3 Temmuz 2025 Perşembe
Jared Diamond’ın Çöküş Kitabından Çevresel ve Toplumsal Çöküşe Dair Notlar
30 Haziran 2025 Pazartesi
The Order Filmi: Kanla Yazılan Bir Düzen Masalı
The
Order Filmi: Kanla Yazılan Bir Düzen Masalı
2024 yapımı Düzen (The
Order) filmi, 1980’li yılların başında Amerika Birleşik Devletleri'nde beyaz
üstünlükçü bir militan örgüt olarak ortaya çıkan ve sistemli bir şekilde banka
soygunları, silahlı saldırılar ve bombalı eylemler düzenleyen The Order adlı
örgütün yükselişi ve çöküşü sürecini merkezine alır. Bu örgütün ideolojik
motivasyonlarını ve iç çatışmalarını işlerken, diğer yandan federal güçlerin bu
tehdit karşısında yürüttüğü karmaşık ve gerilim dolu operasyonları anlatan,
gerçek olaylardan esinlenmiş bir politik suç-gerilim filmidir.
Filmde olaylar, Jude
Law’un canlandırdığı Terry Husk adlı FBI ajanının bakış açısından aktarılmakta;
Husk’ın örgütü durdurmaya yönelik çabaları, liderleri Robert Jay Mathews’un
giderek daha radikalleşen ve kontrolden çıkan eylemleri, örgüt içindeki güç
mücadeleleri ve devletin bu yer altı yapılanmasına karşı yürüttüğü mücadele
boyunca yaşanan ahlaki ikilemler detaylı bir şekilde yansıtılmaktadır.
Hikâye boyunca izleyici, kanlı
banka soygunları ve siyasi suikast planlarını; Mathews’un örgütü bir tür ‘‘beyaz
kurtuluş ordusu’’ olarak tanımlaması, üyelerini ölümüne sadakat yemini etmeye
zorlaması ve nihayet federal güçlerin kuşatması altında, kendi kurduğu sistemin
içinde sıkışıp kalmasını da adım adım takip eder. Film, The Order örgütünün bir
suç yapılanması olarak; sistem karşıtı, devlet düşmanı ve beyaz üstünlüğünü
kutsayan bir ideolojik harekete dönüştüğünü ve bu hareketin giderek kendi
içindeki şiddetle de parçalanmaya başladığını çarpıcı bir atmosferle gözler
önüne serer.
The Turner Diaries Kitabı
The Turner Diaries, 1978
yılında William Luther Pierce tarafından Andrew Macdonald takma adıyla kaleme
alınmış ve yayımlandığı günden bu yana Amerika’daki aşırı sağcı ve beyaz
üstünlükçü çevrelerin ideolojik kılavuzu haline gelmiş, nefret ve şiddet
söylemiyle örülü bir romandır; kitap, kurgusal bir beyaz devrimci olan Earl
Turner adlı karakterin günlüğü biçiminde yazılmıştır ve Turner’ın, Amerika’daki
Yahudi egemenliğine ve federal hükümete karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyi, bir
tür kutsal savaş olarak anlatır.
Roman boyunca Earl Turner
ve onun yer aldığı militan grup, hayali bir örgüt olan The Organization çatısı
altında hükümet güçlerine, Yahudilere, siyahlara ve sistemin parçası olarak
görülen herkese karşı sistemli bir terör kampanyası yürütmekte; bomba yüklü
araç saldırıları, büyük ölçekli sabotajlar ve Day of the Rope (İpin Günü)
olarak adlandırılan, binlerce siyah ve işbirlikçi beyazın kamusal meydanlarda
toplu olarak asıldığı bir sahneyle doruğa ulaşan bir soykırım hayalini
işlemektedir.
Kitap, sadece kurmaca bir
anlatı olmaktan öte, açıkça şiddeti kutsayan ve bunu bir politik kurtuluş aracı
olarak sunan bir manifestoya dönüşmekte; zamanla The Order gibi örgütler ve
Oklahoma City saldırısını gerçekleştiren Timothy McVeigh gibi bireyler tarafından
doğrudan ilham kaynağı olarak benimsenmiştir. The Turner Diaries’in satır
aralarında bir devletin çöküşü ve beyazların zaferi tahayyülü, şiddetin biricik ve kaçınılmaz kurtuluş yolu olduğu fikri sürekli
işlenmekte ve okuyucularına bir tür eylem çağrısı yapılmaktadır.
Bir
Romanın Silahları: The Turner Diaries ve The Order’ın Kanlı İzleri
Amerika Birleşik
Devletleri'nde 1980’li yıllarda The Order adlı gerçek beyaz üstünlükçü örgütün
gerçekleştirdiği banka soygunları, bombalı saldırılar, suikastlar ve hükümet
karşıtı eylemler doğrudan The Turner Diaries adlı romana ‘‘bağlı bir şekilde
emir-komuta zinciriyle yapılmamış’’ olsa da; bu örgüt üyeleri, kendi
ifadelerinde ve örgütsel belgelerinde bu kitabı bir tür ‘‘ideolojik rehber’’ ve
‘‘esin kaynağı’’ olarak gördüklerini açıkça belirtmişlerdir.
Başka bir deyişle; kitap,
örgüt üyelerinin zihin dünyasını şekillendiren, eylemlerine anlam ve meşruiyet
kazandıran, bir tür ütopya gibi benimsedikleri bir metin olmuştur. The Order
örgütü ve benzeri militan yapılanmalar, bu kitabın şiddeti kutsayan ve devrimci
bir beyaz iktidar hayalini anlatan satırlarından cesaret ve motivasyon almış;
kitabın hayali senaryosunu, kendi eylemlerine ideolojik bir dayanak olarak
kullanmışlardır.
Örneğin: The Turner
Diaries’de anlatılan banka soygunlarıyla sisteme mali darbe indirme, Day of the
Rope gibi düşmanları cezalandırma ve hükümete karşı silahlı direniş hayali; The
Order'ın gerçek hayatta gerçekleştirdiği pek çok eylemin arka planını ideolojik
olarak beslemiştir. Ancak şunu net olarak söylemek gerekir ki, The Turner
Diaries; bir roman biçiminde yazılmıştır ve örgütler bu romanın sunduğu hayali
devrimi kendi gerçek dünyalarına taşımaya çalışmıştır.
Kalemin
İki Yüzü: Barışa Yol Açan ve Nefreti Büyüten Kitaplar
Kitaplar, insan yaşamı
üzerinde son derece güçlü, bazen olumlu bazen de trajik sonuçlara yol
açabilecek bir etki yaratma potansiyeline sahiptir; çünkü kitaplar yalnızca
bilgi aktaran ya da hayal gücünü besleyen metinler olmakla kalmaz, aynı zamanda
bireylerin ve toplumların düşünce dünyasını şekillendirir, değer yargılarını
dönüştürür ve kimi zaman da insanları eyleme geçmeye iten ideolojik ya da
ahlaki birer pusula haline gelir.
The Turner Diaries
örneğinde olduğu gibi, bir kitap kaleme alınırken kurgu ya da ütopya sınırları
içinde tasarlanmış dahi olsa, okurun elinde bir eylem çağrısına ya da bir manifestoya
dönüşebilir; özellikle de şiddeti, nefreti ve ayrımcılığı yücelten metinler,
bireylerin vicdan, empati ve akıl süzgecinden geçmeden dogmatik biçimde
benimsendiğinde, toplumsal barışı tehdit eden, hatta ölümcül sonuçlar doğuran
fikirlerin ve eylemlerin tetikleyicisi olabilir.
Amerika’da 1980’li
yıllarda The Order adlı beyaz üstünlükçü örgütün gerçekleştirdiği banka
soygunları, bombalamalar ve suikastlar; 1995’te Oklahoma City bombalamasını
yapan Timothy McVeigh gibi kişilerin şiddeti kutsayan bu metinden esinlenmesi;
kitapların, özellikle de kötü niyetle yazılmış, nefret ve öfke aşılayan
kitapların, bireysel ve toplumsal ölçekte ne denli yıkıcı olabileceğinin acı
örnekleri arasında yer alır.
Bu bağlamda, kitapların
birer fikir taşıyıcısı ve toplumsal değişimin itici gücü olarak rolü son derece
önemlidir; ancak bu güç, insanlık yararına barışı, eşitliği ve adaleti besleyen
bir araç haline gelebileceği gibi, şiddeti, ayrımcılığı ve nefreti körükleyen
bir silaha da dönüşebilir ve bu nedenle özellikle nefret söylemi içeren,
şiddeti kutsayan metinlerin yayılması ve benimsenmesi, bireysel vicdanın ve toplumların
da ortak sorumluluk alanına girer.
Kitapların insan
yaşamındaki etkisi bu noktada,insanlık tarihindeki iyiyle kötünün, barışla
şiddetin, akıl ve nefretin mücadelesinde hangi fikirlere alan açacağımızı
belirleyen büyük bir sınavdır ve The Turner Diaries gibi örnekler, bu sınavın
sonuçlarının nasıl felaketlere varabileceğini bize gösteren çarpıcı ibret
belgeleri olarak kalır.
Kitapların
Aydınlık Yüzü: Gandhi’nin Barışa Açılan Yolculuğu
Mahatma Gandhi
(1869-1948), Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin simge ismidir; kitapların
ve fikirlerin insan yaşamını dönüştürme gücüne en güzel örneklerden birini
temsil eden bir düşünce ve eylem insanıdır; zira Gandhi, şiddetsiz direniş
(satyagraha) ve pasif direniş (ahimsa) ilkelerini kendi iç sezgilerinde,
okuduğu eserlerden, üzerinde derinlemesine düşündüğü metinlerden ve tarihin
büyük ahlak filozoflarından besleyerek geliştirmiştir.
Gandhi’nin hayatında
kitapların etkisi son derece büyüktür; onun düşünce dünyasını şekillendiren
başlıca eserler arasında Tolstoy’un Hristiyan ahlakı temelinde şiddetsizliği yücelten eserleri, Gandhi’ye şiddete başvurmadan adalet arayışını sürdürmenin ve ahlaki
üstünlüğü elde etmenin yollarını göstermiş, onun Hindistan’daki mücadelesinde
bir tür manevi rehber olmuştur.
Bunun yanı sıra, John
Ruskin’in eserleri, Gandhi’nin ekonomik ve sosyal adalet anlayışını
derinleştirmiş ve yoksulların, köylülerin, emekçilerin çıkarını savunan bir
yaşam tarzını benimsemesinde etkili olmuştur. Gandhi bu kitapları okuduktan sonra
İngiltere'deki avukatlık kariyerinden vazgeçerek basit ve özverili bir hayata
yönelmiş, köylerde halkla birlikte yaşamış ve sadeliğin erdemini eylemlerine
taşımıştır. Gandhi için kitaplar birer bilgi kaynağı; bizzat iyi eylem
pusulası, vicdani bir muhasebe aracı ve bir toplumun geleceğini inşa edecek
olan ahlaki ilkelerin canlı taşıyıcılarıdır. O, okuduklarını körü körüne kabul
eden biri olmamış; her satırı kendi vicdan süzgecinden geçirerek, özümseyerek
ve dönüştürerek hayata geçirmiştir ve böylece barışı ve adaleti yücelten bir
ideolojiyi dünyaya armağan etmiştir.
Gandhi, kitapların insan
yaşamına ve toplumsal mücadelelere olumlu katkısının en güzel örneklerinden
biridir; onun yaşamı bir insanın eylemlerinin; bir
ulusun kaderini değiştirebileceğini gösterir.
Mustafa
Kemal Atatürk ve Kitapların Aydınlatıcı Gücü
Mustafa Kemal Atatürk,
kitapların dönüştürücü gücüne yürekten inanan ve bunu hem bireysel yaşamına hem
de bir ulusun kaderine yansıtmayı başaran ender liderlerden biridir. Onun
3.500’den fazla eserden oluşan geniş kütüphanesi, kitapların; bir fikir
kaynağı, bir vicdan terazisi ve bir eylem rehberi olduğunu gözler önüne serer.
Atatürk, okuduğu
kitapları, satır altlarını çizerek, kenarlarına notlar alarak, sorgulayarak ve
özümsediği her düşünceyi hayata geçirmenin yollarını arayarak okumuştur. Tarih,
hukuk, felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi, ekonomi ve askeri strateji gibi pek
çok alanda kaleme alınmış eserler, onun düşünce dünyasını beslemiş; özellikle Jean-Jacques
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi, Montesquieu’nun Kanunların Ruhu ve Namık
Kemal, Ziya Gökalp gibi aydınların metinleri Atatürk’ün halk egemenliği,
cumhuriyet ve hukuk devleti anlayışının temellerini atmasında ilham kaynağı
olmuştur.
Kitapların Atatürk’ün
hayatındaki yeri, okuma tutkusu ile sınırlı kalmamış; o,
kitaplardan aldığı fikirleri bir ulusun kurtuluş ve yeniden kuruluş
mücadelesine yön vermek için kullanmıştır. Cephede, karargâhta, hatta en zorlu
savaş koşullarında bile kitaplarını yanında taşımış, satır aralarındaki
fikirlerden güç almıştır. Onun yaşamı, kitapların insan aklı ve vicdanı için
bir pusula; halklar içinse aydınlık yarınların kapısını aralayan birer anahtar
olabileceğinin en güzel kanıtıdır.
Kitaplar, insan aklını özgürleştiren ya da zincire vuran gerçek kuvvettir; her kitap bir yol çizer, ya barışın kapılarını açar ya da felaketin haritasını çizer. Satırlarında taşıdığı fikirler bir halkı uyandırabilir ya da bir halkı kör edebilir; birileri kalemiyle umut inşa edebilir ya da kin ve nefretin tohumlarını serpebilir. Kitap, insanlığın vicdanına yazılan bir yemindir, ya kurtuluşun ya da çöküşün ilk adımıdır.
Ömer Seyfettin’in Muhteri ve Bomba Öykülerinde Bireysel Çöküş, Toplumsal Yüzleşme ve Fanatizmin Eleştirisi
Ömer
Seyfettin’in Muhteri ve Bomba Öykülerinde Bireysel Çöküş, Toplumsal Yüzleşme ve
Fanatizmin Eleştirisi
Ömer Seyfettin’in Muhteri
Adlı Hikâyesi
Öykünün kahramanı
kendisini tutumlu, hesaplı ve erdemli biri olarak tanımlar. Ancak Avrupa’ya
adım atar atmaz bu erdemlerinin aslında ne kadar kırılgan olduğunu gösterir.
Monaco’da lüks, gösteriş ve sahte dostlukların cazibesi karşısında aklı uçup,
gider; iç sesi onu uyarır ama o iç sesini susturur. Bu noktada yazar, bireyin
kendi vicdanını bile isteye bastırarak zaaflarına teslim olmasını eleştirir.
Hikâye, insanın kendi iç sesine karşı körleşmesinin ne denli büyük bir yanılgı
olduğunu vurgular.
Hikâyede yazarın
karşısına çıkan milyoner karakteri, para ile aklın birbirine karıştırılmasının
bir simgesidir. Milyoner, bulduğu basit bir kopça fikrini (fermejüp) bir deha
eseri olarak görür ve parasıyla çevresindekilere bu algıyı dayatır. Yazar,
burada paranın değeriyle aklın değerinin birbirine karıştırılmasını eleştirir;
çünkü kahraman da sonunda bu sahte dehaya hayran kalır ve kendi ilkelerini
unutur.
Hikâye, bireysel bir
çöküşün yanı sıra bir toplumun Batı karşısındaki aşağılık kompleksine de ışık
tutar. Kahraman, Batı'nın şatafatı ve sahte görkemi karşısında kendi kimliğini,
öz saygısını ve değerlerini kaybeder. Yedi yılda biriktirdiği parayı iki günde
harcaması, aslında bir kimliğin ve bir yaşam felsefesinin iflasıdır.
Milyonerin ‘‘Ben dâhiyim!’’
diye haykırışı, yazarın ironisiyle verilmiş bir eleştiridir. Çünkü bulduğu şey
büyük bir icat değildir, basit bir pratik çözümdür, ama bu ona büyük bir
varsıllık kazandırmıştır.
Hikâye, okuyucuya şu soruyu sordurur: Gerçek akıl ve deha, bir kopçayı büyütüp
zengin olmak mıdır; yoksa kendi değerlerine sadık kalmak mıdır?
Hikâye, bireyin kendi
değerlerini kaybettiğinde; onurunu ve ruhunu da kaybedeceğini gösterir. Asıl
trajedi, paranın ve Batı'nın cazibesi uğruna aklın ve vicdanın susturulmasıdır.
Ömer Seyfettin, bu öyküde hem bireysel hem toplumsal bir yüzleşmeye davet eder.
Muhteri: Bir şeyi
arzu eden, isteyen, talip olan, alıcı. Özellikle ticaret dilinde müşteri
anlamında kullanılır. Yani bir mal veya hizmet almak isteyen kimseye muhteri
denir. Ömer Seyfettin’in Muhteri adlı hikayesindeki milyonerin ‘‘Ben muhteriim!’’
diye haykırması ise kelimeye mecaz bir anlam yükler: Kendisini bir şeylerin
taliplisi, bir şeyleri isteyen, arayan ama aslında basit bir kopçayı bulmakla
bunu bir deha zannetmiş, para ve şöhret peşinde bir adam olarak sunar.
Ömer Seyfettin’in Bomba Adlı
Hikâyesi
Ömer Seyfettin’in 1911
yılında kaleme aldığı Bomba adlı öykü, Balkanlar’daki Osmanlı coğrafyasında
yaşanan etnik ve ideolojik çatışmaların bireysel ve toplumsal düzeyde yarattığı
derin trajediyi anlatır. Hikâye, Osmanlı Devleti’nin çözülüş sürecinde
Balkanlar’da milliyetçi hareketlerin ürettiği kör şiddeti ve bu şiddetin masum
insanlar üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne serer. Bu bağlamda Bomba, hem
bir insanlık dramı hem de fanatizm ve vahşetin ideolojik eleştirisidir.
Öykünün kahramanı Boris,
daha önce komitacı harekete katılmış ama şiddet yöntemlerinden tiksinerek
ayrılmış bir gençtir. Karısı Magda ve doğacak çocuklarıyla birlikte Amerika’ya
göç ederek yeni bir hayat kurmak ister. Ancak bu plan komitacılar tarafından
öğrenilir ve Boris, hain ilan edilerek hedefe konur. Komitacılar gece yarısı
Baba İstoyan’ın evine baskın düzenler. Sekiz yüz lirayı almak ve Boris’i yok
etmek niyetindedirler. Boris, babası ve karısını korumak, durumu yatıştırmak
için komitacılarla konuşmaya gider; ama gidişi dönüşsüz olur. Komitacılar
serveti alır, Magda’yı aşağılar, taciz eder ve Boris’in kesik başını bomba diyerek
geride bırakırlar. Magda, kocasının kanlı başını gördüğünde attığı çığlıkla bir
insanlık trajedisi ve fanatizmin nihai ürünü olan dehşeti haykırır.
Hikâye boyunca Ömer
Seyfettin, karanlık geceyi, uğuldayan rüzgârı, köpek havlamalarını ve ocaktaki
titrek alevleri kullanarak şiddetin yarattığı korku atmosferini ustalıkla
işler. Siyah gecenin içinden gelen komitacılar, ideolojik bir davayı temsil
ettiklerini iddia etseler de, davranışları salt barbarlığa dönüşmüştür.
Magda’nın bedenine ve onuruna yapılan saldırı, insanlık değerlerinin çöküşünün
simgesidir. Öykünün doruk noktasında kesik başın bomba olarak bırakılması,
fanatizmin insana reva gördüğü son hakaret ve en derin vahşet olarak belirir.
Şiddet artık amaçsız ve ölçüsüz bir hal almış, ideoloji bahanesiyle işlenen
cinayetler bireyin hayatını olduğu kadar toplumun vicdanını da yok etmiştir.
Bomba, Ömer Seyfettin’in Balkanlardaki gözlemlerine dayanan bir belge niteliğinde olmakla birlikte, evrensel düzeyde fanatizmin ve kör şiddetin insanı hayvandan aşağı bir varlığa dönüştürdüğünü gösterir. Hikâye, bireysel dramın ötesinde bir toplumun içten içe çürüyüşünün ve ideolojik kinlerin doğurduğu yıkımın aynasıdır. Magda’nın elinde tuttuğu Boris’in kanlı başı, aslında insanlığın başsız bırakılmış onurunun bir simgesidir.
1984’ten Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol
1984’ten
Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol
George Orwell’in 1984
adlı romanı ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı eseri, her ne kadar aynı
türde –yani distopya edebiyatında– yer alsalar da, insanlık için öngördükleri
gelecekler birbirinden oldukça farklıdır. Her iki yazar da bireyin özgürlüğünü
tehdit eden totaliter sistemleri eleştirir; ancak bu sistemlerin işleyiş
biçimleri, kullandıkları araçlar ve birey üzerindeki etkileri zıt uçlardadır.
Ve bu sistemlerin yüzünü bize en çok onların kahramanları gösterir.
Orwell’in 1984’ünde
karşımıza çıkan dünya, korkunun, baskının ve sürekli gözetimin hâkim olduğu bir
cehennemdir. İnsanlar Büyük Birader’in her an her yerde onları izlediğini
bilerek yaşar. Düşünce özgürlüğü yoktur; çünkü düşüncenin kendisi bile suç
sayılmaktadır. Dil, Yeni Söylem adı verilen yapay bir biçime indirgenmiş,
insanın düşünme kapasitesi sistemli bir şekilde daraltılmıştır. Gerçeklik,
Parti’nin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazılır; geçmiş, bugüne göre
şekillendirilir ve birey, bu yalanlar içinde gerçeği ayırt edemez hale gelir.
Romanın başkahramanı Winston Smith, bu boğucu düzende gerçeği arayan bir
adamdır. Winston’un isyanı, aslında insan kalabilmenin son çırpınışıdır. Aşkı,
sevgilisi Julia ile yaşadığı ilişki, duygusal bir başkaldırıdır ve
Partiye karşı atılmış tehlikeli bir adımdır. Julia, Winston’a göre sistemin
yalanlarını daha içgüdüsel bir şekilde reddeder; onun isyanı entelektüel duruşunda
değil, bedensel ve anlıktır. Ancak ikisinin de direnişi sonuçsuz kalır. O’Brien
adlı Parti üyesi, Winston’un umut bağladığı bir müttefik gibi görünse de
aslında sistemin sadık bir bekçisidir. O’Brien, Winston’u yakalayıp zihnini ele
geçirir, ona bireysel özgürlüğün ve hakikatin olanaksızlığını öğretir. Winston
en sonunda kendi zihninde bile özgür olmadığını, hatta Büyük Birader’i
sevdiğini kabullenmek zorunda kalır.
Buna karşılık Huxley’nin Cesur
Yeni Dünya’sında çizilen tablo çok daha parlak, çok daha ‘‘mutlu’’ bir
dünyadır. Burada insanlar baskı altında olduklarını bile bilmezler; çünkü
sistem onları mutlu edecek şekilde tasarlanmıştır. İnsanlar laboratuvarlarda
üretilir, daha doğmadan hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilir ve
çocukluktan itibaren şartlandırılarak sisteme uyumlu bireyler haline
getirilirler. Acı, hastalık, yaşlılık gibi insan deneyimlerinin çoğu ortadan
kaldırılmıştır. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncenin
tamamen silinmesidir. Toplumun üyeleri haz ve konfor peşinde koşar; soma adı
verilen uyuşturucu mutsuzluğu bastırır, anlam arayışının yerine geçer. Bu
yapının içindeki karakterler, sistemin farklı yüzlerini temsil eder. Örneğin Bernard
Marx, yapısal olarak sistemin standartlarına uymadığı için kendisini
rahatsız hisseder; boyu ve görünümü Alfa kastının beklentilerini karşılamaz ve
bu yüzden derin bir yabancılık hisseder. Ancak onun isyanı da sahtedir; Bernard
aslında sistemin nimetlerinden mahrum kaldığı için ona öfkelenir. Özgürlük
değildir derdi daha çok kabul görmek ister. Helmholtz Watson,
Bernard’dan farklı olarak gerçekten bireyselliğe ve yaratıcı ifadelere özlem
duyar. Helmholtz, sistemin dayattığı yüzeyselliği aşmak, derin anlam peşinde
koşmak ister ama bu onu toplumdan uzaklaştırır.
Ve en çarpıcı figür, John
the Savage (Vahşi John)’dur. John, modern toplumun dışında, ilkel
bir rezervasyonda büyümüş, geleneksel insani değerleri içselleştirmiştir. Cesur
Yeni Dünya’nın steril, haz odaklı, yapay mutluluğunu gördüğünde dehşete
kapılır. Onun acı çekme, yalnız kalma ve özgür olma isteği, toplumun ona
sunduğu kolay mutluluğu reddetmesine neden olur. John’un trajedisi, insan
ruhunun derinliklerini yadsıyan bir sistem karşısında yalnız ve güçsüz
kalmasıdır. O, özgürlüğü seçer; ama bu özgürlük, toplumun anlayamayacağı bir
yalnızlıktır ve sonunda kendini yok ederek son bulur.
Orwell’in dünyasında
insanlar zincirlenmiştir ve zincirlerinin ağırlığını her an hissederler;
Huxley’nin dünyasında ise insanlar zincirlenmiş olmaktan memnundurlar, çünkü
zincirler altınla kaplanmıştır. Orwell, baskı ve korku yoluyla özgürlüğün nasıl
yok edileceğini gösterirken; Huxley, haz ve konfor yoluyla insanların
özgürlüklerini nasıl gönüllü olarak terk ettiklerini anlatır. Biri dışsal
zorlamayı, diğeri içsel gönüllü teslimiyeti resmeder. Ve her iki romanın
karakterleri, bu iki büyük uyarının insan yüzleridir: bir yanda zincirlerini
kırmak isteyen ama boyun eğmek zorunda kalan Winston, diğer yanda özgürlüğü
arzulayıp yalnız kalan John. İkisi de şunu hatırlatır: Gerçek özgürlük,
zincirlerini görebilmekle başlar; ama o zincirleri kırabilmek, cesaret ve bedel
ister.
Günümüz toplumsal
yapısını Orwell’in 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ile karşılaştırmak,
aslında modern dünyanın çelişkilerini ve tehditlerini daha net görmek için
oldukça güçlü bir düşünsel egzersizdir. Çünkü bu iki distopya, farklı uçlardan
yaklaşarak aynı soruyu sorar: İnsan özgürlüğü nasıl kaybolur? Ve
verdikleri yanıtlar, bugün içinde yaşadığımız dünyanın aynası, hatta geleceğe
tutulmuş bir uyarı işareti gibidir.
Orwell’in 1984’ünde
özgürlük, insanın elinden korku ve şiddetle alınır. Birey, sürekli bir gözetim
ve tehdit altındadır. Büyük Birader’in gözleri, ekranlardan ve duvarlardan,
sokaklardan ve posterlerden bireyin üzerine dikilidir. İnsanların zihni,
Parti’nin mutlak otoritesine boyun eğmeye zorlanır; dil, Yeni Söylem yoluyla
yoksullaştırılır ve böylece düşüncenin sınırları daraltılır. Çünkü düşünceyi
kontrol etmenin en kesin yolu, kelimeleri ve kavramları yok etmektir. Gerçeklik
bile Parti’nin ellerinde bir oyun hamurudur: geçmiş, bugüne göre yeniden
yazılır; hakikat, iktidarın çıkarlarına göre şekillenir. Birey, Winston
Smith’in şahsında, bu sistemin içinde gerçeği ve aşkı arar. Julia ile kurduğu
ilişki, insan olabilmenin son kalesidir. Ama sistem o kadar acımasızdır ki bu
isyan bile bastırılır. O’Brien, Winston’a yalnızca işkence etmez; ona hakikatin
bile Parti’nin iradesine tabi olduğunu öğretir. İki kere iki beş eder diye
düşündürtmeyi başarır. Böylece insan, en sonunda, kendi zihninde bile özgür
olmadığını kabul eder.
Huxley’nin Cesur Yeni
Dünya’sında ise özgürlük, çok daha incelikli bir şekilde ortadan kaldırılır.
Burada birey özgürlüğünü kendi elleriyle bırakır; çünkü özgürlük artık yük
olarak görülür. İnsanlar doğmadan önce hangi sınıfa ait olacaklarına karar
verilmiş, şartlandırılarak birer dişli haline getirilmiştir. Haz ve konforla
örülmüş bir dünya düzeni vardır: acı, hastalık, yalnızlık ve ölümün insani
gerçeklikleri yok edilmiştir. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve
derin düşüncedir. İnsanlar sürekli eğlenir, tüketir ve soma adı verilen bir
maddeyle duygularını bastırır. Anlam arayışı, huzursuzluk, varoluş kaygısı, tüm
bunlar sistemin istediği düzen için gereksiz, hatta zararlıdır. John’un bu
yapay mutluluğun ortasına düştüğünde yaşadığı dehşet, insan ruhunun bu kadar
yüzeyselleştirilmesine verdiği doğal bir tepki olur. John’un isyanı, insan
olmanın onuruna, acıya ve yalnızlığa sahip çıkmak içindir. Ama o da kaybeder;
çünkü bu dünyada insanlar zincirlerini sevdikleri için onları kırmak
istemezler.
Modern dünyaya
baktığımızda, her iki distopyanın yankıları kulaklarımızda çınlar. Bir yanda
Orwell’in işaret ettiği gibi, dijital çağda sürekli izleniriz. Telefonlarımız,
kameralarımız, sosyal medya hesaplarımız; biz fark etmeden attığımız her adımı,
kurduğumuz her cümleyi bir veri noktasına dönüştürür. Devletler değilse bile
dev teknoloji şirketleri bizi gözler, analiz eder ve yönlendirir. Algoritmalar
hangi haberleri göreceğimizi, hangi ürünleri alacağımızı, hatta hangi
düşünceleri düşüneceğimizi belirler. Gerçeklik; parçalanmış, göreceli ve
manipüle edilebilir bir yapı haline gelmiştir. Orwell’in geçmişi kim kontrol
ederse geleceği kontrol eder sözü, bugün algoritmaların ve dezenformasyonun
şekillendirdiği bir dünyada yeniden anlam kazanır.
Öte yandan Huxley’nin
distopyasının gölgesi daha sinsi ve belki de daha güçlüdür. Modern toplumlar
bireyi hazla, konforla, tüketimle kuşatır. Sürekli eğlenmeli, tüketmeli,
kendini oyalamalıdır. Derin düşünce, felsefi sorgulama ve iç yolculuk yerini
anlık dopamin patlamalarına bırakır. Sosyal medya, diziler, oyunlar ve
alışveriş; modern çağın soması gibi bireyi uyutur, ona gerçek acıları
unutturur. Üstelik modern insan çoğu zaman bu zincirlerden şikayet etmez;
aksine bu altın zincirleri gururla taşır, onlar için çabalar. Huxley’nin
uyarısı işte burada yankılanır: Eğer sürekli haz ve konfor arayışı içinde
yaşarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı kaybedeceğiz.
En ürkütücü olan ise
şudur: Günümüz dünyası yalnızca Orwell’in ya da yalnızca Huxley’nin kâbusunu
yaşamıyor. Biz, her iki distopyanın iç içe geçtiği bir çağdayız. Bir yanda
dijital gözetim, veri totalitarizmi ve mahremiyetin yok oluşu; diğer yanda haz
kültürü, tüketim saplantısı ve gönüllü teslimiyet… İnsanlık hem korkuyla hem de
hazla zincirleniyor. Hem baskıyla hem de gönüllü uyumla kendi iç sesinden,
kendi özünden uzaklaşıyor.
Belki de artık şu soruyu
sorma zamanı: Biz hangi zincirlerin esiriyiz? Korkunun zincirleri mi, yoksa
hazla parlatılmış zincirler mi? Ve daha da önemlisi, bu zincirleri görecek
cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz? Çünkü zincirlerini göremeyen bir
insan için, özgürlük sadece bir yanılsamadır. Ve hem Orwell hem Huxley, bize şunu
anlatır: Özgürlüğün kaybı, dışarıdan dayatıldığı kadar, insanın kendi içinde
yaptığı bir teslimiyetin de sonucudur.
Kesinlikle, Huxley’nin Cesur
Yeni Dünya’sında geçen soma kavramı, günümüz dünyasında güçlü ve
düşündürücü bir metafor olarak değerlendirilebilir. Huxley’nin yarattığı bu
madde, bireylerin acı, kaygı, yalnızlık ya da sorgulama gibi rahatsız edici
duygularla yüzleşmesini engelleyen, onları sürekli mutlu ve uyumlu tutan bir
araçtır. Soma fiziksel bir uyuşturucu olsa da, asıl işlevi bireyin zihinsel
uyanıklığını yok ederek onu sorgulamaktan, anlam arayışından ve gerçek insan
deneyimlerinden uzaklaştırmaktır. Bugün baktığımızda, Huxley’nin uyardığı bu
zihinsel uyuşukluğu yaratan pek çok modern soma ile çevrili olduğumuzu söylemek
yanlış olmaz.
Günümüzde birçok insan
için sosyal medya, bir iletişim aracı ve rahatsız edici gerçeklerden kaçışın
bir yolu haline gelmiştir. Can sıkıntısı, kaygı, yalnızlık ya da mutsuzluk
hissettiklerinde insanlar, parmaklarının ucundaki ekranlara sarılıyor.
Instagram, TikTok, X (eski adıyla Twitter), Facebook ve diğer platformlar,
kullanıcılarına sürekli yeni içerikler sunarak zihni oyalıyor, anlık dopamin
patlamalarıyla geçici bir rahatlama sağlıyor. Tıpkı soma gibi bu dijital uyuşturucular
da gerçek sorunları bastırıyor ama çözmüyor. Kendi içsel boşluklarıyla
yüzleşmekten kaçan birey, sonsuz kaydırmanın içinde, zihninin sessizliğini
boğmaya çalışıyor. Ancak bu durum geçici bir teselli; sorunlar bir sonraki
kaydırmada yeniden görünmez hale getiriliyor ama asla çözülmüyor.
Eğlence endüstrisi ve
tüketim kültürü de modern soma’nın başka bir yüzüdür. Diziler, filmler, video
oyunları, alışveriş, tatil ve tüketim odaklı deneyimler elbette hayatın keyifli
yanları olabilir. Ama bu unsurlar, sürekli ve sorgusuzca bir kaçış haline
geldiğinde, insanın derinlik arayışını bastıran bir işlev görmeye başlar.
Huxley’nin tarif ettiği gibi, sistem bireyin yüzleşmesini, düşünmesini ve
sorgulamasını engelleyen hazlarla örülüdür. Eğlence, bireyin sistemle
yüzleşmesini geciktiren, sorgulamayı erteleyen bir kaçışa dönüştüğünde, insanın
içsel yolculuğu da sekteye uğrar. Bir yandan haz peşinde koşar, bir yandan
içindeki boşluğu dolduramaz hale gelir.
Modern toplumda
psikofarmakoloji ve duygu yönetimi alanında yaşanan gelişmeler de soma
metaforunun günümüzdeki bir yansımasıdır. Antidepresanlar, anksiyolitikler ve
ruh hali düzenleyici ilaçlar elbette birçok durumda tıbbi olarak gereklidir,
hatta hayat kurtarıcıdır. Ancak Huxley’nin eleştirisi, acının, kaygının ve
rahatsız edici tüm duyguların tamamen ortadan kaldırılması gerektiği fikrine
yöneliktir. Günümüzde de bazen doğal insan deneyimlerinin –örneğin yas, hayal
kırıklığı ya da yalnızlık– hemen bastırılması gerektiği düşüncesi ağır
basabiliyor. Oysa insan ruhu, tüm bu duygularla şekillenir ve olgunlaşır. Acı,
sadece insan olmanın bir parçasıdır ve büyümenin, derinleşmenin yoludur.
Bir diğer modern soma,
sürekli mutlu olma baskısını körükleyen toksik pozitiflik kültüründe
gizlidir. Günümüzde her şey iyi düşün, negatiflik yayma, olumlu
ol gibi sloganlarla süslenir. Oysa bu, insanın gerçek duygularını
bastırmasına, mutsuzluğu ya da kaygıyı sistem dışı ve tehdit olarak görmesine
neden olur. Huxley’nin dünyasında olduğu gibi, mutsuzluk toplum düzeni için bir
tehlikedir; çünkü mutsuzluk sorgulamaya, sorgulama ise değişime yol açabilir.
Gerçek özgürlük, insan olmanın tüm yelpazesine yer açabilmekle mümkündür. Ancak
modern toplum bireyi, sürekli mutlu olmaya zorladıkça, onu insan olmanın
derinliğinden uzaklaştırır.
Soma, bir zihinsel
durumun, bir kültürel tercihin sembolüdür. Günümüzde modern soma’yı ararsak,
onu ekranlarımızda, alışveriş sepetlerimizde, sonsuz kaydırdığımız içeriklerde
ve sürekli gülümsememizi isteyen kültürde bulabiliriz. Huxley’nin uyarısı hâlâ
geçerlidir: Eğer rahatsız edici gerçeklerden, iç yolculuğun getirdiği zorlayıcı
sorulardan ve insan olmanın kaçınılmaz acılarından sürekli olarak kaçarsak, bir
gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalabiliriz.
En büyük soru şudur: Kendi modern soma’larımızı fark edecek cesareti bulabilecek miyiz?
29 Haziran 2025 Pazar
Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Zeytin Ekmek, Nasıl Kurtarmış?
Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Zeytin Ekmek, Nasıl Kurtarmış?
Ömer Seyfettin – Topuz (1917)
Topuz, Ömer Seyfettin’in tarihsel ve milli bilinç temalı kısa hikâyelerinden biridir. 27 Aralık 1917’de yayımlanan bu eser, Osmanlı’nın Eflak üzerindeki otoritesini ve devlet ciddiyetini simgesel bir olayla anlatır. Hikâye, Eflak prensi Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlık ilan ettiğinde başlar. Prens, halkın alkışları arasında bir sarayda tahtına kurulmuştur. Fakat bu süslü bağımsızlık töreni, Osmanlı elçisinin gelişiyle dramatik biçimde kesilir. Elçi, padişah fermanıyla birlikte bir topuz ve bir davul getirmiştir. Törenin ortasında topuzu aniden prensin başına indirerek onu öldürür ve böylece Osmanlı’nın hâlâ egemen olduğunu sert bir biçimde gösterir.
Hikâye Maupassant tarzı bir olay öyküsüdür: Serim, düğüm ve çözüm bölümleri belirgin; dil sade ve sürükleyicidir. Topuz, devletin adalet ve iradesinin simgesidir. Hikâye, Ömer Seyfettin’in Türkçülük anlayışıyla yoğrulmuş; milli şuur kazandırma amacını taşıyan bir edebi örnektir.
Topuz, devletin saygınlığını ve gerektiğinde şiddetle tecelli eden otoritesini, semboller (topuz, berat, davul) aracılığıyla vurgulayan çarpıcı bir anlatıdır. Okuyucuyu beklenmedik sonuyla sarsar; tarihsel bir atmosferde geçen kısa ama etkili bir milli duruş öyküsüdür.
Ömer Seyfettin – Vire (1917)
Vire, Ömer Seyfettin’in zekâ, strateji ve milli bilinç temalarını işlediği kısa hikâyelerinden biridir. 11 Ekim 1917’de Yeni Mecmua’da yayımlanan bu öyküde, Osmanlı sınırında yer alan bir kalede görev yapan genç komutan Barhan Bey’in akıl dolu bir planla düşman ordusunu alt edişi anlatılır. Kale, yalnızca 150 askerle savunulmaktadır; mühimmatları sınırlı, erzakları tükenmek üzeredir. Düşman ise yüzlerce şövalyeyle kaleyi kuşatmıştır. Barhan Bey, doğrudan çatışmanın anlamsız olduğunu görür ve vire (teslim) oyununu oynamaya karar verir.
Barut sandığı süsü verilen kömür çuvalları, içilmez hale getirilmiş su sarnıcı ve teslim süsü verilen bir kurgu yardımıyla düşman kandırılır. Düşman, kaleye giriş izni aldığını sanırken, aslında kendi sonunu hazırlamıştır. Su ve mühimmat bulamayan şövalyeler dört gün susuzluk çeker, sonunda teslim olur ve büyük miktarda erzak karşılığında esirlerin iadesiyle uzaklaştırılır. Böylece kalenin onuru korunur, tek bir kurşun atmadan düşman bozguna uğratılır.
Vire, savaşta kaba güçten ziyade stratejik aklın önemini vurgular. Barhan Bey, aklın rehberliğinde hareket eden bir liderdir. Hikâyenin dili sade, anlatımı akıcı, yapısı klasik olay hikâyesi şeklindedir. Maupassant tarzı bu öyküde, Ömer Seyfettin Türk milletine savaşta düşünmenin, planlamanın ve sabrın ne denli etkili olduğunu göstermek ister. Aynı zamanda, cesareti kör şiddetle değil; bilgelikle dengeleyen bir kahraman tipi sunar.
Ömer Seyfettin – Zeytin Ekmek
Ömer Seyfettin’in Vermeyince Mabud adlı kısa hikâyesi, savaş yıllarının gölgesinde yoksullukla boğuşan genç bir kadının sessiz trajedisini anlatır. Hikâyeye adını veren deyim –Vermeyince Mabud, neylesin Mahmud; bu sefer hayatta hiçbir nasibi olmayan, toplumun en altındaki bir kadının yazgısıyla ilişkilendirilir.
Hikâye, yoksulluğun en ağır hâllerini yaşayan, hastane civarındaki bir gecekonduda yaşam mücadelesi veren genç bir kadınla açılır. Kadın, hem fiziksel hem duygusal açıdan tükenmiştir. Üstü başı yırtık, gıdasızlıktan solgun, ama hâlâ dimdik duran bir gurur taşır. Kuru ekmeğin yanına bulabildiği tek şey zeytindir. Hayatı boyunca eline geçen en büyük nimet, kuru bir zeytinli ekmek olmuştur. Gözlerini pencereden dışarı dikerken, onun hayattan beklentisizliğini de hissederiz.
Bu hikâye, Ömer Seyfettin’in çoğu milliyetçi, kahramanlık odaklı öykülerinden farklıdır. Olaydan çok ruh hâline, kahramanlıktan çok çaresizliğe odaklanır. Kadın merkezli olması, onu hem edebî hem pedagojik açıdan özel kılar.
Nasıl Kurtarmış? Öyküsünde Kadı Figürü: Aşağılama mı, Eleştiri mi?
Öyküde Kadı Mustafa Efendi; sessiz, soğuk, donuk, gülmeyen, halkla bağ kurmayan bir figür olarak çizilir. Çarşıdaki insanlar onun gülümsememesinden, suskunluğundan, varlığıyla etrafa bir tür baskı ve korku salmasından söz eder. Ancak esas kırılma noktası, bir rüyada ortaya çıkar: Bir Yörük, rüyasında bu kadının bir yaban domuzuna dönüşerek sürüye saldıran kurdu parçaladığını anlatır. Bunun üzerine halk, kadıyı “kahraman” olarak görmeye başlar. Yani hiçbir şey yapmayan biri, yalnızca bir hayal (rüya) ve korku üzerinden yüceltilir.
Fakat burada ince bir detay var:Kadı bir domuz suretinde kahramanlaştırılıyor. Bu, İslamî ve Osmanlı değerleri bağlamında düşündüğümüzde açık bir aşağılama imgesidir. Domuz, İslami sembolizmde en aşağılık hayvanlardan biri olarak görülür. Kahramanlık anlatısına bu türden bir dönüşümle katılması, hem grotesk hem alaycıdır.
Nasıl Kurtarmış? Adlı öykü ilk bakışta güldüren ama derinlemesine bakıldığında kadı figürü üzerinden hem halkın güç algısını hem de Osmanlı taşra düzenini aşağılayan, ince bir hiciv taşır. Kahraman, halkın zihninde yaratılır; ama bu kahramanlık bile grotesk, alaycı ve aslında aşağılayıcı bir biçimde kurulur. Kadının bir domuz suretine bürünmesi, onun halkın bilinçaltındaki gerçek değerini ortaya koyar: korkulan ama sevilmeyen, saygı duyulan ama küçümsenen bir figür.
Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları
Ömer Seyfettin’in ilk kez 1916’da Türk Yurdu Mecmuası’nda yayımlanan, ancak 1910 yılında kaleme aldığı Hürriyet Bayrakları adlı öyküsü, II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlıcılık düşüncesinin Balkanlar’daki gerçeklikle çatışmasını gözler önüne seren güçlü bir hiciv örneğidir. Yazar, Balkan Savaşları sırasında bizzat tanık olduğu çözülme sürecini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısının artık bir arada tutulamayacak hale gelişini sade, ironik ve çarpıcı bir dille aktarır. Hikâyenin merkezinde idealler ile gerçekler arasındaki derin uçurum, romantik hayallerin trajik bir yanılsamaya dönüşmesi ve çok uluslu bir imparatorluğun çözülüş süreci yer alır.
Öykü, Bulgaristan’daki Demirhisar’dan Cumayıbala ve Razlık’a uzanan bir yolculuğu konu alır. Kahraman anlatıcı, II. Meşrutiyet’in yıldönümü olan 10 Temmuz sabahı, kaldığı handa davul ve zurna sesleriyle uyanır; dışarıda Meşrutiyet’in coşkuyla kutlandığını gözlemler. Ancak bu coşkunun ardında, “Hangi milletin bayramı?” sorusu zihnini kurcalamaktadır. Anlatıcı, Osmanlıcılık idealine şüpheyle yaklaşır; çünkü onun gözünde bu ideal, birbirinden farklı tarih, dil, kültür ve hedeflere sahip milletleri zorla bir arada tutmaya çalışan romantik ama gerçek dışı bir hayalden ibarettir.
Yola çıkan anlatıcı, bir teğmenle karşılaşır. Bu genç zabit, Osmanlıcılık idealine yürekten bağlıdır ve II. Meşrutiyet’in ilanıyla artık Arap, Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp, Yahudi, Ermeni ve Türklerin tek bir millet olduğunu savunur. Anlatıcı ise mantıksal ve matematiksel örnekler yoluyla bu görüşü çürütmeye çalışır; farklı milletleri zorla bir araya getirmenin, farklı türden nesneleri toplayıp tek bir bütün yapmaya çalışmak kadar imkânsız olduğunu vurgular. Zabit ise ideallerinin doğruluğundan şüphe etmeyi reddeder; ona göre bu düşünceye yalnız halk değil, devlet adamları da inanmıştır ve bu inanç yanlış olamaz.
Tartışma, bir Bulgar köyünün uzaktan görünmesiyle farklı bir boyut kazanır. Zabit, köydeki kırmızı biber sarkıntılarını uzaktan görünce heyecana kapılır ve bunların hürriyet bayrakları olduğunu, Bulgarların Osmanlılık fikrine bağlılıklarının göstergesi sayılabileceğini iddia eder. Anlatıcı şüphe içindedir, ancak zabitin ısrarıyla köye kadar gitmeyi kabul eder. Zorlu bir yolculuğun ardından köye vardıklarında gerçeğin acı yüzü ortaya çıkar: uzaktan bayrak gibi görünen kırmızı nesneler, aslında Bulgar köylülerinin kış için hazırladıkları, güneşe astıkları kırmızı biber dizileridir. Zabit’in yaşadığı hayal kırıklığı, yalnızca bireysel bir yanılgı değil, Osmanlıcılık idealinin iflasının sembolüdür. Köylülerin ilgisizliği, köpeklerin havlaması ve domuzların kayıtsızca gübre arayışı, Osmanlıcılık fikrinin Balkanlar’da halk nezdinde hiçbir anlam taşımadığını, bu topraklarda artık Osmanlılık adına bir duygu kalmadığını ortaya koyar.
Hikâye boyunca kırmızı biber dizileri, Osmanlıcılık hayalinin görsel bir metaforu olarak öne çıkar. Uzaktan bakıldığında umut ve birlik sembolü gibi görünen bu nesneler, yakından bakıldığında sıradan ve gündelik bir gerçekliği temsil eder. Ömer Seyfettin’in sade ve yalın dili, ironik anlatımı ve sembollerle kurduğu güçlü metaforik yapı, metni yalnız bir öykü olmaktan çıkarıp çöküşteki bir imparatorluğun ruh haline dair bir belgeye dönüştürür. Yazar bu öyküyle; bir devrin politik atmosferini, çok uluslu imparatorlukların çözülme sürecini, sahte ideallerin ve hayallerin toplumları nasıl yanıltabileceğini çarpıcı biçimde aktarır. Hürriyet Bayrakları, dün olduğu gibi bugün de farklı kimliklerin bir arada yaşaması üzerine yürütülen tartışmalara ışık tutan, tarihten dersler çıkarılması gereken güçlü bir edebi metin olarak önemini korumaktadır.
26 Haziran 2025 Perşembe
Gölyazı Bursa / Tarihî ve Kültürel Sürekliliği
Gölyazı
Bursa Tarihî ve Kültürel Sürekliliği
Gölyazı, antik dönemdeki
adıyla Apollonia ad Rhyndacum, günümüz Türkiye’sinin kuzeybatısında, Bursa
iline bağlı Nilüfer ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir yerleşimdir.
Coğrafi konumunu Apolyont (Uluabat) Gölü kıyısında alması ve antik Rhyndakos
(bugünkü Mustafakemalpaşa) Nehri’ne yakınlığı, bölgeyi tarih boyunca hem
ekonomik hem de stratejik açıdan değerli kılmıştır. Yerleşimin tarihi, MÖ 6.
yüzyıla kadar uzanmakta olup, Mysia bölgesi sınırları içerisinde
konumlanmaktadır. Antik çağlarda ‘‘Apollonia ad Rhyndacum’’ adıyla anılan bu
yerleşim, adını ışık tanrısı Apollon’a ithafen almış ve Apollon’a adanmış
tapınaklarıyla ün kazanmıştır.
Antik dönem boyunca
Gölyazı, dinsel kimliğiyle öne çıkan bir kent olmuş; özellikle Helenistik ve
Roma dönemlerinde, Apollon kültünün yaygınlığına bağlı olarak bölgede yoğun bir
tapınak mimarisi ve heykeltraşlık faaliyeti gelişmiştir. Bu dönemden kalan lahitler,
yazıtlar, mimari bloklar ve heykel parçaları, tapınak çevresinde gelişen yoğun
bir kamusal yaşamın izlerini taşımaktadır. Roma döneminde Gölyazı bir polis
statüsü kazanmış, ekonomik yapısı özellikle tarım, balıkçılık ve ticaret
üzerinden şekillenmiştir. Aynı zamanda Roma’nın bölgesel ağı içinde imparatorluk
kültünün taşıyıcısı hâline gelmiştir.
Bizans döneminde,
Gölyazı’nın karakteri daha belirgin bir biçimde Hristiyanlık merkezli bir
yapıya bürünmüştür. Hristiyanlığın resmî din olarak kabul edilmesiyle birlikte
burada inşa edilen dini yapılar, kentin bir piskoposluk merkezi olabileceğini
düşündürmektedir. Özellikle halk arasında ‘‘Zambaklı Kilise’’ olarak bilinen
yapı, plan düzeni, duvar freskleri ve mimari elemanlarıyla erken Bizans dönemi
ruhaniyetini ve estetiğini yansıtmaktadır. Aynı şekilde, bugün hâlâ görülebilir
durumda olan Aziz Panteleimon Kilisesi, bu dinsel sürekliliğin önemli bir
taşıyıcısıdır. Gölyazı, bu dönemde hem dinsel otoritenin hem de yerel üretimin
bir arada bulunduğu istikrarlı bir yerleşim formuna kavuşmuştur.
Osmanlılar, bölgeye ilk
kez 1302’de Bafeus Savaşı sonrası ulaşmış; daha sonra bölge, Kara Ali Bey
tarafından fethedilmiştir. Osmanlı döneminde Gölyazı, farklı etnik ve dini
kimliklerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir Osmanlı kasabasına dönüşmüştür.
16. yüzyıl tahrir defterlerinde, nüfusun büyük çoğunluğunu Rum Ortodoks
toplulukların oluşturduğu; halkın ise balıkçılık, zeytincilik ve özellikle ipek
böcekçiliği gibi faaliyetlerle geçimini sağladığı görülmektedir. Rum nüfus,
kendi dini yapıları, okulları ve zanaatkârlıklarıyla kasabanın sosyal dokusunu
şekillendirmiştir.
Bu çokkültürlü yapı, 1923
Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ile kesintiye uğramıştır. Lozan Antlaşması
kapsamında gerçekleşen zorunlu göç sonucu, Gölyazı’daki Rum halk 1924 yılında
Yunanistan’a göç etmiş; yerlerine Selanik, Kavala, Drama ve Girit’ten gelen
Müslüman Türk göçmenler yerleştirilmiştir. Yeni gelen halk, kendilerine yabancı
olan bu coğrafyada geçmişin izlerini dönüştürerek, çoğu zaman üzerine kendi
hikâyelerini yazarak yaşam alanlarını yeniden tanımlamıştır.
Günümüzde Gölyazı, hem
tarihsel sürekliliği hem de kültürel dönüşümü aynı anda barındıran bir bellek
mekânı olarak öne çıkar. Nüfusu görece azdır; halk büyük ölçüde balıkçılık,
zeytinyağı üretimi ve giderek artan kırsal turizm faaliyetleriyle geçimini
sağlamaktadır. Özellikle kadınlar, yerel üretim, el sanatları ve kültür turizmi
alanlarında aktif bir rol üstlenmektedir. Gölyazı’da mübadele belleği hâlâ
canlıdır; yaşlı kuşaklar göç anlatılarını nesiller boyunca aktarmakta, yerel
halk her yıl düzenlenen Mübadele Anma Günü etkinlikleriyle bu tarihsel
travmanın kültürel izdüşümünü yaşatmaktadır.
Mimari olarak Gölyazı, üç
ana katmanı bir arada taşır: antik dönem kalıntıları, Bizans yapıları ve Osmanlı mübadele
dönemi sivil mimarisi. Antik kentten kalan sur parçaları, Apollon Tapınağı
izleri, lahitler ve yazıtlar, Gölyazı’nın Apollonia kimliğini günümüze taşıyan
unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir. Bizans döneminden kalan kiliseler,
özellikle freskli duvarlarıyla dikkat çekerken; Osmanlı ve mübadele sonrası
inşa edilen taş evler, cumbalı yapılar ve dar sokaklar, yerleşimin sosyomekânsal
sürekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca 750 yıllık Ağlayan Çınar,
bölgenin doğal ve efsanevi belleğini taşıyan sembolik bir varlık olarak dikkat
çeker.
Arkeolojik araştırmalar,
bu çok katmanlı yapının bilimsel belgelenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bursa
Arkeoloji Müzesi ve Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen
çalışmalar, bölgenin tarihsel dönemleri arasındaki geçişleri açığa çıkaran
önemli veriler sunmuştur. Yüzey araştırmaları; Apollonia’nın kent planı,
tapınak mimarisi, mezar tipolojisi ve yazıt kültürü üzerine disiplinlerarası
yorumları mümkün kılmakta, özellikle nekropol alanları, antik inanç
sistemlerine dair kapsamlı bilgiler sağlamaktadır.
Tüm bu özellikleriyle
Gölyazı, geçmişin bir tanığı ve geçmişle bugün arasında sürekli yeniden kurulan
bir ilişkinin mekânı olarak değerlendirilebilir. Tarihî sürekliliği, kültürel
çoğulluğu, mekânsal dönüşümü ve yaşayan belleğiyle, Gölyazı Anadolu’nun
kültürel miras coğrafyası içinde özel ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu
nedenle bölge; tarihçiler ve arkeologlar, mimarlık, şehir planlama, antropoloji
ve kültürel çalışmalar alanlarında çalışan araştırmacılar için dikkate değer,
yaşayan bir araştırma sahasıdır.
Mitolojik ve Efsanevi
Katman: Gölyazı’nın Ruhunu Besleyen Anlatılar
Gölyazı, tarihsel
katmanlarıyla; taşıdığı mitolojik ve efsanevi anlatılarla çok boyutlu bir
belleğe sahiptir. Bu anlatılar, bölgenin kültürel sürekliliğini sözlü hafızayla
biçimlendirmiştir. Gölyazı’nın taşlarında, gölünde ve ağaçlarında saklı olan bu
öyküler, zamanın dışında bir hafızayı bugüne taşır.
1. Apollon’un Gölü ve
Kehanetler
Gölyazı’nın antik adı Apollonia
ad Rhyndacum, bir tanrının adıyla, bir inanç biçimiyle şekillenmiştir.
Apollon’un ışık, sanat ve özellikle kehanetle ilişkilendirilen doğası,
yerleşimi kutsal bir zemin hâline getirmiştir. Antik kaynaklarda, tapınak
rahiplerinin Uluabat Gölü’nün suyuna bakarak kehanetlerde bulunduğu, gölde
yansıyan ışığın tanrısal bir mesaj taşıdığına inanıldığı aktarılır. Bu anlatı,
Gölyazı’nın gölle kurduğu bağı metafizik bir düzleme de taşır.
2. Prensesin Adası
Efsanesi
Yörede anlatılagelen bir
başka efsane, Gölyazı’nın oluşumuna mitolojik bir açıklama getirir. Rivayete
göre, Apollonia kralının çok güzel bir kızı vardır. Komşu krallığın prensi bu
kıza âşık olur; fakat prenses, bu aşkı geri çevirir. Öfkesine yenik düşen Melde
kralı, kentin yakınındaki nehir yatağını değiştirerek bölgeyi sular altında
bırakır. Prensesin saklandığı tepe, sularla çevrilir ve bugünkü Gölyazı
yarımadası böyle oluşur. Bu efsane, doğal coğrafyanın halk belleğinde nasıl
masalsı bir dile dönüştüğünü gösteren özgün örneklerden biridir.
3. Ağlayan Çınar ve Eleni
ve Mehmet’in Aşkı
Gölyazı’nın belki de en
dokunaklı anlatısı, Eleni ile Mehmet’in hüzünlü aşkıdır. Mübadelenin kasabayı
ikiye böldüğü yıllarda, bir Rum kızı olan Eleni ile Türk genci Mehmet birbirine
âşık olur. Ancak Eleni’nin ağabeyi Yorgi, bu aşkı kabul etmez ve Mehmet’i
öldürür. Eleni, sevdiğinin cansız bedenini göl kıyısındaki ulu çınarın altında
bulduğunda, oracıkta canına kıyar. O günden sonra bu ağaç, ‘‘Ağlayan Çınar’’ olarak
anılır. Gövdesinden süzülen su damlalarının iki âşığın gözyaşları olduğuna
inanılır. Bu anlatı, mübadele travmasını bireysel bir trajediye dönüştürerek
tarihsel olayları duygusal bir derinliğe taşır.
Bu mitolojik ve efsanevi
anlatılar, Gölyazı’nın ruhsal ve imgesel katmanlarla örülü bir bellek mekânı
olduğunu ortaya koyar. Tapınak taşları kadar, anlatılan efsaneler de bu
coğrafyanın hakikatidir; kehanet gölünde yansıyan bir ışık, suda kalan bir
çığlık ya da ağacın gövdesinde donmuş bir yas olarak…
Gölyazı’nın Ekolojik ve
Biyolojik Zenginliği
Gölyazı, tarihî ve
kültürel katmanlarının ötesinde, barındırdığı doğal zenginlikleriyle de dikkat
çeken özgün bir peyzaj alanıdır. Özellikle Uluabat Gölü çevresinde şekillenen
ekosistem, biyolojik çeşitliliği ve uluslararası koruma statüsüyle bölgeyi bir
tarih mekân ve doğa mirası olarak tanımlar. Bu doğal çevre, Gölyazı’nın
toplumsal yaşamına, ekonomisine ve hatta mitolojik anlatılarına derinlemesine
işlemiştir.
Uluabat Gölü:
Uluslararası Öneme Sahip Bir Sulak Alan
Gölyazı’nın kıyısında yer
alan Uluabat Gölü, 1998 yılında Ramsar Sözleşmesi kapsamında koruma altına
alınmıştır. Bu statü, gölün yalnızca yerel bir doğal kaynak olmadığını, aynı
zamanda küresel ekosistem hizmetleri ve biyolojik çeşitlilik açısından da
kritik bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Uluabat, su rejimi, besin
zinciri, karbon döngüsü gibi sistemlerde oynadığı rolle doğal dengenin
sürdürücüsü niteliğindedir.
Kuş Cenneti: Göç
Yollarının Kalbinde
Uluabat Gölü, Avrupa-Afrika
kuş göç yolları üzerinde yer almakta ve bu nedenle yıl boyunca farklı
dönemlerde 200’ü aşkın kuş türünü ağırlamaktadır. Tepeli pelikan, suna, gri
balıkçıl, leylek ve karabatak, gölde hem barınmakta hem de üremektedir. Gölyazı
sokaklarında elektrik direklerine yuva yapan leylekler, bu zenginliğin gündelik
hayata yansıyan en görünür ve sevimli örneklerindendir. Bu durum, insanla doğa
arasındaki barışçıl yakınlığın sembolü hâline gelmiştir.
Bitki Örtüsü ve Endemik
Türler
2003-2005 yılları
arasında Uluabat Gölü kıyısı ve adalarında yürütülen floristik araştırmalar,
bölgede 675 farklı bitki taksonu bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu taksonlar, 96
ayrı familyaya aittir ve içlerinde 24 endemik tür yer almaktadır. Papatyagiller, baklagiller, ballıbabagiller gibi
yaygın familyalar, Gölyazı çevresinin botanik açıdan ne denli çeşitli ve
değerli olduğunu göstermektedir.
Su Canlıları ve
Balıkçılık Geleneği
Uluabat Gölü, turna,
yayın ve sazan gibi balık türlerinin yanı sıra, geçmişte oldukça bol bulunan kerevit
gibi kabuklu canlılara da ev sahipliği yapmıştır. Ancak son yıllarda aşırı
avlanma ve ekolojik dengesizlikler, bu türlerin popülasyonlarında ciddi
azalmaya yol açmıştır. Yine de balıkçılık, Gölyazı halkının temel geçim
kaynaklarından biri olmayı sürdürmektedir
Ekolojik Tehditler ve
Koruma Sorunları
Tüm bu zenginliğe rağmen,
Gölyazı ve çevresi ekolojik tehditlerle karşı karşıyadır. Özellikle evsel
atıklar, tarımsal kimyasallar ve kontrolsüz yapılaşma baskısı, gölün su
kalitesini olumsuz etkilemekte; göçmen kuşların barınma alanlarını
daraltmaktadır. Ayrıca bilinçsiz turizm, doğal ve kültürel miras üzerinde
kalıcı tahribatlar yaratabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle, bölgede sürdürülebilir
turizm politikalarının hayata geçirilmesi ve ekolojik farkındalığın artırılması,
Gölyazı’nın hem doğal hem kültürel sürekliliği açısından yaşamsal önemdedir.
Güncel Sosyoekonomik
Dinamikler
Gölyazı, son on beş yılda
hızla değişen bir kırsal peyzajın içinden geçmektedir. Özellikle kırsal
turizmin yükselişi, Bursa, İstanbul ve Kocaeli gibi büyük şehirlerden gelen
günübirlik ziyaretçilerin artışıyla ivme kazanmış; bölgenin hem doğal
güzellikleri hem de tarihî dokusu üzerindeki ilgi yoğunlaşmıştır. Ancak bu
yoğunlaşma, beraberinde çeşitli sosyoekonomik ve kültürel gerilimleri de
getirmiştir.
Gölyazı’da turizmin
getirdiği ekonomik canlanma, gelir dağılımında dengesizlik yaratmıştır. Göl
kenarında konumlanan işletmeler, kafeler ve pansiyonlar ekonomik hareketliliğin
merkezinde yer alırken; geçimini hâlâ balıkçılık, zeytin üretimi ve el
sanatıyla sağlayan geleneksel kesimler bu döngüden yeterince fayda
sağlayamamaktadır. Böylece, görünmeyen bir içsel eşitsizlik haritası oluşmakta;
kırsalın ekonomik aktörleri arasında yeni sınırlar belirginleşmektedir.
Mekânsal olarak da
dönüşüm belirgindir. Gölyazı’nın geleneksel taş evlerinden bazıları pansiyonlara
ve ticari mekânlara dönüştürülürken, bu dönüşüm çoğu zaman yerel mimariyle uyumsuz
yapılarla desteklenmekte ve kültürel peyzajın bütünlüğünü tehdit etmektedir.
Göl manzaralı yapıların estetik kaygılardan çok, ticari beklentilerle
şekillenmesi, hem görsel kültürü hem de mekânsal hafızayı zayıflatmaktadır.
Özellikle 14 Şubat,
bayramlar ve hafta sonları gibi özel günlerde Gölyazı, taşıma kapasitesinin çok
üzerinde ziyaretçiyi ağırlamakta; günlük 10.000’i aşan insan akışı, hem
çevresel baskı hem de yerel halkın yaşam kalitesinde gözle görülür bir düşüş
yaratmaktadır. Bu durum, göl ekosistemine zarar vermekte; çöp, trafik ve
gürültü gibi sorunlar bölgenin kırılgan yapısını zorlamaktadır. Kırsal bir
yerleşim için bu denli yoğun ve kontrolsüz ziyaret, hem yaşam biçimini hem de
kimliği aşındıran bir sürece dönüşmektedir.
Görsel Kültür ve Medya Temsilleri: Gölyazı’nın Yeni Yüzü
Gölyazı, son yıllarda akademik
literatürde ya da turistik broşürlerde; görsel kültür ve medya üretimleri
içerisinde görünürlük kazanmıştır. Mekân, hem doğal hem de duygusal
katmanlarıyla bir anlatı yüzeyi olarak yeniden inşa edilmektedir.
Özellikle Derviş Zaim’in ‘‘Balık’’
adlı filmi, Gölyazı’nın hem doğal atmosferini hem de insani yalnızlığını
sinemaya taşımış; izleyiciye bu yerleşimin görsel olduğu kadar anlamsal
derinliğini de sunmuştur. Filmde, gölün durgun yüzeyi kadar, insanların içsel
sessizliği de anlatının merkezine yerleştirilmiştir.
Bunun dışında Gölyazı, fotoğrafçılar
ve sosyal medya kullanıcıları için bir açık hava stüdyosu hâline gelmiştir. Gün
doğumu ve gün batımı fotoğrafları, sazlıklar arasında süzülen kayıklar ve çınar
gölgesinde oturan yaşlı kadınlar, Instagram’da binlerce kez dolaşıma girmiştir.
Bu görsel temsiller, Gölyazı’nın imajını romantize etmiş; böylece bölgeye ‘‘Instagram
turizmi’’ yapan daha genç ve görsellik odaklı bir kitle de yönelmiştir.
Görselliğin tüketimle birleştiği bu yeni turizm formu, mekânın anlamını yeniden
kurarken, aynı zamanda geleneksel dokuyu da dönüştürmektedir.
Gölyazı’da kültürel ve
doğal mirasın korunması, profesyonel uzmanlarca, yerel halkın ve yerel yönetimlerin aktif katılımıyla yürüyen, çok
katmanlı bir koruma pratiğidir. Bu bağlamda Nilüfer Belediyesi’nin 2025 yılında
düzenlediği “Gölyazı Çalıştayı”, kültürel peyzaj, ekolojik denge ve
sürdürülebilir turizm gibi konularda katılımcı bir vizyon ortaya koymuştur.
Kara Kentin Kahkahası
Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...
-
Bu resmi, tarihi bir belgeyi kaynak alarak özgün biçimde çizdim. Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa Bey Sarayı, Osmanlı Devleti’nin kurulu...
-
Mustafa Kutlu Beyhude Ömrüm / Toprağın Direnişi ve Ruhun Çöküşü: Beyhude Ömrüm ile Yaban Romanında Doğa ve Yalnızlık Mustafa Kutlu'nun ...
-
Demirtaş: Türkiye’nin İlk Çim Kayağı Tesisinin Ardındaki Köy Bursa'nın kuzeyindeki Osmangazi 'ye bağlı Demirtaş Mahallesi , sıradan ...



