26 Haziran 2025 Perşembe

Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley




Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley

Yapay Cennetin Karanlığı: Cesur Yeni Dünya’da Birey, Sistem ve Ruhun Çöküşü

Aldous Huxley’nin 1932 yılında kaleme aldığı Cesur Yeni Dünya, insanoğlunun teknolojik ilerleme ve bilimsel gelişmelerle kendine ütopya yaratmaya çalışırken, aslında nasıl bir distopya inşa ettiğini gözler önüne seren çarpıcı bir romandır. Kitap, bireyselliğin yok sayıldığı, özgürlüğün mutluluk adına feda edildiği, duyguların ve düşüncelerin sistemli bir biçimde bastırıldığı bir geleceği tasvir eder. İnsanlar artık birer mühendislik projesi olarak ‘‘kuluçka’’ merkezlerinde doğar; annelik, babalık, doğum gibi kavramlar neredeyse ahlaksızlıkla eş değer görülür. Bu toplumda bireyler, daha doğmadan önce hangi sosyal sınıfa (Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon) ait olacaklarına göre genetik olarak tasarlanır ve bu sınıfa uygun düşünce kalıplarına göre şartlandırılır.

İnsanlar düşünmez, sorgulamaz, üretmezler; onlar için önemli olan sadece ‘‘iyi hissetmek’’tir. Bu yapay mutluluğu sağlamak için cinsellik rastlantısal ve denetim altındadır, mutsuzluk hissettiklerinde ise onları hemen uyuşturan ve hiçbir yan etkisi olmayan ‘‘soma’’ adlı ilaç devreye girer. Sanat, felsefe, din, aile ve aşk gibi kavramlar ortadan kaldırılmış; insanlık tarihinin derinliğini yansıtan her şey birer tehlike unsuru olarak sistem dışına itilmiştir. Toplumun istikrarı uğruna bireysellikten ve duygulardan vazgeçilmiş, insanların ‘‘insan olma’’ halleri yok edilmiştir. Ancak tüm bu kusursuzluğun içinde, sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmış ve ruhları bu yapay cennetle uyum sağlayamayan bazı karakterler vardır ki, onlar aracılığıyla Huxley bizlere bu yeni dünyanın ne denli korkunç ve acımasız olduğunu anlatır.

Bernard Marx

Bernard Marx, Alfa sınıfına mensup olmasına rağmen, fiziksel olarak diğer Alfalar kadar güçlü ve gösterişli değildir; bu nedenle kendi sınıfında dışlanan, alaya alınan bir figürdür. Bu fiziksel farklılık, onun toplumun yapay mutluluğunu ve şartlandırmalarını sorgulamasına neden olur. Sürekli olarak içsel bir yabancılık hissi yaşayan Bernard, sistemin sağladığı hazlara tam olarak adapte olamaz; insanların sürekli mutluluk içinde yaşıyor görünmelerine karşın, bu mutluluğun sahte olduğunu ve insanların düşünmeden, sorgulamadan yaşadıklarını fark eder. Ancak Bernard’ın bu karşı duruşu, dışlanmışlığının ve tatmin olamayan egosunun sonucudur. Yine de o, düzenin çatlaklarını fark eden ilk karakterlerden biridir.

Lenina Crowne

Lenina, Beta sınıfına mensup, toplumun normlarına tamamen uyum sağlamış, dış görünüşüyle beğeni toplayan ve sistemin kendisinden beklediği rolleri sorgulamadan kabul eden bir kadındır. Bernard’a olan ilgisi, onun farklılığına duyduğu hayranlıktan kaynaklanır; ancak Bernard’ın sorgulayıcı ve duygusal yapısı karşısında çoğu zaman kafası karışır. Lenina, sistemin ‘‘mutlu ol, düşünme’’ mantığına bağlı kaldığı sürece huzurludur; fakat John’un ortaya çıkışı ve onunla olan ilişkisi, iç dünyasında daha önce deneyimlemediği duyguların doğmasına sebep olur. Bu durum, Lenina’nın temsil ettiği yüzeysel mutluluk ile insan olmanın derin karmaşası arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.

John (Vahşi)

John, romanın en trajik ve en derinlikli karakteridir. Doğal yollarla dünyaya gelmiş, annesiyle birlikte ‘‘Vahşi Rezervasyonu’’ adı verilen, modern uygarlığın dışında kalan bir bölgede büyümüştür. Annesinden öğrendiği uygarlık bilgileri ile yerlilerin dünyası arasında sıkışmış bir hayat sürer. John, uygarlığa getirildiğinde, onun değer verdiği her şeyin sistemli biçimde ortadan kaldırıldığını görür, büyük bir kültürel ve psikolojik yıkım yaşar. Onun varoluşsal isyanı, sistemin yapay düzenine karşı gerçek insanlığın ve bireysel iradenin bir haykırışıdır. Ancak bu haykırış, sonunda onun trajik sonunu hazırlar.

Helmholtz Watson

Her ne kadar dışarıdan bakıldığında Alfa kastına mensup, toplumun ideal birey modeline uygun, fiziksel olarak çekici ve entelektüel açıdan üstün bir iletişim mühendisi olarak görülse de, iç dünyasında bu sistematik mükemmelliğin huzur getirmediği, ruhunu sıkan ve kısıtlayan bir boşlukla yüzleşmektedir. Resmî görevi, Duygu Mühendisliği Bölümünde toplumun istikrarını ve yüzeysel mutluluğunu sürdürmeye yönelik propaganda metinleri, sloganlar ve şiirsel dizeler üretmektir; ancak bu yaratım süreci, sanatın ve edebiyatın gerçek anlamıyla bağdaşmayan, içi boş, yapay ve mekanik bir üretimden ibarettir.

Mustapha Mond

Mustapha Mond, Dünya Denetçileri’nden biridir ve sistemin koruyucusu konumundadır. Eskiden bir bilim insanı olan Mond, özgürlüğü ve bilimi seçmek yerine sistemi ve iktidarı tercih etmiştir. O, bireysel özgürlüğün toplumun istikrarını tehdit ettiğine inanır ve bu nedenle sanatın, bilimin ve dinin bastırılmasını savunur. Mond’un en çarpıcı yönü, sistemin kusurlarını çok iyi bilmesine rağmen onun içinde yer almayı bilinçli olarak seçmesidir. John ile yaptığı diyaloglar, romanın felsefi doruk noktalarından birini oluşturur; çünkü bu konuşmalar, özgürlük ile mutluluk, gerçek ile illüzyon, birey ile toplum arasında süregelen kadim çelişkinin merkezine iner.

John:

John, yeni dünyaya uyum sağlayamayınca sistemden uzaklaşmak ister ve bir ışıldayan fener kulesine yakın, terkedilmiş bir kırsal kulübeye çekilerek inzivaya girer. Burada kendi ahlaki değerlerine uygun bir yaşam sürmeye çalışır; doğayla iç içe yaşar, kendini cezalandırarak arınmak ister, dua eder, oruç tutar, hatta kamçıyla kendini döver. Bu yaşamı, temizlenme ve özünü kurtarma arayışıdır.

Ancak medya bu durumu fark eder. Onun yalnızlığı, kısa sürede toplumun eğlence nesnesine dönüşür. Helikopterlerle insanlar kulübenin çevresine toplanır, onun yaşamını izler, onun ıstırabından haz alır. Lenina’nın gelmesiyle John’un bastırdığı duygular ve arayış kırılır; duygusal bir patlama yaşar, önce bir şiddet nöbeti geçirir, sonra ise yoğun bir suçluluk duygusuna kapılır.

Ertesi sabah, John’un cesedi, kulübenin içinde, tavana asılı halde bulunur. Kendini iple asarak intihar etmiştir. Huxley bu sahneyi dramatize etmeden, ama ağır bir çöküş hissiyle verir: Toplum, onu önce egzotik bir vahşi olarak sergilemiş, sonra onun trajedisini gözler önünde tüketmiştir. John’un kendini asması, insanlığın bu yeni dünyada artık yaşanamayacağını, ruhun bu sistemde nefes alamayacağını haykırır adeta.

Uygarlığın dışındaki Vahşi Rezervasyonunda doğmuş ve orada büyümüş olan John, annesi Linda’dan öğrendiği uygarlık hikâyeleriyle kendine bir ahlaki ve duygusal bir evren kurmuştur. Bu evren, doğrudan duyguların yaşandığı, aşkın ve acının bir arada hissedildiği, anlamın arandığı bir dünyadır. Ancak John, uygarlığa getirildiğinde, buradaki insanların sürekli bir mutluluk hâli içinde yaşamalarının ardında ne denli derin bir ruhsuzluk, yüzeysellik ve şartlandırma olduğunu fark eder. Gerçek aşk, özgürlük, bireysellik gibi değerlerin yerini cinselliğin araçsallaştığı, duyguların bastırıldığı ve uyuşturucu somayla kontrol edilen bir düzene bırakmıştır.

İçine düştüğü bu yapay dünya John'u hem ahlaki hem de varoluşsal anlamda bir uçuruma sürükler. Toplumun değerlerini benimseyemez; fakat onları değiştirecek gücü de yoktur. Kendi inançları doğrultusunda sisteme karşı direnmeye çalışır, inzivaya çekilir, bir kulübede yaşamaya başlar, bedeniyle kefaret ödemek istercesine kendini cezalandırır, acı çekerek arınmaya çalışır. Ancak bu acıdan arınma çabası da medyanın ve halkın eğlence nesnesi hâline gelir. Onun acısı bile artık sistem için bir gösteridir.

Romanın sonunda John, dayanamayıp intihar eder. Kendi değerlerini, ahlakını, duygularını ve insanlığını korumak adına çıktığı yolda, bu değerlerin bu yeni dünyada yer bulamadığını ve toplumun onun ruhsal derinliğine tahammül edemediğini görür. İpi kendi elleriyle boynuna geçirmesi, Huxley’nin insanlık değerlerinin tamamen silindiği bir geleceğe dair yaptığı karanlık uyarının zirve noktasıdır.

 

 

 

21 Haziran 2025 Cumartesi

Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

 


Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

Uludağ’ın eteklerinde, Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı bir köy düşünün. Eski taş yolların kıvrılarak ulaştığı, çam ve kestane ağaçlarıyla çevrili küçük bir yerleşim burası. Bugün Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıda, geçmişte ise yalnızca keçi yollarıyla varılan bu köy, Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahiptir. Çünkü burası, Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden doğan Feride’nin Anadolu’daki ilk durağıdır. Romanın ve gerçek tarihin sayfalarında da bu köyün bir izi vardır.

Zeyniler, 19. yüzyılda Bursa’ya göç eden Ahıska Türkleri tarafından kurulmuştur. Ancak köyün adı daha da eskilere dayanır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde bu çevrede faaliyet gösteren Zeyniye Tarikatı’nın adı köye yansımıştır. Bu manevi hisler ve doğayla iç içe hâl, belki de Feride karakterine ruh kazandıran arka planı oluşturur.

Reşat Nuri Güntekin’in yolu Zeyniler’e 1917’de düşer. O yıllarda Bursa Erkek Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atanmış, aynı zamanda Işıklar Askerî Lisesi’nde de ders vermektedir. Gençtir, içinde kıpır kıpır bir gözlem isteği taşır. Kâh tiyatroya gider, kâh Bursa sokaklarını dolaşır. Derken bir gün, köyün üst taraflarında, halkın ‘‘Seyir Tepe’’ dediği yere varır. Elinde bir defter, gözünde uzaklara dalmış bir bakışla, çevredeki çocukların ilgisini çeker. Onların arasında ise biri farklıdır: Yedi sekiz yaşlarında, çevik, hazır cevap, dikkatli bir kız çocuğu. Adı Feride Özkaya’dır.

Reşat Nuri, onu bir ağaca tırmanmış hâlde görünce seslenir: “Çalıkuşu, düşeceksin, in aşağı.” Ve belki o an, edebiyatımızda Feride’nin ilk kıvılcımı çakar.

Bu karşılaşmanın gerçekliği, Feride Özkaya’nın yeğeninin yıllar sonra yaptığı anlatımla ortaya çıkar. Elbette Çalıkuşu karakteri yalnızca bu çocuğa indirgenemez; Feride, çok sayıda gözlem, duygu ve hayalin birleşiminden doğar. Ancak Zeyniler Köyü, bu hayalin ete kemiğe büründüğü yerdir. Romanın Feride’si, öğretmen olarak ilk tayinini bu köye alır. Okulsuz, yolsuz, yabancılara kapalı bir dağ köyünde, İstanbul terbiyesiyle yetişmiş bir genç kadının ayakta kalma çabası başlar. Feride’nin direnci, idealizmi ve yalnızlığı burada billurlaşır.

Zeyniler, romanda uzun bir bölümde anlatılmaz, fakat karakterin ruhsal çatısının örüldüğü en somut mekândır. Feride, burada şehirli yanıyla köylü gerçeklik arasında sıkışır. Ne tamamen dışlanır, ne tam anlamıyla kabul edilir. Öğretmenlik yaptığı kısa süre içinde bu yabancı coğrafyayla arasına bir bağ kurar, yalnız hayat onu başka yerlere sürükleyecektir.

Zeyniler bugün küçük bir mahalle olarak yaşamını sürdürüyor. Ancak tabelalarda hâlâ ‘‘Çalıkuşu Köyü’’ olarak anılır. Reşat Nuri’nin bıraktığı bu iz, yalnızca romanla sınırlı kalmamış, Bursa’nın kültürel kimliğine de sinmiştir.


Bir Kültürel Sembol Olarak Feride

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanındaki Feride karakteri, Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet döneminde kadına biçilen rolleri hem taşıyan hem de bu rolleri aşmaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkar. Fransız mürebbiyelerle yetişmiş, şehirli, eğitimli, kültürlü bir kadın profili sunar. Aynı zamanda toplumsal geleneklerle, aile baskısıyla ve aşk ile meslek arasındaki çatışmalarla da mücadele eder. Bu çelişkili yapı, onu kültürel bir sembol hâline getirir. Kadınların Feride’yle özdeşleşmesi bu noktada anlam kazanır. Çünkü Feride hem tarihsel bağlamda modern kadın fikrinin bir yansımasıdır hem de bireysel seçimlerinin sorumluluğunu üstlenen bir karakter olarak dönemin kadın okurları üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Çalıkuşu lakabı ise doğrudan doğayla ilişkilidir. Bu isim; sürekli hareket hâlinde olan küçük bir kuştan gelir. Bu kuşun adı, dönemin halk anlatılarında da geçer ve genellikle özgürlüğüne düşkün, ele avuca sığmaz kişilikler için kullanılır. Feride’ye bu ismin verilmesi, onun toplumsal kalıplara uymayan mizacını anlatmak için kültürel olarak oldukça yerindedir.

İlginç olan ise, bu karakterle yalnızca kadınların değil, erkeklerin de zaman zaman özdeşleşmesidir. Bu durum ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de, aslında oldukça yapıcı ve kültürel açıdan dikkat çekici bir özelliktir. Erkeklerin Çalıkuşu kimliğini benimsemeleri, kalıplaşmış erkeklik normlarının dışında bir hassasiyet geliştirdiklerini gösterir. Bu hassasiyet, eril iktidar anlayışına yaslanmadan da güçlü olunabileceğini düşünen, bireysel duruşa değer veren bir bakış açısına işaret eder.

Toplumun uzun süre erkeklere yüklediği güçlü, duygusuz, kararlı ve sessiz kalıpları, Çalıkuşu’nda kendini gören erkekler kırmış olur. Onlar için Feride’nin içsel çatışmaları, kararsızlıkları, duygularını bastırmadan yaşayabilmesi bir örnek teşkil eder. Bu özdeşleşme, kültürel kodlarla da hesaplaştığını gösterir.

Bu anlamda Feride’yle özdeşleşen erkek figürü, bireyci, özgürlükçü ve hassas bir duruşun temsilcisi olarak okunabilir. Çalıkuşu ismi onlar için bir lakaptan öte, alternatif bir yaşam tarzının, farklı bir kişilik yapısının sembolüne dönüşür. Bu da hem edebiyatın gücünü hem de toplumsal dönüşümün birey üzerindeki etkisini ortaya koyar.







Zeyniler Köyünün Tarihi

Zeyniler, Bursa’nın doğusunda, Uludağ’ın eteklerine yaslanmış eski bir yerleşim yeridir. Bugün idari olarak Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalle statüsünde olsa da, geçmişte köy niteliği taşıyan bu yerleşim, hem doğal yapısı hem de tarihsel izleriyle dikkat çeker.

Köyün adı, Zeyniyye Tarikatı ile bağlantılıdır. Bu tarikat, 14. yüzyılda yaşamış olan Zeynüddin Hafi’nin kurduğu, tasavvufi çizgisi Halvetiyye ile benzerlik taşıyan bir yapıya sahiptir. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren özellikle Batı Anadolu’da ve Bursa civarında etkili olmuştur. Zeyniler adı da büyük olasılıkla bu tarikata mensup dervişlerin ya da müritlerin bu bölgede yerleşik hâle gelmesiyle anılmaya başlanmıştır. Böylece köyün adı, dini ve kültürel bir geçmişin taşıyıcısı olmuştur.

Zeyniler’in bugün yaşayan halkının önemli bir kısmı Ahıska Türkleri’dir. Ahıska Türkleri, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın Kafkasya’ya yönelik baskıcı politikaları sonucunda Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göç dalgasının bir bölümü de Bursa’ya ulaşmış, yerleşim için Uludağ’ın eteklerinde stratejik ve tarıma elverişli yerler tercih edilmiştir. Zeyniler de bu tercihlerden biridir. Ahıska Türkleri burada hem tarım ve hayvancılıkla uğraşmış, hem de kültürel geleneklerini yaşatarak köyün sosyal dokusunu oluşturmuştur.

Köy, uzun yıllar boyunca dışa kapalı, doğayla uyumlu bir yaşam sürmüştür. Geçmişte ulaşım zordur, yollar dardır. Ancak bu zorluklar, köyün kendi içine dönük kültürel yapısını güçlendirmiştir. Aile bağları kuvvetli, komşuluk ilişkileri sıkıdır. Düğünler, bayramlar, cemiyetler geleneksel Ahıska örflerine uygun biçimde sürdürülmüştür. Bugün bile Zeyniler’de halkın bir kısmı bu gelenekleri yaşatmaya devam eder.

Cumhuriyet döneminde köy, eğitimle ve okulla daha sıkı ilişki kurmaya başlamıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarında Bursa ile bağlantı yollarının iyileşmesiyle birlikte şehirle daha yakın bir ilişki kurulmuştur. Ancak yine de Zeyniler, Uludağ’ın doğasına yaslanmış, dinginliğini ve içtenliğini koruyan nadir yerlerden biri olmaya devam etmektedir.

 






20 Haziran 2025 Cuma

Tüfek, Mikrop ve Çelik - Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar



Tüfek, Mikrop ve Çelik / Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar

Kitap okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemeyi alışkanlık hâline getirdim. Bu bazen sadece bir kurşun kalemle bıraktığım küçük bir nokta olur, bazen de elimin altında varsa renkli, şeffaf not kâğıtlarından biriyle sayfaya bir iz bırakırım. Okuduklarım arasında kendime ait olanı ayırmak, dönüp tekrar bakabilmek, düşündüklerimi o satırlara geri çağırabilmek için yaparım bunu. Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını bitirdikten sonra da elim yine o sayfalara döndü. Kitabın içinde dolaştım, sayfa kenarlarına bıraktığım işaretleri takip ettim. Kendime şu soruyu sordum: ‘‘Bu kitabı okuduktan sonra bende ne kaldı?’’

Yanıtı hemen bulmadım. Ama bir sayfaya gözüm ilişti. Anlatılanlar çok tanıdık gelmişti. Belki pek çok kişi tarafından bilinen bir tarihsel olaydı ama ben yine de buraya yazmak istedim. Çünkü bu anlatının içinde öyle bir kesit vardı ki, bana kalırsa insanlık tarihinin tüm yükünü bir anın içine sığdırmış gibiydi.

Yazar, Amerika kıtasındaki ilk insanların Asya’dan yola çıkarak zamanla Sibirya, Bering Boğazı ve Alaska üzerinden MÖ 11.000 yılı civarında ya da bu tarihten daha önce gelmiş olabileceklerinden söz ediyor. Haritayı açtım, Bering Boğazı’nı buldum, gözümle takip ettim o olası yolu. Bu varsayımı ortaya atan insanların haksız olduğunu düşünmek zor geliyor. Olabilir diye geçirdim içimden. Sonra yazarın gözünden Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın insanlar arasında nasıl ayrıştığını, ne zaman ve nasıl karşılaştıklarını okumaya devam ettim.

Amerika kıtasına gelen bu ilk insanlar, güney yönüne inerek orada karmaşık tarım toplulukları kuruyorlar. Yani zaman içinde Eski Dünya’yla tamamen bağlantısı kesilmiş bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. Bu insanlar, yalıtılmış bir dünyada kendi ritimlerinde yaşarken, Eski Dünya’daki insanlarla olan ilk temas, yazarın belirttiğine göre avcı-toplayıcı topluluklar arasında gerçekleşiyor. Bu temaslardan biri, Güney Amerika’da yetişen tatlı patatesin okyanusu geçip Polinezya’ya ulaşmasıyla örnekleniyor.

Yeni Dünya halkının Avrupa insanlarıyla ilk karşılaşması ise MS 986 ile 1500 yılları arasında Grönland’a gelen İskandinavlarla sınırlı kalıyor. Ancak bu karşılaşma yerli halk üzerinde kalıcı bir değişim yaratmıyor. Oysa bundan sonra yaşanacak olan temas, tarihin yönünü değiştiren, büyük acılara sebep olan bir kırılma noktası olacak.

1492 yılı… Kristof Kolomb’un Karayip Adaları’na ayak bastığı o tarih. O zamanlarda bu adalarda yerli nüfus oldukça yoğundu. Fakat o gelişle birlikte hem kıtaya hem de insanlara başka bir anlam yüklenecekti. Kitabın içinde beni en çok sarsan, satır satır içime işleyen anlatı ise Pizarro ile Atauhalpa arasında geçen karşılaşma oldu. Burası artık sadece bir tarih bilgisi olmaktan çıkıp, yüzlerce yılın toplumsal uçurumunu gözler önüne seren bir sahneye dönüşüyor.

Atauhalpa, Yeni Dünya’da büyük bir devletin mutlak hükümdarı olarak karşımıza çıkıyor. Pizarro ise İspanya Kralı adına hareket eden bir kumandan. İkisi Cajamarca’da karşılaşıyor. Bu olayın bu kadar ayrıntılı bilinmesinin sebebi ise yaşananların İspanyollar tarafından kayda geçirilmiş olması. Pizarro’nun önderliğindeki İspanyollar yalnızca 168 kişiden oluşuyor. Atauhalpa’nın ise dağların eteklerine kurduğu büyük bir ordusu var. İspanyollar, yerli halkın kurduğu çadırları ve önlerinde yaktıkları ateşleri büyük bir yerleşim alanına benzetiyor. Kalabalıktan etkileniyorlar; hatta bazıları korkuyor, ürküyor.

Atauhalpa’dan bir haberci gelir. Hükümdar, tüm iyi niyetiyle Pizarro ile görüşmek istediğini bildirir. Bu, İspanyollar için bir fırsattır. Hemen plan yaparlar: Askerlerin bir kısmı meydana bakan küçük bir kalede saklanır. Diğerleri pusu kurar.

Atauhalpa, yanında halkıyla birlikte görüşmeye gelirken kimse bir saldırı beklememektedir. Çünkü yerliler hükümdarlarına güvenmektedir. Onun yanından ayrılmayan insanlar yolları otlardan temizleyerek yürürler. Atauhalpa, sekiz kişinin omuzladığı, altın ve gümüşlerle süslenmiş bir tahtırevan üzerinde ilerlemektedir. Boynunda zümrüt taşlardan bir kolye, başında altın bir taç vardır. Görkemi göz alıcıdır. İspanyollar altınların, değerli taşların çokluğundan büyülenir. Hayatlarında bu kadar ziynet eşyasını bir arada hiç görmemişlerdir. O kadar etkilenirler ki, içlerinden bazıları korkudan tuhaf tepkiler verir.

Vali Pizarro, rahip Vicente de Valverde’yi önden yollar. Rahip bir elinde haç, diğerinde kutsal kitapla Atauhalpa’ya yaklaşır. Ona Tanrı’nın dinine inanmasını, İspanya Kralı'nın buyruğunu kabul etmesini teklif eder. Atauhalpa kutsal kitaba bakmak ister, eline alır. Ne olduğunu tam anlayamaz. İlk önce kitabı açamaz, sonra açtığında ne yapması gerektiğini bilmediği için kenara fırlatır. Bu davranışı İspanyollar, kendi dinlerine yapılmış bir hakaret gibi algılar.

Ve işaret verilmiş olur. Borular çalmaya başlar, tüfekler ateşlenir, atların başındaki çıngıraklar çalınır, savaş naraları yükselir. Yerliler silahsızdır, hiçbir hazırlıkları yoktur. Panik başlar. Kalabalık kaçışır. Birbirlerini ezerek yere düşerler. Hayatta kalabilenler vurulur. Ve Atauhalpa esir alınır.

Pizarro, onu serbest bırakmak için bir fidye ister. Altınlarla doldurulacak büyüklükte bir oda ister. Bu oda, beş metre eninde, yedi metre boyunda, iki buçuk metre yüksekliğindedir. Yerliler bu fidyeyi getirir. Fakat Atauhalpa serbest bırakılmaz. Daha sonra öldürülür.

Bu olay yalnızca bir esaret ve ölüm öyküsü değildir. Kitabın bütününe yayılan temel sorgulamanın bir örneğidir aslında. Çünkü burada yaşanan, yalnızca bir uygarlığın diğerine üstün gelmesi meselesi olarak okunamaz. Bu, tarihin içinde biriken adaletsizliklerin, coğrafyanın, teknolojinin ve bilginin farklı toplumlara sağladığı olanakların sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yazar kitabının başında, Yeni Gine’de bir siyasetçi olan Yali’nin sorusunu aktarır: “Beyazların bu kadar çok kargosu varken, bizim neden yok?” Kargo, Batı’dan gelen eşyaları, malları temsil eden bir sözcüktür. Ama bu soru yalnızca eşya üzerine değildir. Arkasında uzun bir tarihsel zincir, birikmiş bir eşitsizlik vardır.

Diamond kitabı boyunca bu soruya cevap arar. Coğrafyanın, hayvanların evcilleştirilmesinin, tarımsal üretimin, yazının, mikropların ve toplumsal yapıların uygarlıklar üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlatır. Toplumların gelişmesi, sadece bireysel zekâ ya da irade ile açıklanamaz. Her icat, daha önce yapılan bir başka icadın ya da fikrin devamıdır. Bu nedenle tarih boyunca bilgi, güç ve teknoloji birikimi bazı bölgelerde daha kolay oluşmuştur.

Benim için bu kitap yalnızca tarihsel bilgiler sunan bir metin olmadı. Aynı zamanda insanlık tarihine başka bir gözle bakabilmemi sağladı. Coğrafyanın kader hâline geldiği, fırsatların eşit dağılmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı. Bugün elimizde tuttuğumuz birçok şeyin, belki de binlerce yıl önce tohumları atılmış bir zincirin son halkası olduğunu gördüm.

Okudukça düşündüm. Düşündükçe kendi yerimi, geçmişimi ve çevremi daha farklı değerlendirmeye başladım. Kitabı bitirdiğimde elimde yalnızca işaretlenmiş sayfalar yoktu; zihnimde büyüyen bir sorgulama vardı.

Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

 


Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

Marcel Proust (1871–1922), belleğin doğasını, zamanın çözülüşünü ve bireyin içsel evrenini eşsiz bir titizlikle ele alan Fransız yazardır. Tüm hayatını bu seriye adamış, ölümünden önce ilk birkaç cildi yayımlamış, kalanları ölümünden sonra yayımlanmıştır. Anlatı, otobiyografik kırılmalarla örülür; Proust’un kendi hayatından yola çıkarak kurguladığı anlatıcı karakteri, zamanın katmanlarını aşarak geçmişi yeniden kurar.

Proust’un anlatımı, bireyin hafıza aracılığıyla geçmişle kurduğu ilişkiyi romanın ana yapısı haline getirir. Kitabın merkezinde, zamanın mutlak çizgiselliği yer almaz; aksine, belleğin devinimiyle zaman yeniden şekillenir, akış bozulur, içsel dünyada yankılanarak çok katmanlı bir şiirselliğe dönüşür.

 

1. Swann’ların Tarafı

İlk ciltte çocukluk, duyumsal deneyim ve belleğin kapıları açılır. Anlatıcının Combray kasabasındaki çocukluk anıları, bir madeleine kurabiyesinin çaya batırılmasıyla geri çağrılır. Bu sahne, edebiyat tarihinin en unutulmaz bellek anlarından biri olarak öne çıkar.

Kitabın ikinci bölümünde, Charles Swann’ın Odette de Crécy ile olan tutkulu ve aşağılayıcı ilişkisi anlatılır. Swann, burjuva dünyasının kültürel düşkünlüğüyle aristokrat geçmişi arasında sıkışmış bir figürdür. Aşkı, saplantıya dönüşür. Bu aşk, toplumsal sınıflar, estetik düşkünlük ve içsel kırılganlıklarla örülüdür.

2. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Bu ciltte anlatıcı Paris ve Balbec’teki yaşamıyla birlikte ergenlikten gençliğe geçer. Sanatçı duyarlılığı ve estetik algısı gelişir. Ressam Elstir ve genç kızlardan oluşan bir topluluk –özellikle Albertine– bu cildin merkezindedir.

Burada zaman yalnızca anlatıcının geçmişi değildir; büyüme, özlem ve güzelliğin geçiciliğiyle örülü yeni bir boyuttur. Anlatıcının duygusal arayışları, toplumsal yapılarla ve sınıfsal geçişlerle harmanlanır. Balbec otelindeki yaz atmosferi, hem mekânsal hem duygusal olarak derin bir dönüşüm alanı oluşturur.

3. Guermantes Tarafı

Paris aristokrasisinin simgesi olan Guermantes ailesi, bu cildin ana figürüdür. Anlatıcı, yüksek sosyetenin yüzeysel gösterişiyle içi boş yapısını gözlemler. Burada toplumsal gözlem ve ironik mesafe ön plana çıkar.

Anlatıcının büyükannesi bu ciltte ölür ve ölüm, anlatının felsefi bir derinlik kazanmasına neden olur. Belleğin dönüşümleri, artık geçmişi hatırlanarak kaybın tanıklığına dönüşür. Guermantes salonları, estetik duyarlık ve yapaylık arasında sıkışan bir dünyanın aynasıdır.

4. Sodom ve Gomorra

Toplumsal yüzeyin altındaki cinsel kimlikler, bu ciltte büyük bir cesaretle ele alınır. Baron de Charlus’un eşcinselliği, toplumun iki yüzlü değer yargılarıyla çarpışır. Anlatıcı, aşkı, arzuyu ve gizlenmiş hayatları gözlemler.

Albertine ile olan ilişki, giderek daha karmaşık ve sahiplenici hale gelir. Bu cilt, bireysel bir arayışı ve zamanda ahlaki bir sorgulamayı, bastırılmış arzuların toplum içinde nasıl biçimlendiğini tartışır. Proust, burada bir gözlemci kimliğiyle çözümleyici bir düşünür olarak karşımıza çıkar.

5. Mahpus

Anlatıcı Albertine’i evinde tutar; bu durum, aşkın, korkunun ve kontrolün tezahürüdür. Bu cilt, varlıkla yokluk arasındaki duygusal esareti ele alır. Albertine evin içinde olsa da ulaşılmazdır.

Anlatıcının içsel monologları yoğunlaşır. Kıskançlık, belleğin dağınıklığı ve gerçekliğin parçalanışı anlatının ana eksenini oluşturur. Bu bölümde Albertine’i, anlatıcının nasıl inşa ettiği ön plana çıkar. Aşk artık bir deneyim olmaktan çıkıp, zihinsel bir kurguya dönüşür.

6. Albertine Kayıp

Albertine’in evden ayrılışı ve ölüm haberiyle anlatı daha soyut ve melankolik bir biçim alır. Anlatıcı hem kaybın yasını tutar hem de kaybettiği kişinin ne kadar gerçek olduğunu sorgular.

Belleğin yapıcılığı burada daha belirginleşir. Anlatıcı, Albertine’i yeniden yaratır, geçmişiyle oynar, onu hem idealize eder hem küçümser. Aşka yüklenen anlamdır bu cildin ana izleği. Sanatın, kaybı onarma gücü bu bölümde daha çok hissedilir.

7. Yakalanan Zaman

Son cilt, tüm anlatının felsefi çerçevesini sunar. Zaman, artık bir düşman ya da kayıp değildir; sanatla yakalanabilir bir şey haline gelir. Anlatıcı, belleğin ve yazının gücüyle zamanı ‘’yeniden bulur’’.

Bir davette karşılaştığı yaşlanmış dostlarıyla zamanın izlerini bedenlerde ve davranışlarda görür. Bu çürümüşlük karşısında edebiyat, tek kurtuluş alanı olarak belirir. Anlatıcı, artık anlatıyı yazmaya karar verir. Bu metin, yazılmakta olan Kayıp Zamanın İzindedir. Eser, kendi kendini tamamlayan bir halkaya dönüşür.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisi; zamanın, belleğin, arzunun ve sanatın varoluşsal bir çözümlemesidir. Serinin her cildi, insan deneyiminin farklı bir yönünü işlerken, sonunda hepsi tek bir hakikatte birleşir: Zaman, kaybedilmez; doğru bir bakışla ve sanatsal bir dille yeniden kurulur.

19 Haziran 2025 Perşembe

HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

 



HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

Hamidiye Ziraat Mektebi, 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid’in doğrudan himayesinde kurulduğunda bir teknik okul olarak toprağın devlet zihninde yeniden anlam kazandığı bir kalkınma projesinin parçasıydı. Tanzimat’tan sonra giderek ivme kazanan modernleşme çabaları içinde, tarımın ekonomik bir faaliyet alanı olarak sosyal düzenin temel taşı olduğu fikri güçlenmiştir. Sanayileşmenin geciktiği ve kırsal yapının egemenliğini koruduğu Osmanlı coğrafyasında, II. Abdülhamid, köylüyü modern bilgiyle buluşturarak hem üretkenliği artırmak hem de merkezi idareyi güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla kurulan ziraat mektepleri içinde Bursa’daki Hamidiye, hem sembolik hem de işlevsel anlamda merkezî bir yere sahiptir.

Bursa, payitaht ya da tarihsel katmanların birikimiyle öne çıkan bir şehir olarak, Osmanlı tarım kültürünün ve bağ-bahçe medeniyetinin kodlarını taşıyan bir coğrafyadır. Hamidiye Ziraat Mektebi'nin bu topraklarda inşa edilmesi, Yeşil Bursa'nın verimli toprakları, Uludağ’dan süzülen kaynak suları ve kadim bağcılık geleneği; bu okulun bir eğitim kurumu, tarım laboratuvarı, bir medeniyet okuluna dönüşmesini sağlamıştır. Mektebin geniş arazisi, uygulama bahçeleri, seraları ve hayvancılık alanları, bilgiyi toprağa temas ettiren bir eğitimin taşıyıcısı olmuştur.

Hamidiye Ziraat Mektebi’nin eğitim modeli, dönemin klasik medrese anlayışından oldukça farklıdır. Mektep; uygulamalı dersleri, gözleme dayalı öğrenme biçimi, arazi üstünde doğrudan yapılan tarımsal çalışmalarla pedagojik açıdan yenilikçi bir çizgi benimsemiştir. Öğrencilere tarım teknikleri, iklim, toprak analizi, bitki hastalıkları, hayvan bakımı gibi alanlarda temel bilimsel bilgiler de verilmiştir. Böylece ziraat, geleneksel köylü bilgisi olmaktan çıkıp sistematik, kayıt altına alınan ve analiz edilebilir bir bilgi alanına dönüşmüştür. Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde kurulan Ziraat Fakültelerinin temelini oluşturacak düşünsel birikimin habercisidir.

Hamidiye Tarım Lisesi, Batı’dan aktarılan bilimsel yöntemleri, yerli tarım bilgisiyle harmanlamaya çalışan bir sentez kurumudur. Osmanlı coğrafyasına özgü üretim biçimleri ve mevsim döngüleri gözetilmiştir. Bu durum, Hamidiye’yi; Osmanlı coğrafyasına uyarlanmış özgün bir eğitim laboratuvarına dönüştürmüştür. Böylece modernlik ve yerellik arasında örnek teşkil eden bir denge kurulmuştur.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Hamidiye Ziraat Mektebi yeni rejimin kalkınma hamlelerine entegre edilmiştir. Adı zamanla değişmiş; ''Tarım Lisesi'', ''Ziraat Meslek Lisesi'' ve son olarak ''Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi''ne dönüşmüştür. Ancak eğitim anlayışı köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. Cumhuriyet döneminde ''Köy Enstitüsü’'' ruhuyla benzeşen bu okul, kırsal kalkınmanın taşıyıcısı olan öğretmen, teknisyen ve ziraatçılar yetiştirmeye devam etmiştir. Tarımı bir hayat biçimi olarak benimseyen kuşaklar, bu okulun bahçesinde yetişmiş, toprağın insanla kurduğu bağın ne kadar derin ve dönüştürücü olduğunu orada öğrenmiştir.

Bugün Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Osmanlı’dan günümüze taşınan bir tarım hafızasının canlı taşıyıcısıdır. Bursa’nın kalbinde yer alan bu yapı, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi varlığını sürdürmektedir. Mezunları toprağın hikâyesini bilen, yaşadığı çevrenin doğal dengesine saygı duyan birer hafıza taşıyıcısıdır. Eğitim bahçeleri, arşivleri ve uygulama alanlarıyla bu okul, geçmişin ve geleceğin de tarımsal vizyonuna yön verecek potansiyele sahiptir.












Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin kampüsü, bir eğitim alanı ve aynı zamanda şehirle kurduğu açık diyaloğun bir uzantısı olarak yaşamaya devam eden bir kamusal mekândır. Okulun geniş bahçeleri, seraları ve gölgelikli ağaçlarının altı, öğrencilerin, ziyaretçilerin huzurla soluk alabileceği alanlara dönüşmüştür. Bu yönüyle Hamidiye, eğitim mekânlarının bilgi aktarılan noktalar olduğu gibi, yaşama alanları olarak da kurgulanabileceğini gösteren nadir örneklerden biridir.

Bahçeye yayılan oturma alanlarında insanlar dilediklerinde dinlenebilir, yanlarında getirdikleri bir kitabı okuyabilir, arkadaşlarıyla kahve içerek uzun uzun sohbet edebilirler. Bu alanlar, doğayla temasın unutulmaya yüz tuttuğu modern kent yaşamı içinde, toprağa yakın bir teneffüs imkânı sunar.

Daha da önemlisi, okulun kendi seralarında öğrenciler tarafından yetiştirilen sebzeler, meyveler ve aromatik bitkiler, okul bahçesinde bulunan işletmenin mutfağında değerlendirilerek menülere dâhil edilir. Böylece orada yenilen öğün, emeğin, bilgeliğin ve toprağın birleşiminden doğan yaşayan bir tarım pratiğinin somut sonucu hâline gelir. Ziyaretçiler, okulun kendi üretimi olan ürünlerle hazırlanmış yemeklerin tadına bakarak hem öğrencilerin emeğine ortak olur hem de geleneksel lezzetlerin modern yorumlarını deneyimler.

Bu bütünsel yapı, Hamidiye’nin yalnızca bir eğitim kurumu olmadığını; yaşamla, üretimle, doğayla ve misafirlikle bütünleşen bir kültürel alanı olduğunu gösterir. Bu yönüyle Hamidiye, tarımı kitap sayfalarından çıkarıp gündelik hayatın içine yerleştiren; bilgiyi, toprakla kurulan dostluğun içine işleyen bir örnektir.

 















 


Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu


 Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu

Proust, Yakalanan Zaman'da Gilbert'e şöyle der: Beni genç kızlarla tanıştırmanı isteyebilirim senden, ama mümkünse bu genç kızlar Albertine gibi yoksul olsun, ben onlara hediye alayım ve onlar da bana acı çektirsin. Bu cümle, ilk bakışta kaprisli bir zengin fantezisi gibi görülebilir. Oysa burada anlatıcının sevgiyle acıyı, merhametle tahakkümü, vermekle mahkûm olma arzusunu iç içe geçirdiği bir çözülme vardır.

Yoksul olsunlar isteği, ekonomik sınıf farkından öte, bir duygusal dinamizmi kurmak içindir. Hediye vermek, sevgiyi sunmak; bağlanmanın, borç yaratmanın bir aracıdır. Hediyelerle anlatıcı, kızın hayatında yer edinir, bir gölge gibi varlığını duyurur ama onu özgür bırakmaz. Fakat paradoks buradadır: O, tam da o özgür bırakmamanın sonucunda, yani bağlandığı kızın ona acı çektirmesiyle sevdadır. Acı, bağın kanıtı olur.

Bu anlamda, anlatıcı acıyı satın alır. Hediye bir ödeme, acı bir teslim alma anıdır. Ama bu ticaret; bir ruhsal denge ve bir kefaret arzusudur. Zenginliğinin, sınıfsal farkın, hatta sevgisinin fazlalığını hisseden anlatıcı, bu dengesizliğin bedelini bilinçli olarak çekmek ister. Bu, bir nevi ahlaki öz-anlayışla iç içe geçmiş mazoşizmdir.

Ancak anlatıcının bu mazoşizmi masum değildir. Sevdiği kadına verdiği hediyelerin altında, onun davranışlarını şekillendirme arzusu yatar. Sana verdim; şimdi seni sevmek, seni beklemek, seni kıskanmak hakkım demek istiyordur. Sevgi, verildikten sonra onun içine doğru kapanır; acı ise, geri kalan her şeyi harekete geçirir.

Proust'un bu sözü şu sorunun da izini sürer: Birine iyilik yaptığımızda, ondan kötülük görmek bizi daha çok incitir mi? Yoksa zaten incinmeye razı mıydık, bunu baştan istedik mi?

Aşkta adalet yoktur, ama belki de bu adaletsizliğin kefareti vardır: çekilen acı. Proust'un hediyeleri, bu acıyı hak etmenin yollarından sadece biridir. Ve o acı da, aşk kadar gerçektir.



14 Haziran 2025 Cumartesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

 


Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Mehmed Efendi arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde sadece mürşid-mürit bağı olarak tanımlanamaz; aynı zamanda bir mânevî intikal, bir irfan zinciri ve bir ruh terbiyesi olarak anlam bulur. Bu ilişki, 16. yüzyıl Osmanlısında zahir ile batının, ilimle hikmetin keskin şekilde ayrıldığı bir dönemde, Bursa’da hem siyasi hem kültürel hem de ruhani bir merkezde biçimlenmiştir.

Üftâde Mehmed Efendi, Bursa'da yaşamış ve Celvetiyye tarikatının kurucu süreci içinde yer almış büyük bir mutasavvıftır. Genç yaşta temel dinî ilimleri öğrenmiş, dönemin ileri gelen medreselerinde tahsil görmüş, özellikle hadis ve fıkıh alanlarında uzmanlaşmıştır. Zahirî ilimlerdeki bu yetkinliği sayesinde Bursa Ulu Cami baş imamlığı görevine getirilmiş, burada uzun yıllar cemaatle ve öğrenciyle birebir irtibat kurarak hem ilmî hem de ahlâkî rehberlik yapmıştır. Aynı zamanda medreselerde müderrislik yaparak çok sayıda talebe yetiştirmiştir.

Ancak zamanla, ilmin yalnızca kitaplarla sınırlı kalmasının yeterli olmadığını fark etmiş; bu fark ediş onu, içe dönük bir mânevî arayışa yönlendirmiştir. Görevlerinden feragat ederek inzivaya çekilmiş, sükût, hizmet ve nefisle yüzleşme esasına dayalı bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Üftâde lakabı da bu dönüşümün sembolü olarak anılmıştır. Onun dervişlik anlayışı, dışsal gösterişten uzak, derin bir içsel arınma ve sürekli bir hizmet haliyle şekillenmiştir

Aziz Mahmud Hüdâyî ise Şereflikoçhisar doğumludur. İlk eğitimini memleketinde aldıktan sonra İstanbul'a giderek dönemin en yüksek ilim müesseselerinde tahsilde bulunmuştur. Özellikle Sahn-ı Semân medreselerinde gösterdiği başarı sayesinde dönemin tanınmış âlimlerinden biri olarak kabul edilen Hoca Sadeddin Efendi'den ve çeşitli büyük müderrislerden ders almıştır. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam ve Arap dili alanlarında kapsamlı bir eğitim görerek ilmî donanımını tamamlamıştır. Bu süreçte yalnızca teorik bilgilerle yetinmemiş; aynı zamanda devrin ilmî tartışmalarında yer alarak analitik ve yorumlayıcı bir düşünce yapısı geliştirmiştir.

Eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'da çeşitli medreselerde müderrislik görevlerinde bulunmuş, ardından Bursa kadılığı görevine atanmıştır. Kadılık görevi, hukuk, toplumsal düzen, adalet ve kamusal sorumluluk konularında da yetkinlik kazandığını göstermektedir. Bursa'da görev yaptığı dönemde, şehir halkı arasında adaletli, dürüst ve halkla iç içe bir yönetici olarak tanınmıştır. Fakat tüm bu zahirî başarılar, onun iç dünyasında gittikçe büyüyen bir mânevî eksiklik hissini bastıramamıştır. Yükseldiği bu dışsal makamlar, gönlünde tam bir tatmin oluşturamamış; aksine onu, ruhsal bir derinlik arayışına itmiştir.

Hüdâyî'nin, ilmin sınırlarında bir doyumsuzluk hissederek mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Bu arayış, onu Üftâde dergâhına getirir.

Hüdâyî'nin Üftâde ile İlk Karşılaşması ve Terbiye Süreci

– Efendim, size intisap etmek isterim. Bu yolda yürümek arzusundayım.

– Senin zahir ilmin çoktur evladım. Ama bu kapının eşiği, yükseklerden geleni ezer. Bu eşiği geçmek isteyen, nefsini terk etmelidir.

– Emrinize amadeyim efendim.

– O vakit yarından itibaren ciğer satacaksın. Cübbeni, sarığını çıkar. Kadı Mahmud değil, derviş Mahmud olacaksın.

Bu sözlerle başlayan terbiye süreci, Hüdâyî'nin mânevî dönüşümünün mihenk taşı olur. Üftâde Hazretleri, Hüdâyî'yi hemen kabul etmemiş; aksine onu nefs terbiyesinden geçmesi için pazarda ciğer satmakla görevlendirmiştir. Bu olay, menkıbevî kaynaklarda detaylı şekilde anlatılmakta olup, tarihsel bir hakikatten öte sembolik bir derinlik taşır. Ciğer satmak, bir Osmanlı kadısı için sadece bir sosyal konum kaybı olmayıp; aynı zamanda nefsin gururdan, makamdan, kimlikten soyundurulmasını ifade eder. Üftâde'nin bu tavrı, onun derviş yetiştirme anlayışının da bir özetidir: öğreten bir rehber yerine, terbiye eden bir öncü.

Bu süreçte Hüdâyî, zahir ilimle yükseldiği yerden, batın şuura doğru inmeye başlamıştır. Cübbesini, sarığını, makamını bir kenara bırakarak pazarda ciğer satar; halktan görmezden gelmeyi, hor görülmeyi, alay edilmeyi tecrübe eder. Bu süreçte, ‘‘hal ile öğretme’’ esasını benimsemiş olan Üftâde'nin sözden çok halle kurduğu rabıta, Hüdâyî'de derin izler bırakmıştır.

Seyr u sülûk süreci sonunda Hüdâyî, Üftâde'den hilâfet alarak irşad vazifesiyle görevlendirilmiştir. Bu noktadan sonra, Celvetiyye tarikatını sistemleştirip İstanbul'a taşımış, Osmanlı padişahları da dâhil olmak üzere binlerce kişiyi etkileyen bir mânevî lider olmuştur. Ancak o, Üftâde'yi daima hâtırlamış, ciğer satarken kazandığı mahviyeti asla unutmamıştır.

Bu nedenle, Üftâde ile Hüdâyî arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde bir silsile bağından öte; bir ruh inşaatının, mütevazı bir ağacın gövdeye ve meyveye dönüşmesinin hikâyesidir. Bu ilişki, bugün dahi tasavvuf eğitiminde nefs terbiyesi, teslimiyet ve hizmetin anlamını kavramak için önemli bir örnek olarak anılır.

Tasavvuf: İslam’ın içsel ve mistik yönünü esas alan, kalp eğitimi ve manevî arınma temelli bir düşünce sistemidir.

Mürşid: Tasavvuf yolunda rehberlik eden, müride yol gösteren manevi eğitmen.

Mürit: Bir mürşide bağlanarak tasavvuf yoluna giren, nefis terbiyesiyle ilerleyen kişi.

Mânevî intikal: Ruhsal ya da manevi bilginin, halin ya da terbiyenin mürşitten müride geçişi.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin hikmet bilgisi; sezgisel ve ruhsal anlayış.

Zahirî: Dışa dönük, görünen, şekilsel olan; ilmin veya varlığın dış yüzü.

Batınî: İçsel, derunî olan; hakikatin iç yüzüne dair olan anlam katmanı.

Mutasavvıf: Tasavvufla ilgilenen, bu yolda ruhsal gelişim yaşamış kişi.

Medrese: Geleneksel İslam eğitimi verilen öğretim kurumu.

Fıkıh: İslam hukukunu ve günlük hayattaki uygulamalarını konu alan ilim dalı.

Hadis: Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarını içeren rivayetler.

Tefsir: Kur’an ayetlerinin anlamını açıklama ve yorumlama ilmi.

Kelam: İslam inanç esaslarını akıl yoluyla açıklama ve savunma disiplini.

Müderris: Medreselerde ders veren, klasik anlamda öğretim görevlisi.

Kadılık: Osmanlı’da hem yargı hem de yönetsel sorumlulukları olan hukuk makamı.

Feragat: Bir şeyden, özellikle makam veya haktan, kendi isteğiyle vazgeçme.

İnziva: Dünya ile irtibatı keserek yalnızlığa çekilme ve içe dönük tefekküre yönelme hali.

Sükût: Susma, sessizlik hali. Tasavvufta iç dinlemeye yöneliş olarak da yorumlanır.

Fakr: Gönüllü yoksulluk; dünyaya bağlanmadan yaşama anlayışı.

Seyr u sülûk: Müridin, tasavvufî eğitimi süresince geçirdiği manevî ilerleme ve yolculuk süreci.

Hilâfet: Mürşidin, tasavvuf yolunu devam ettirmesi için bir müride yetki vermesi.

İrşad: Doğru yolu gösterme, manevi rehberlik etme.

Rabıta: Mürşid ile kurulan manevi gönül bağı; ruhsal bağlantı kurma hali.

Mahviyet: Yokluk, hiçlik; kişinin benlik iddiasından sıyrılması, tevazu içinde yaşaması.

Celvetiyye Tarikatı: Üftâde Mehmed Efendi tarafından kurulan, Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından yaygınlaştırılan tasavvuf yolu.

Menkıbevî: Tasavvuf büyüklerinin hayatında geçen, öğretici nitelik taşıyan, sözlü gelenekten aktarılan kıssalar ve hikâyeler.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...