Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu
Proust, Yakalanan Zaman'da Gilbert'e şöyle der: Beni genç kızlarla tanıştırmanı isteyebilirim senden, ama mümkünse bu genç kızlar Albertine gibi yoksul olsun, ben onlara hediye alayım ve onlar da bana acı çektirsin. Bu cümle, ilk bakışta kaprisli bir zengin fantezisi gibi görülebilir. Oysa burada anlatıcının sevgiyle acıyı, merhametle tahakkümü, vermekle mahkûm olma arzusunu iç içe geçirdiği bir çözülme vardır.
Yoksul olsunlar isteği, ekonomik sınıf farkından öte, bir duygusal dinamizmi kurmak içindir. Hediye vermek, sevgiyi sunmak; bağlanmanın, borç yaratmanın bir aracıdır. Hediyelerle anlatıcı, kızın hayatında yer edinir, bir gölge gibi varlığını duyurur ama onu özgür bırakmaz. Fakat paradoks buradadır: O, tam da o özgür bırakmamanın sonucunda, yani bağlandığı kızın ona acı çektirmesiyle sevdadır. Acı, bağın kanıtı olur.
Bu anlamda, anlatıcı acıyı satın alır. Hediye bir ödeme, acı bir teslim alma anıdır. Ama bu ticaret; bir ruhsal denge ve bir kefaret arzusudur. Zenginliğinin, sınıfsal farkın, hatta sevgisinin fazlalığını hisseden anlatıcı, bu dengesizliğin bedelini bilinçli olarak çekmek ister. Bu, bir nevi ahlaki öz-anlayışla iç içe geçmiş mazoşizmdir.
Ancak anlatıcının bu mazoşizmi masum değildir. Sevdiği kadına verdiği hediyelerin altında, onun davranışlarını şekillendirme arzusu yatar. Sana verdim; şimdi seni sevmek, seni beklemek, seni kıskanmak hakkım demek istiyordur. Sevgi, verildikten sonra onun içine doğru kapanır; acı ise, geri kalan her şeyi harekete geçirir.
Proust'un bu sözü şu sorunun da izini sürer: Birine iyilik yaptığımızda, ondan kötülük görmek bizi daha çok incitir mi? Yoksa zaten incinmeye razı mıydık, bunu baştan istedik mi?
Aşkta adalet yoktur, ama belki de bu adaletsizliğin kefareti vardır: çekilen acı. Proust'un hediyeleri, bu acıyı hak etmenin yollarından sadece biridir. Ve o acı da, aşk kadar gerçektir.