalbin sezgiyle hakikati kavrama gücü.

Tasavvuf yolu: Allah’a ulaşmak için nefsi arındırma esasına dayalı manevî yolculuk.

Mürşid: Manevî rehber; dervişi Allah’a ulaştırmak üzere eğiten kişi.

Mürid: Manevî yola giren, mürşide tabi olan kişi.

Zahir: Dış görünüş, maddi boyut. Tasavvufta iç âlemin karşıtı olarak kullanılır.

Bütünlük: Zahir (dış) ve bâtın (iç) yönlerin uyumlu olması.

İlim: Bilgi; tasavvufta hem şer’î (dînî) hem de bâtınî (içsel) bilgiyi kapsar.

İpekçilik: Burada mecaz olarak kullanılmış; dünyevî mesleklerle manevî gelişimin birlikte sürdürülebileceğini ima eder.

Cezbe: İlahi aşk ve coşku hâli; Allah’ın cezbedici kudretiyle kulun kendinden geçmesi.

Neşe: Coşku, iç huzuru; ruhsal bir sevinç durumu.

Meczub: Allah aşkıyla kendinden geçmiş, dıştan bakıldığında aklını yitirmiş gibi görünen fakat içten Allah’a yakın biri.

İstinkâf: Dünyevî görevlerden veya makamlardan kendi isteğiyle el çekme.

Mahlas: Takma ad; tasavvuf ehlinin manevî kimliğini simgeleyen ad.

Halvetî: Tasavvufun bir kolu; inzivaya çekilerek Allah’a yönelmeyi temel alır.

Celvetiyye: Halvetin ardından tekrar halka karışmayı, toplum içinde Hakk’ı yaşamayı esas alan tasavvuf yolu.

Celvet: Yalnızlıktan sonra tekrar topluma dönerek hizmet etme hâli.

Sükût: Sessizlik, konuşmaktan kaçınma; içe yöneliş.

Sadâ: Ses, yankı; burada ilahî hakikatin dile gelişi.

Hicret: Terk etme, ayrılma; tasavvufta dünyayı bırakıp hakikate yönelme.

Hitâb: Seslenme, davet etme; bazen Allah’ın kuluna ilhamıdır.

Tevekkül: Allah’a tam güvenme, sonucu O’na bırakma.

Meşakkat: Zorluk, çile; manevî kemale ermenin yolu olarak görülür.

Zikir: Allah’ı anmak; sözlü ya da kalben yapılan ibadet.

İstiğfar: Allah’tan af dilemek.

Salavat: Peygamber Efendimiz’e dua ve selam getirmek.

Tevhid: Allah’ın birliğini dile getirme, Lâ ilâhe illallah inancıyla yaşama.

Evrad-ı Celvetiyye: Celvetî tarikatında düzenli olarak yapılan zikir ve dualar.

Nafile namaz: Farz olmayan, fazladan kılınan sevap amaçlı namaz.

İnâbe: Gönülden Allah’a yönelme, samimi dönüş.

Tevbe: Günahlarından pişman olup Allah’a dönme.

Sünnet: Peygamber Efendimiz’in söz, fiil ve onaylarından oluşan uygulamalar.

Ruhî terbiye: Nefsi arındırarak kalbi temizlemek ve Allah’a yakınlaştırmak.

İlim: Hem dünyevî hem manevî bilgiyi kapsayan öğrenme süreci.

Hikmet: Derin anlayış, Allah’ın işlerinde gizli olan sırları kavrama hali.

Hâl: Kalpte meydana gelen manevî durum; tasavvufî tecrübe.

İrfan mirası: Nesilden nesile aktarılan derin bilgi ve hakikat anlayışı.

Gaybdan yevmi otuz akçe: Allah’ın görünmeyen lütfu ile rızkın geleceğine dair tevekkül içeren veciz bir ifade.

: O anlamına gelen ve Allah’ı ifade eden zikir kelimesi.

Hûdur: Allah’ın huzurunda olma, manevî hazır bulunuş hâli.

İzzet: Yücelik, Allah’a mahsus şeref ve vakar.

Sermâye: Asıl kazanç; dervişin manevî yolculuktaki dayanağı.

Evrâd: Düzenli okunması gereken dua ve zikirler.

Merâtib: Manevî dereceler, seyr ü sülûkteki basamaklar.

Rehber: Mürşid, yol gösterici.

Çevre: Tasavvufta nurla çevrelenen hâl veya manevi atmosfer.

Nûr: İlahi ışık, aydınlanma.

Mâsivâ: Allah’tan başka her şey; tasavvufta dünyevî bağlardan kurtulma amacıyla terk edilmesi gerekenler.

Halâs: Kurtuluş, arınma.

Gönül gözü: Manevî sezgi; kalbin hakikati görmesi.

Dost: Allah’ın sıfatlarından biri; tasavvufta Hakk’ın kendisi.

Cemâl: İlahi güzellik; Allah’ın lütuf yönü.

Vâsıl: Allah’a ulaşan, seyr ü sülûk yolunu tamamlayan kişi.

Sır: Derin, gizli ilahi hakikat.

Dermend: Dertli, yardıma muhtaç; Allah’a muhtaç olduğunu bilen kul.

Hizmet: Allah ve insanlık yolunda yapılan her türlü gönüllü ve samimi çalışma.

 

Adem Amca ve Yaren’in Köyü: Türkiye’de Sürdürülebilir Yaşamın Kırsal Hafızası

 


Adem Amca ve Yaren’in Köyü: Türkiye’de Sürdürülebilir Yaşamın Kırsal Hafızası

Marmara Bölgesi'nin zengin sulak alanları arasında yer alan Uluabat Gölü'nün kıyısında konumlanan Eskikaraağaç köyü, sıradan bir kırsal yerleşim olarak anılmanın ötesine geçmiş, doğa ile insan arasındaki ilişkiler ağını güçlü biçimde örerek farklılaşmış bir kimlik kazanmıştır. Bu köy, yalnızca coğrafi konumunun sağladığı görsel olanaklarla anımsanmakla kalmaz; aynı zamanda toplumsal hafızaya yerleşmiş ekolojik bir duyarlılığın, kuşaklar arası aktarılan bir yaşam kültürünün ve yerelden evrensele uzanan bir çevre bilincinin somutlaştığı bir alan olarak ön plana çıkar.

Eskikaraağaç, 2011 yılında Avrupa Tabiat Mirası Vakfı tarafından Avrupa Leylek Köyü unvanına uygun görülmüştür. Türkiye'nin bu uluslararası çevresel ağı temsil eden tek yerleşimi olan köy, geleneksel yaşam biçimlerinin modern doğa koruma yaklaşımlarıyla buluştuğu nadir örneklerden biri olma niteliği taşır. Yılın belli dönemlerinde köyü ziyaret eden göçmen leylekler, yalnızca biyolojik varlıklar olarak değerlendirilmez; aksine, yaşam alanının ritmini belirleyen, kültürel anlamlarla yüklü, simgesel figürler haline gelirler.

Mart ayından itibaren gökyüzünde süzülen ilk leyleklerin gelişiyle birlikte köyde hareketlilik artar. Bu misafirlerin gelişi, mevsimsel döngüye anlam katan bir ritüele dönüşür. Yerel halk, elektrik hatlarının yalıtılması, özel platformların hazırlanması ve çatılara kurulan yuvalar aracılığıyla bu kuşların köyde barınabilmesi için yıllardır kolektif bir çaba içinde bulunmaktadır. Bu türden uygulamalar, yalnızca hayvanlara duyulan şefkatle açıklanamaz; aynı zamanda insanın doğayla ilişkisini kurduğu etik zeminin derinliğini ve sürekliliğini gösterir.

Köyün tanınırlığını artıran en çarpıcı anlatılardan biri, balıkçı Adem Yılmaz ile her yıl Uluabat Gölü’ne dönen Yaren adlı leylek arasında kurulan sıra dışı bağdır. On yılı aşkın süredir süregelen bu temas, insanla hayvan arasındaki alışıldık sınırları sorgulatan ve yer yer şiirselliğe ulaşan bir ilişki biçimine dönüşmüştür. Yaren’in Adem Yılmaz’ın kayığına konarak birlikte gölde gezinmesi, Adem Bey tarafından beslenmesi, bölge halkı tarafından her yıl sevinçle karşılanır ve çeşitli kültürel anlatılarla desteklenerek insanların hafızalarında önemli bir yere yerleşir. Adem Bey ile Yaren Leylek’in ilişkilerinin belgelenmiş olması, uluslararası düzeyde de yankı uyandırmış; Yaren üzerine çekilen belgesel filmler, pek çok ödüle layık görülerek bu kırsal köyü bir anlatı merkezine dönüştürmüştür.

Eskikaraağaç aynı zamanda doğa temelli turizmin yerel halkla doğrudan temas hâlinde gerçekleştiği bir örnek olarak değerlendirilebilir. Köyde bulunan kuş gözlem kulesi, doğa yürüyüş rotaları, canlı yayın sistemleriyle izlenebilen kuş yuvaları ve yerel üretime dayalı pazar alanları, ziyaretçilerin pasif izleyiciler olmaktan çıkıp sürece aktif biçimde dâhil olmalarına olanak tanır. Bu tür mekânsal ve toplumsal düzenlemeler, kırsal alanlarda gelişen ekoturizm anlayışının içeriğini zenginleştirmekte ve eğitimsel boyutlar kazandırarak çok yönlü bir deneyim sunmaktadır. Özellikle okul grupları ve araştırma ekipleri, bu köyü doğa gözlemi ve çevre eğitimi açısından öncelikli bir saha olarak tercih etmektedir.

Köyün yapısal dönüşümünde leyleklerin göçüyle anılan insan yaşamının da göç ile şekillenmiş olması dikkat çekicidir. 1924 nüfus mübadelesi sonrası Yunanistan’dan gelen göçmenlerin yerleştiği bu köy, zamanla yeni bir kültürel kimliğin, doğa ile uyumlu bir yaşam tarzının kurucu unsurlarından biri hâline gelmiştir. Bu tarihsel kesit, Eskikaraağaç’ın hem insan hem kuş göçleriyle tanımlanan çok katmanlı bir mekâna dönüştüğünü gösterir. Göç, burada yalnızca yer değiştirme anlamı taşımaz; aynı zamanda dönüşme, yeniden kurma ve yeni anlamlar inşa etme sürecine işaret eder.

Eskikaraağaç, insan ile doğa arasında uyumu öne çıkaran; sürdürülebilirliğin teknik bir kavram olmaktan çıkıp gündelik hayatın içinde yeniden anlamlandığı; hayvanlarla kurulan ilişkinin yalnızca biyolojik düzeyde kalmadığı, kültürel ve etik bir derinlik kazandığı nadir yerleşimlerden biridir. Bu yönüyle köy, yaşamsal ve düşünsel bir model olarak da değerlendirilmeyi hak etmektedir. Gelecekte benzer kırsal bölgeler için Eskikaraağaç, örnek alınabilecek çok katmanlı bir insan-doğa etkileşimi alanı sunmaktadır.

 








Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...