Aziz
Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül
Terbiyesi
Aziz Mahmud Hüdâyî ile
Üftâde Mehmed Efendi arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde sadece mürşid-mürit
bağı olarak tanımlanamaz; aynı zamanda bir mânevî intikal, bir irfan zinciri ve
bir ruh terbiyesi olarak anlam bulur. Bu ilişki, 16. yüzyıl Osmanlısında zahir
ile batının, ilimle hikmetin keskin şekilde ayrıldığı bir dönemde, Bursa’da hem
siyasi hem kültürel hem de ruhani bir merkezde biçimlenmiştir.
Üftâde Mehmed Efendi,
Bursa'da yaşamış ve Celvetiyye tarikatının kurucu süreci içinde yer almış büyük
bir mutasavvıftır. Genç yaşta temel dinî ilimleri öğrenmiş, dönemin ileri gelen
medreselerinde tahsil görmüş, özellikle hadis ve fıkıh alanlarında uzmanlaşmıştır.
Zahirî ilimlerdeki bu yetkinliği sayesinde Bursa Ulu Cami baş imamlığı görevine
getirilmiş, burada uzun yıllar cemaatle ve öğrenciyle birebir irtibat kurarak
hem ilmî hem de ahlâkî rehberlik yapmıştır. Aynı zamanda medreselerde
müderrislik yaparak çok sayıda talebe yetiştirmiştir.
Ancak zamanla, ilmin
yalnızca kitaplarla sınırlı kalmasının yeterli olmadığını fark etmiş; bu fark
ediş onu, içe dönük bir mânevî arayışa yönlendirmiştir. Görevlerinden feragat
ederek inzivaya çekilmiş, sükût, hizmet ve nefisle yüzleşme esasına dayalı bir
tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Üftâde lakabı da bu dönüşümün sembolü olarak
anılmıştır. Onun dervişlik anlayışı, dışsal gösterişten uzak, derin bir içsel
arınma ve sürekli bir hizmet haliyle şekillenmiştir
Aziz Mahmud Hüdâyî ise
Şereflikoçhisar doğumludur. İlk eğitimini memleketinde aldıktan sonra
İstanbul'a giderek dönemin en yüksek ilim müesseselerinde tahsilde bulunmuştur.
Özellikle Sahn-ı Semân medreselerinde gösterdiği başarı sayesinde dönemin
tanınmış âlimlerinden biri olarak kabul edilen Hoca Sadeddin Efendi'den ve
çeşitli büyük müderrislerden ders almıştır. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam ve Arap
dili alanlarında kapsamlı bir eğitim görerek ilmî donanımını tamamlamıştır. Bu
süreçte yalnızca teorik bilgilerle yetinmemiş; aynı zamanda devrin ilmî
tartışmalarında yer alarak analitik ve yorumlayıcı bir düşünce yapısı
geliştirmiştir.
Eğitimini tamamladıktan
sonra Anadolu'da çeşitli medreselerde müderrislik görevlerinde bulunmuş,
ardından Bursa kadılığı görevine atanmıştır. Kadılık görevi, hukuk, toplumsal
düzen, adalet ve kamusal sorumluluk konularında da yetkinlik kazandığını
göstermektedir. Bursa'da görev yaptığı dönemde, şehir halkı arasında adaletli,
dürüst ve halkla iç içe bir yönetici olarak tanınmıştır. Fakat tüm bu zahirî
başarılar, onun iç dünyasında gittikçe büyüyen bir mânevî eksiklik hissini
bastıramamıştır. Yükseldiği bu dışsal makamlar, gönlünde tam bir tatmin
oluşturamamış; aksine onu, ruhsal bir derinlik arayışına itmiştir.
Hüdâyî'nin, ilmin
sınırlarında bir doyumsuzluk hissederek mânevî bir arayışa girmesi, onun
tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Mânevî bir arayışa girmesi, onun
tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Bu arayış, onu Üftâde dergâhına
getirir.
Hüdâyî'nin Üftâde ile İlk
Karşılaşması ve Terbiye Süreci
– Efendim, size intisap
etmek isterim. Bu yolda yürümek arzusundayım.
Üftâde Hazretleri bir
süre sessiz kalır. Bakışları derindir, söze gerek bırakmaz:
– Senin zahir ilmin
çoktur evladım. Ama bu kapının eşiği, yükseklerden geleni ezer. Bu eşiği geçmek
isteyen, nefsini terk etmelidir.
– Emrinize amadeyim
efendim.
– O vakit, yarından
itibaren ciğer satacaksın. Cübbeni, sarığını çıkar. Kadı Mahmud değil, derviş Mahmud olacaksın.
Bu sözlerle başlayan
terbiye süreci, Hüdâyî'nin mânevî dönüşümünün mihenk taşı olur. Üftâde
Hazretleri, Hüdâyî'yi hemen kabul etmemiş; aksine onu nefs terbiyesinden
geçmesi için pazarda ciğer satmakla görevlendirmiştir. Bu olay, menkıbevî
kaynaklarda detaylı şekilde anlatılmakta olup, tarihsel bir hakikatten öte
sembolik bir derinlik taşır. Ciğer satmak, bir Osmanlı kadısı için sadece bir
sosyal konum kaybı olmayıp; aynı zamanda nefsin gururdan, makamdan, kimlikten
soyundurulmasını ifade eder. Üftâde'nin bu tavrı, onun derviş yetiştirme
anlayışının da bir özetidir: öğreten bir rehber yerine, terbiye eden bir öncü.
Bu süreçte Hüdâyî, zahir
ilimle yükseldiği yerden, batın şuura doğru inmeye başlamıştır. Cübbesini,
sarığını, makamını bir kenara bırakarak pazarda ciğer satar; halktan görmezden
gelmeyi, hor görülmeyi, alay edilmeyi tecrübe eder. Bu süreçte, ‘‘hal ile
öğretme’’ esasını benimsemiş olan Üftâde'nin sözden çok halle kurduğu rabıta,
Hüdâyî'de derin izler bırakmıştır.
Seyr u sülûk süreci
sonunda Hüdâyî, Üftâde'den hilâfet alarak irşad vazifesiyle
görevlendirilmiştir. Bu noktadan sonra, Celvetiyye tarikatını sistemleştirip
İstanbul'a taşımış, Osmanlı padişahları da dâhil olmak üzere binlerce kişiyi
etkileyen bir mânevî lider olmuştur. Ancak o, Üftâde'yi daima hâtırlamış, ciğer
satarken kazandığı mahviyeti asla unutmamıştır.
Bu nedenle, Üftâde ile
Hüdâyî arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde bir silsile bağından öte;
bir ruh inşaatının, mütevazı bir ağacın gövdeye ve meyveye dönüşmesinin
hikâyesidir. Bu ilişki, bugün dahi tasavvuf eğitiminde nefs terbiyesi,
teslimiyet ve hizmetin anlamını kavramak için önemli bir örnek olarak anılır.
Tasavvuf: İslam’ın içsel ve mistik yönünü esas alan, kalp eğitimi ve manevî arınma temelli bir düşünce sistemidir.
Mürşid: Tasavvuf yolunda rehberlik eden, müride yol gösteren manevi eğitmen.
Mürit: Bir mürşide bağlanarak tasavvuf yoluna giren, nefis terbiyesiyle ilerleyen kişi.
Mânevî intikal: Ruhsal ya da manevi bilginin, halin ya da terbiyenin mürşitten müride geçişi.
İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin hikmet bilgisi; sezgisel ve ruhsal anlayış.
Zahirî: Dışa dönük, görünen, şekilsel olan; ilmin veya varlığın dış yüzü.
Batınî: İçsel, derunî olan; hakikatin iç yüzüne dair olan anlam katmanı.
Mutasavvıf: Tasavvufla ilgilenen, bu yolda ruhsal gelişim yaşamış kişi.
Medrese: Geleneksel İslam eğitimi verilen öğretim kurumu.
Fıkıh: İslam hukukunu ve günlük hayattaki uygulamalarını konu alan ilim dalı.
Hadis: Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarını içeren rivayetler.
Tefsir: Kur’an ayetlerinin anlamını açıklama ve yorumlama ilmi.
Kelam: İslam inanç esaslarını akıl yoluyla açıklama ve savunma disiplini.
Müderris: Medreselerde ders veren, klasik anlamda öğretim görevlisi.
Kadılık: Osmanlı’da hem yargı hem de yönetsel sorumlulukları olan hukuk makamı.
Feragat: Bir şeyden, özellikle makam veya haktan, kendi isteğiyle vazgeçme.
İnziva: Dünya ile irtibatı keserek yalnızlığa çekilme ve içe dönük tefekküre yönelme hali.
Sükût: Susma, sessizlik hali. Tasavvufta iç dinlemeye yöneliş olarak da yorumlanır.
Fakr: Gönüllü yoksulluk; dünyaya bağlanmadan yaşama anlayışı.
Seyr u sülûk: Müridin, tasavvufî eğitimi süresince geçirdiği manevî ilerleme ve yolculuk süreci.
Hilâfet: Mürşidin, tasavvuf yolunu devam ettirmesi için bir müride yetki vermesi.
İrşad: Doğru yolu gösterme, manevi rehberlik etme.
Rabıta: Mürşid ile kurulan manevi gönül bağı; ruhsal bağlantı kurma hali.
Mahviyet: Yokluk, hiçlik; kişinin benlik iddiasından sıyrılması, tevazu içinde yaşaması.
Celvetiyye Tarikatı: Üftâde Mehmed Efendi tarafından kurulan, Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından yaygınlaştırılan tasavvuf yolu.
Menkıbevî: Tasavvuf büyüklerinin hayatında geçen, öğretici nitelik taşıyan, sözlü gelenekten aktarılan kıssalar ve hikâyeler.