21 Haziran 2025 Cumartesi

Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

 


Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

Uludağ’ın eteklerinde, Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı bir köy düşünün. Eski taş yolların kıvrılarak ulaştığı, çam ve kestane ağaçlarıyla çevrili küçük bir yerleşim burası. Bugün Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıda, geçmişte ise yalnızca keçi yollarıyla varılan bu köy, Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahiptir. Çünkü burası, Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden doğan Feride’nin Anadolu’daki ilk durağıdır. Romanın ve gerçek tarihin sayfalarında da bu köyün bir izi vardır.

Zeyniler, 19. yüzyılda Bursa’ya göç eden Ahıska Türkleri tarafından kurulmuştur. Ancak köyün adı daha da eskilere dayanır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde bu çevrede faaliyet gösteren Zeyniye Tarikatı’nın adı köye yansımıştır. Bu manevi hisler ve doğayla iç içe hâl, belki de Feride karakterine ruh kazandıran arka planı oluşturur.

Reşat Nuri Güntekin’in yolu Zeyniler’e 1917’de düşer. O yıllarda Bursa Erkek Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atanmış, aynı zamanda Işıklar Askerî Lisesi’nde de ders vermektedir. Gençtir, içinde kıpır kıpır bir gözlem isteği taşır. Kâh tiyatroya gider, kâh Bursa sokaklarını dolaşır. Derken bir gün, köyün üst taraflarında, halkın ‘‘Seyir Tepe’’ dediği yere varır. Elinde bir defter, gözünde uzaklara dalmış bir bakışla, çevredeki çocukların ilgisini çeker. Onların arasında ise biri farklıdır: Yedi sekiz yaşlarında, çevik, hazır cevap, dikkatli bir kız çocuğu. Adı Feride Özkaya’dır.

Reşat Nuri, onu bir ağaca tırmanmış hâlde görünce seslenir: “Çalıkuşu, düşeceksin, in aşağı.” Ve belki o an, edebiyatımızda Feride’nin ilk kıvılcımı çakar.

Bu karşılaşmanın gerçekliği, Feride Özkaya’nın yeğeninin yıllar sonra yaptığı anlatımla ortaya çıkar. Elbette Çalıkuşu karakteri yalnızca bu çocuğa indirgenemez; Feride, çok sayıda gözlem, duygu ve hayalin birleşiminden doğar. Ancak Zeyniler Köyü, bu hayalin ete kemiğe büründüğü yerdir. Romanın Feride’si, öğretmen olarak ilk tayinini bu köye alır. Okulsuz, yolsuz, yabancılara kapalı bir dağ köyünde, İstanbul terbiyesiyle yetişmiş bir genç kadının ayakta kalma çabası başlar. Feride’nin direnci, idealizmi ve yalnızlığı burada billurlaşır.

Zeyniler, romanda uzun bir bölümde anlatılmaz, fakat karakterin ruhsal çatısının örüldüğü en somut mekândır. Feride, burada şehirli yanıyla köylü gerçeklik arasında sıkışır. Ne tamamen dışlanır, ne tam anlamıyla kabul edilir. Öğretmenlik yaptığı kısa süre içinde bu yabancı coğrafyayla arasına bir bağ kurar, yalnız hayat onu başka yerlere sürükleyecektir.

Zeyniler bugün küçük bir mahalle olarak yaşamını sürdürüyor. Ancak tabelalarda hâlâ ‘‘Çalıkuşu Köyü’’ olarak anılır. Reşat Nuri’nin bıraktığı bu iz, yalnızca romanla sınırlı kalmamış, Bursa’nın kültürel kimliğine de sinmiştir.


Bir Kültürel Sembol Olarak Feride

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanındaki Feride karakteri, Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet döneminde kadına biçilen rolleri hem taşıyan hem de bu rolleri aşmaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkar. Fransız mürebbiyelerle yetişmiş, şehirli, eğitimli, kültürlü bir kadın profili sunar. Aynı zamanda toplumsal geleneklerle, aile baskısıyla ve aşk ile meslek arasındaki çatışmalarla da mücadele eder. Bu çelişkili yapı, onu kültürel bir sembol hâline getirir. Kadınların Feride’yle özdeşleşmesi bu noktada anlam kazanır. Çünkü Feride hem tarihsel bağlamda modern kadın fikrinin bir yansımasıdır hem de bireysel seçimlerinin sorumluluğunu üstlenen bir karakter olarak dönemin kadın okurları üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Çalıkuşu lakabı ise doğrudan doğayla ilişkilidir. Bu isim; sürekli hareket hâlinde olan küçük bir kuştan gelir. Bu kuşun adı, dönemin halk anlatılarında da geçer ve genellikle özgürlüğüne düşkün, ele avuca sığmaz kişilikler için kullanılır. Feride’ye bu ismin verilmesi, onun toplumsal kalıplara uymayan mizacını anlatmak için kültürel olarak oldukça yerindedir.

İlginç olan ise, bu karakterle yalnızca kadınların değil, erkeklerin de zaman zaman özdeşleşmesidir. Bu durum ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de, aslında oldukça yapıcı ve kültürel açıdan dikkat çekici bir özelliktir. Erkeklerin Çalıkuşu kimliğini benimsemeleri, kalıplaşmış erkeklik normlarının dışında bir hassasiyet geliştirdiklerini gösterir. Bu hassasiyet, eril iktidar anlayışına yaslanmadan da güçlü olunabileceğini düşünen, bireysel duruşa değer veren bir bakış açısına işaret eder.

Toplumun uzun süre erkeklere yüklediği güçlü, duygusuz, kararlı ve sessiz kalıpları, Çalıkuşu’nda kendini gören erkekler kırmış olur. Onlar için Feride’nin içsel çatışmaları, kararsızlıkları, duygularını bastırmadan yaşayabilmesi bir örnek teşkil eder. Bu özdeşleşme, kültürel kodlarla da hesaplaştığını gösterir.

Bu anlamda Feride’yle özdeşleşen erkek figürü, bireyci, özgürlükçü ve hassas bir duruşun temsilcisi olarak okunabilir. Çalıkuşu ismi onlar için bir lakaptan öte, alternatif bir yaşam tarzının, farklı bir kişilik yapısının sembolüne dönüşür. Bu da hem edebiyatın gücünü hem de toplumsal dönüşümün birey üzerindeki etkisini ortaya koyar.







Zeyniler Köyünün Tarihi

Zeyniler, Bursa’nın doğusunda, Uludağ’ın eteklerine yaslanmış eski bir yerleşim yeridir. Bugün idari olarak Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalle statüsünde olsa da, geçmişte köy niteliği taşıyan bu yerleşim, hem doğal yapısı hem de tarihsel izleriyle dikkat çeker.

Köyün adı, Zeyniyye Tarikatı ile bağlantılıdır. Bu tarikat, 14. yüzyılda yaşamış olan Zeynüddin Hafi’nin kurduğu, tasavvufi çizgisi Halvetiyye ile benzerlik taşıyan bir yapıya sahiptir. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren özellikle Batı Anadolu’da ve Bursa civarında etkili olmuştur. Zeyniler adı da büyük olasılıkla bu tarikata mensup dervişlerin ya da müritlerin bu bölgede yerleşik hâle gelmesiyle anılmaya başlanmıştır. Böylece köyün adı, dini ve kültürel bir geçmişin taşıyıcısı olmuştur.

Zeyniler’in bugün yaşayan halkının önemli bir kısmı Ahıska Türkleri’dir. Ahıska Türkleri, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın Kafkasya’ya yönelik baskıcı politikaları sonucunda Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göç dalgasının bir bölümü de Bursa’ya ulaşmış, yerleşim için Uludağ’ın eteklerinde stratejik ve tarıma elverişli yerler tercih edilmiştir. Zeyniler de bu tercihlerden biridir. Ahıska Türkleri burada hem tarım ve hayvancılıkla uğraşmış, hem de kültürel geleneklerini yaşatarak köyün sosyal dokusunu oluşturmuştur.

Köy, uzun yıllar boyunca dışa kapalı, doğayla uyumlu bir yaşam sürmüştür. Geçmişte ulaşım zordur, yollar dardır. Ancak bu zorluklar, köyün kendi içine dönük kültürel yapısını güçlendirmiştir. Aile bağları kuvvetli, komşuluk ilişkileri sıkıdır. Düğünler, bayramlar, cemiyetler geleneksel Ahıska örflerine uygun biçimde sürdürülmüştür. Bugün bile Zeyniler’de halkın bir kısmı bu gelenekleri yaşatmaya devam eder.

Cumhuriyet döneminde köy, eğitimle ve okulla daha sıkı ilişki kurmaya başlamıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarında Bursa ile bağlantı yollarının iyileşmesiyle birlikte şehirle daha yakın bir ilişki kurulmuştur. Ancak yine de Zeyniler, Uludağ’ın doğasına yaslanmış, dinginliğini ve içtenliğini koruyan nadir yerlerden biri olmaya devam etmektedir.

 












 

 

20 Haziran 2025 Cuma

Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar



Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar

Kitap okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemeyi alışkanlık hâline getirdim. Bu bazen sadece bir kurşun kalemle bıraktığım küçük bir nokta olur, bazen de elimin altında varsa renkli, şeffaf not kâğıtlarından biriyle sayfaya bir iz bırakırım. Okuduklarım arasında kendime ait olanı ayırmak, dönüp tekrar bakabilmek, düşündüklerimi o satırlara geri çağırabilmek için yaparım bunu. Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını bitirdikten sonra da elim yine o sayfalara döndü. Kitabın içinde dolaştım, sayfa kenarlarına bıraktığım işaretleri takip ettim. Kendime şu soruyu sordum: ‘‘Bu kitabı okuduktan sonra bende ne kaldı?’’

Yanıtı hemen bulmadım. Ama bir sayfaya gözüm ilişti. Anlatılanlar çok tanıdık gelmişti. Belki pek çok kişi tarafından bilinen bir tarihsel olaydı ama ben yine de buraya yazmak istedim. Çünkü bu anlatının içinde öyle bir kesit vardı ki, bana kalırsa insanlık tarihinin tüm yükünü bir anın içine sığdırmış gibiydi.

Yazar, Amerika kıtasındaki ilk insanların Asya’dan yola çıkarak zamanla Sibirya, Bering Boğazı ve Alaska üzerinden MÖ 11.000 yılı civarında ya da bu tarihten daha önce gelmiş olabileceklerinden söz ediyor. Haritayı açtım, Bering Boğazı’nı buldum, gözümle takip ettim o olası yolu. Bu varsayımı ortaya atan insanların haksız olduğunu düşünmek zor geliyor. Olabilir diye geçirdim içimden. Sonra yazarın gözünden Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın insanlar arasında nasıl ayrıştığını, ne zaman ve nasıl karşılaştıklarını okumaya devam ettim.

Amerika kıtasına gelen bu ilk insanlar, güney yönüne inerek orada karmaşık tarım toplulukları kuruyorlar. Yani zaman içinde Eski Dünya’yla tamamen bağlantısı kesilmiş bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. Bu insanlar, yalıtılmış bir dünyada kendi ritimlerinde yaşarken, Eski Dünya’daki insanlarla olan ilk temas, yazarın belirttiğine göre avcı-toplayıcı topluluklar arasında gerçekleşiyor. Bu temaslardan biri, Güney Amerika’da yetişen tatlı patatesin okyanusu geçip Polinezya’ya ulaşmasıyla örnekleniyor.

Yeni Dünya halkının Avrupa insanlarıyla ilk karşılaşması ise MS 986 ile 1500 yılları arasında Grönland’a gelen İskandinavlarla sınırlı kalıyor. Ancak bu karşılaşma yerli halk üzerinde kalıcı bir değişim yaratmıyor. Oysa bundan sonra yaşanacak olan temas, tarihin yönünü değiştiren, büyük acılara sebep olan bir kırılma noktası olacak.

1492 yılı… Kristof Kolomb’un Karayip Adaları’na ayak bastığı o tarih. O zamanlarda bu adalarda yerli nüfus oldukça yoğundu. Fakat o gelişle birlikte hem kıtaya hem de insanlara başka bir anlam yüklenecekti. Kitabın içinde beni en çok sarsan, satır satır içime işleyen anlatı ise Pizarro ile Atauhalpa arasında geçen karşılaşma oldu. Burası artık sadece bir tarih bilgisi olmaktan çıkıp, yüzlerce yılın toplumsal uçurumunu gözler önüne seren bir sahneye dönüşüyor.

Atauhalpa, Yeni Dünya’da büyük bir devletin mutlak hükümdarı olarak karşımıza çıkıyor. Pizarro ise İspanya Kralı adına hareket eden bir kumandan. İkisi Cajamarca’da karşılaşıyor. Bu olayın bu kadar ayrıntılı bilinmesinin sebebi ise yaşananların İspanyollar tarafından kayda geçirilmiş olması. Pizarro’nun önderliğindeki İspanyollar yalnızca 168 kişiden oluşuyor. Atauhalpa’nın ise dağların eteklerine kurduğu büyük bir ordusu var. İspanyollar, yerli halkın kurduğu çadırları ve önlerinde yaktıkları ateşleri büyük bir yerleşim alanına benzetiyor. Kalabalıktan etkileniyorlar; hatta bazıları korkuyor, ürküyor.

Atauhalpa’dan bir haberci gelir. Hükümdar, tüm iyi niyetiyle Pizarro ile görüşmek istediğini bildirir. Bu, İspanyollar için bir fırsattır. Hemen plan yaparlar: Askerlerin bir kısmı meydana bakan küçük bir kalede saklanır. Diğerleri pusu kurar.

Atauhalpa, yanında halkıyla birlikte görüşmeye gelirken kimse bir saldırı beklememektedir. Çünkü yerliler hükümdarlarına güvenmektedir. Onun yanından ayrılmayan insanlar yolları otlardan temizleyerek yürürler. Atauhalpa, sekiz kişinin omuzladığı, altın ve gümüşlerle süslenmiş bir tahtırevan üzerinde ilerlemektedir. Boynunda zümrüt taşlardan bir kolye, başında altın bir taç vardır. Görkemi göz alıcıdır. İspanyollar altınların, değerli taşların çokluğundan büyülenir. Hayatlarında bu kadar ziynet eşyasını bir arada hiç görmemişlerdir. O kadar etkilenirler ki, içlerinden bazıları korkudan tuhaf tepkiler verir.

Vali Pizarro, rahip Vicente de Valverde’yi önden yollar. Rahip bir elinde haç, diğerinde kutsal kitapla Atauhalpa’ya yaklaşır. Ona Tanrı’nın dinine inanmasını, İspanya Kralı'nın buyruğunu kabul etmesini teklif eder. Atauhalpa kutsal kitaba bakmak ister, eline alır. Ne olduğunu tam anlayamaz. İlk önce kitabı açamaz, sonra açtığında ne yapması gerektiğini bilmediği için kenara fırlatır. Bu davranışı İspanyollar, kendi dinlerine yapılmış bir hakaret gibi algılar.

Ve işaret verilmiş olur. Borular çalmaya başlar, tüfekler ateşlenir, atların başındaki çıngıraklar çalınır, savaş naraları yükselir. Yerliler silahsızdır, hiçbir hazırlıkları yoktur. Panik başlar. Kalabalık kaçışır. Birbirlerini ezerek yere düşerler. Hayatta kalabilenler vurulur. Ve Atauhalpa esir alınır.

Pizarro, onu serbest bırakmak için bir fidye ister. Altınlarla doldurulacak büyüklükte bir oda ister. Bu oda, beş metre eninde, yedi metre boyunda, iki buçuk metre yüksekliğindedir. Yerliler bu fidyeyi getirir. Fakat Atauhalpa serbest bırakılmaz. Daha sonra öldürülür.

Bu olay yalnızca bir esaret ve ölüm öyküsü değildir. Kitabın bütününe yayılan temel sorgulamanın bir örneğidir aslında. Çünkü burada yaşanan, yalnızca bir uygarlığın diğerine üstün gelmesi meselesi olarak okunamaz. Bu, tarihin içinde biriken adaletsizliklerin, coğrafyanın, teknolojinin ve bilginin farklı toplumlara sağladığı olanakların sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yazar kitabının başında, Yeni Gine’de bir siyasetçi olan Yali’nin sorusunu aktarır: “Beyazların bu kadar çok kargosu varken, bizim neden yok?” Kargo, Batı’dan gelen eşyaları, malları temsil eden bir sözcüktür. Ama bu soru yalnızca eşya üzerine değildir. Arkasında uzun bir tarihsel zincir, birikmiş bir eşitsizlik vardır.

Diamond kitabı boyunca bu soruya cevap arar. Coğrafyanın, hayvanların evcilleştirilmesinin, tarımsal üretimin, yazının, mikropların ve toplumsal yapıların uygarlıklar üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlatır. Toplumların gelişmesi, sadece bireysel zekâ ya da irade ile açıklanamaz. Her icat, daha önce yapılan bir başka icadın ya da fikrin devamıdır. Bu nedenle tarih boyunca bilgi, güç ve teknoloji birikimi bazı bölgelerde daha kolay oluşmuştur.

Benim için bu kitap yalnızca tarihsel bilgiler sunan bir metin olmadı. Aynı zamanda insanlık tarihine başka bir gözle bakabilmemi sağladı. Coğrafyanın kader hâline geldiği, fırsatların eşit dağılmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı. Bugün elimizde tuttuğumuz birçok şeyin, belki de binlerce yıl önce tohumları atılmış bir zincirin son halkası olduğunu gördüm.

Okudukça düşündüm. Düşündükçe kendi yerimi, geçmişimi ve çevremi daha farklı değerlendirmeye başladım. Kitabı bitirdiğimde elimde yalnızca işaretlenmiş sayfalar yoktu; zihnimde büyüyen bir sorgulama vardı.

Bu yolculuğa çıkacak herkese selamla, saygıyla.


Şimdi sıra geldi Çöküş'ü okumaya...

 


Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

 


Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

Marcel Proust (1871–1922), belleğin doğasını, zamanın çözülüşünü ve bireyin içsel evrenini eşsiz bir titizlikle ele alan Fransız yazardır. Tüm hayatını bu seriye adamış, ölümünden önce ilk birkaç cildi yayımlamış, kalanları ölümünden sonra yayımlanmıştır. Anlatı, otobiyografik kırılmalarla örülür; Proust’un kendi hayatından yola çıkarak kurguladığı anlatıcı karakteri, zamanın katmanlarını aşarak geçmişi yeniden kurar.

Proust’un anlatımı, bireyin hafıza aracılığıyla geçmişle kurduğu ilişkiyi romanın ana yapısı haline getirir. Kitabın merkezinde, zamanın mutlak çizgiselliği yer almaz; aksine, belleğin devinimiyle zaman yeniden şekillenir, akış bozulur, içsel dünyada yankılanarak çok katmanlı bir şiirselliğe dönüşür.

 

1. Swann’ların Tarafı

İlk ciltte çocukluk, duyumsal deneyim ve belleğin kapıları açılır. Anlatıcının Combray kasabasındaki çocukluk anıları, bir madeleine kurabiyesinin çaya batırılmasıyla geri çağrılır. Bu sahne, edebiyat tarihinin en unutulmaz bellek anlarından biri olarak öne çıkar.

Kitabın ikinci bölümünde, Charles Swann’ın Odette de Crécy ile olan tutkulu ve aşağılayıcı ilişkisi anlatılır. Swann, burjuva dünyasının kültürel düşkünlüğüyle aristokrat geçmişi arasında sıkışmış bir figürdür. Aşkı, saplantıya dönüşür. Bu aşk, toplumsal sınıflar, estetik düşkünlük ve içsel kırılganlıklarla örülüdür.

2. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Bu ciltte anlatıcı Paris ve Balbec’teki yaşamıyla birlikte ergenlikten gençliğe geçer. Sanatçı duyarlılığı ve estetik algısı gelişir. Ressam Elstir ve genç kızlardan oluşan bir topluluk –özellikle Albertine– bu cildin merkezindedir.

Burada zaman yalnızca anlatıcının geçmişi değildir; büyüme, özlem ve güzelliğin geçiciliğiyle örülü yeni bir boyuttur. Anlatıcının duygusal arayışları, toplumsal yapılarla ve sınıfsal geçişlerle harmanlanır. Balbec otelindeki yaz atmosferi, hem mekânsal hem duygusal olarak derin bir dönüşüm alanı oluşturur.

3. Guermantes Tarafı

Paris aristokrasisinin simgesi olan Guermantes ailesi, bu cildin ana figürüdür. Anlatıcı, yüksek sosyetenin yüzeysel gösterişiyle içi boş yapısını gözlemler. Burada toplumsal gözlem ve ironik mesafe ön plana çıkar.

Anlatıcının büyükannesi bu ciltte ölür ve ölüm, anlatının felsefi bir derinlik kazanmasına neden olur. Belleğin dönüşümleri, artık geçmişi hatırlanarak kaybın tanıklığına dönüşür. Guermantes salonları, estetik duyarlık ve yapaylık arasında sıkışan bir dünyanın aynasıdır.

4. Sodom ve Gomorra

Toplumsal yüzeyin altındaki cinsel kimlikler, bu ciltte büyük bir cesaretle ele alınır. Baron de Charlus’un eşcinselliği, toplumun iki yüzlü değer yargılarıyla çarpışır. Anlatıcı, aşkı, arzuyu ve gizlenmiş hayatları gözlemler.

Albertine ile olan ilişki, giderek daha karmaşık ve sahiplenici hale gelir. Bu cilt, bireysel bir arayışı ve zamanda ahlaki bir sorgulamayı, bastırılmış arzuların toplum içinde nasıl biçimlendiğini tartışır. Proust, burada bir gözlemci kimliğiyle çözümleyici bir düşünür olarak karşımıza çıkar.

5. Mahpus

Anlatıcı Albertine’i evinde tutar; bu durum, aşkın, korkunun ve kontrolün tezahürüdür. Bu cilt, varlıkla yokluk arasındaki duygusal esareti ele alır. Albertine evin içinde olsa da ulaşılmazdır.

Anlatıcının içsel monologları yoğunlaşır. Kıskançlık, belleğin dağınıklığı ve gerçekliğin parçalanışı anlatının ana eksenini oluşturur. Bu bölümde Albertine’i, anlatıcının nasıl inşa ettiği ön plana çıkar. Aşk artık bir deneyim olmaktan çıkıp, zihinsel bir kurguya dönüşür.

6. Albertine Kayıp

Albertine’in evden ayrılışı ve ölüm haberiyle anlatı daha soyut ve melankolik bir biçim alır. Anlatıcı hem kaybın yasını tutar hem de kaybettiği kişinin ne kadar gerçek olduğunu sorgular.

Belleğin yapıcılığı burada daha belirginleşir. Anlatıcı, Albertine’i yeniden yaratır, geçmişiyle oynar, onu hem idealize eder hem küçümser. Aşka yüklenen anlamdır bu cildin ana izleği. Sanatın, kaybı onarma gücü bu bölümde daha çok hissedilir.

7. Yakalanan Zaman

Son cilt, tüm anlatının felsefi çerçevesini sunar. Zaman, artık bir düşman ya da kayıp değildir; sanatla yakalanabilir bir şey haline gelir. Anlatıcı, belleğin ve yazının gücüyle zamanı ‘’yeniden bulur’’.

Bir davette karşılaştığı yaşlanmış dostlarıyla zamanın izlerini bedenlerde ve davranışlarda görür. Bu çürümüşlük karşısında edebiyat, tek kurtuluş alanı olarak belirir. Anlatıcı, artık anlatıyı yazmaya karar verir. Bu metin, yazılmakta olan Kayıp Zamanın İzindedir. Eser, kendi kendini tamamlayan bir halkaya dönüşür.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisi; zamanın, belleğin, arzunun ve sanatın varoluşsal bir çözümlemesidir. Serinin her cildi, insan deneyiminin farklı bir yönünü işlerken, sonunda hepsi tek bir hakikatte birleşir: Zaman, kaybedilmez; doğru bir bakışla ve sanatsal bir dille yeniden kurulur.

 


19 Haziran 2025 Perşembe

HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

 



HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

Hamidiye Ziraat Mektebi, 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid’in doğrudan himayesinde kurulduğunda bir teknik okul olarak toprağın devlet zihninde yeniden anlam kazandığı bir kalkınma projesinin parçasıydı. Tanzimat’tan sonra giderek ivme kazanan modernleşme çabaları içinde, tarımın ekonomik bir faaliyet alanı olarak sosyal düzenin temel taşı olduğu fikri güçlenmiştir. Sanayileşmenin geciktiği ve kırsal yapının egemenliğini koruduğu Osmanlı coğrafyasında, II. Abdülhamid, köylüyü modern bilgiyle buluşturarak hem üretkenliği artırmak hem de merkezi idareyi güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla kurulan ziraat mektepleri içinde Bursa’daki Hamidiye, hem sembolik hem de işlevsel anlamda merkezî bir yere sahiptir.

Bursa, payitaht ya da tarihsel katmanların birikimiyle öne çıkan bir şehir olarak, Osmanlı tarım kültürünün ve bağ-bahçe medeniyetinin kodlarını taşıyan bir coğrafyadır. Hamidiye Ziraat Mektebi'nin bu topraklarda inşa edilmesi, Yeşil Bursa'nın verimli toprakları, Uludağ’dan süzülen kaynak suları ve kadim bağcılık geleneği; bu okulun bir eğitim kurumu, tarım laboratuvarı, bir medeniyet okuluna dönüşmesini sağlamıştır. Mektebin geniş arazisi, uygulama bahçeleri, seraları ve hayvancılık alanları, bilgiyi toprağa temas ettiren bir eğitimin taşıyıcısı olmuştur.

Hamidiye Ziraat Mektebi’nin eğitim modeli, dönemin klasik medrese anlayışından oldukça farklıdır. Mektep; uygulamalı dersleri, gözleme dayalı öğrenme biçimi, arazi üstünde doğrudan yapılan tarımsal çalışmalarla pedagojik açıdan yenilikçi bir çizgi benimsemiştir. Öğrencilere tarım teknikleri, iklim, toprak analizi, bitki hastalıkları, hayvan bakımı gibi alanlarda temel bilimsel bilgiler de verilmiştir. Böylece ziraat, geleneksel köylü bilgisi olmaktan çıkıp sistematik, kayıt altına alınan ve analiz edilebilir bir bilgi alanına dönüşmüştür. Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde kurulan Ziraat Fakültelerinin temelini oluşturacak düşünsel birikimin habercisidir.

Hamidiye Tarım Lisesi, Batı’dan aktarılan bilimsel yöntemleri, yerli tarım bilgisiyle harmanlamaya çalışan bir sentez kurumudur. Osmanlı coğrafyasına özgü üretim biçimleri ve mevsim döngüleri gözetilmiştir. Bu durum, Hamidiye’yi; Osmanlı coğrafyasına uyarlanmış özgün bir eğitim laboratuvarına dönüştürmüştür. Böylece modernlik ve yerellik arasında örnek teşkil eden bir denge kurulmuştur.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Hamidiye Ziraat Mektebi yeni rejimin kalkınma hamlelerine entegre edilmiştir. Adı zamanla değişmiş; ''Tarım Lisesi'', ''Ziraat Meslek Lisesi'' ve son olarak ''Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi''ne dönüşmüştür. Ancak eğitim anlayışı köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. Cumhuriyet döneminde ''Köy Enstitüsü’'' ruhuyla benzeşen bu okul, kırsal kalkınmanın taşıyıcısı olan öğretmen, teknisyen ve ziraatçılar yetiştirmeye devam etmiştir. Tarımı bir hayat biçimi olarak benimseyen kuşaklar, bu okulun bahçesinde yetişmiş, toprağın insanla kurduğu bağın ne kadar derin ve dönüştürücü olduğunu orada öğrenmiştir.

Bugün Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Osmanlı’dan günümüze taşınan bir tarım hafızasının canlı taşıyıcısıdır. Bursa’nın kalbinde yer alan bu yapı, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi varlığını sürdürmektedir. Mezunları toprağın hikâyesini bilen, yaşadığı çevrenin doğal dengesine saygı duyan birer hafıza taşıyıcısıdır. Eğitim bahçeleri, arşivleri ve uygulama alanlarıyla bu okul, geçmişin ve geleceğin de tarımsal vizyonuna yön verecek potansiyele sahiptir.












Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin kampüsü, bir eğitim alanı ve aynı zamanda şehirle kurduğu açık diyaloğun bir uzantısı olarak yaşamaya devam eden bir kamusal mekândır. Okulun geniş bahçeleri, seraları ve gölgelikli ağaçlarının altı, öğrencilerin, ziyaretçilerin huzurla soluk alabileceği alanlara dönüşmüştür. Bu yönüyle Hamidiye, eğitim mekânlarının bilgi aktarılan noktalar olduğu gibi, yaşama alanları olarak da kurgulanabileceğini gösteren nadir örneklerden biridir.

Bahçeye yayılan oturma alanlarında insanlar dilediklerinde dinlenebilir, yanlarında getirdikleri bir kitabı okuyabilir, arkadaşlarıyla kahve içerek uzun uzun sohbet edebilirler. Bu alanlar, doğayla temasın unutulmaya yüz tuttuğu modern kent yaşamı içinde, toprağa yakın bir teneffüs imkânı sunar.

Daha da önemlisi, okulun kendi seralarında öğrenciler tarafından yetiştirilen sebzeler, meyveler ve aromatik bitkiler, okul bahçesinde bulunan işletmenin mutfağında değerlendirilerek menülere dâhil edilir. Böylece orada yenilen öğün, emeğin, bilgeliğin ve toprağın birleşiminden doğan yaşayan bir tarım pratiğinin somut sonucu hâline gelir. Ziyaretçiler, okulun kendi üretimi olan ürünlerle hazırlanmış yemeklerin tadına bakarak hem öğrencilerin emeğine ortak olur hem de geleneksel lezzetlerin modern yorumlarını deneyimler.

Bu bütünsel yapı, Hamidiye’nin yalnızca bir eğitim kurumu olmadığını; yaşamla, üretimle, doğayla ve misafirlikle bütünleşen bir kültürel alanı olduğunu gösterir. Bu yönüyle Hamidiye, tarımı kitap sayfalarından çıkarıp gündelik hayatın içine yerleştiren; bilgiyi, toprakla kurulan dostluğun içine işleyen bir örnektir.

 















 


Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu

 Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu

Proust, Yakalanan Zaman'da Gilbert'e şöyle der: Beni genç kızlarla tanıştırmanı isteyebilirim senden, ama mümkünse bu genç kızlar Albertine gibi yoksul olsun, ben onlara hediye alayım ve onlar da bana acı çektirsin. Bu cümle, ilk bakışta kaprisli bir zengin fantezisi gibi görülebilir. Oysa burada anlatıcının sevgiyle acıyı, merhametle tahakkümü, vermekle mahkûm olma arzusunu iç içe geçirdiği bir çözülme vardır.

Yoksul olsunlar isteği, ekonomik sınıf farkından öte, bir duygusal dinamizmi kurmak içindir. Hediye vermek, sevgiyi sunmak; bağlanmanın, borç yaratmanın bir aracıdır. Hediyelerle anlatıcı, kızın hayatında yer edinir, bir gölge gibi varlığını duyurur ama onu özgür bırakmaz. Fakat paradoks buradadır: O, tam da o özgür bırakmamanın sonucunda, yani bağlandığı kızın ona acı çektirmesiyle sevdadır. Acı, bağın kanıtı olur.

Bu anlamda, anlatıcı acıyı satın alır. Hediye bir ödeme, acı bir teslim alma anıdır. Ama bu ticaret; bir ruhsal denge ve bir kefaret arzusudur. Zenginliğinin, sınıfsal farkın, hatta sevgisinin fazlalığını hisseden anlatıcı, bu dengesizliğin bedelini bilinçli olarak çekmek ister. Bu, bir nevi ahlaki öz-anlayışla iç içe geçmiş mazoşizmdir.

Ancak anlatıcının bu mazoşizmi masum değildir. Sevdiği kadına verdiği hediyelerin altında, onun davranışlarını şekillendirme arzusu yatar. Sana verdim; şimdi seni sevmek, seni beklemek, seni kıskanmak hakkım demek istiyordur. Sevgi, verildikten sonra onun içine doğru kapanır; acı ise, geri kalan her şeyi harekete geçirir.

Proust'un bu sözü şu sorunun da izini sürer: Birine iyilik yaptığımızda, ondan kötülük görmek bizi daha çok incitir mi? Yoksa zaten incinmeye razı mıydık, bunu baştan istedik mi?

Aşkta adalet yoktur, ama belki de bu adaletsizliğin kefareti vardır: çekilen acı. Proust'un hediyeleri, bu acıyı hak etmenin yollarından sadece biridir. Ve o acı da, aşk kadar gerçektir.



Diplomalı Yoksulluk: Okudum da Ne Oldu?

 

Diplomalı Yoksulluk: Okudum da Ne Oldu?

Diplomalı Yoksulluk: Okudum da Ne Oldu?

Çocukken bize hep şunu söylediler: Oku da adam ol. Sanki diploma, hayatta tutunacak son dalmış gibi. Biz de okuduk. Kitaplar devirdik, sabahlara kadar sınavlara çalıştık, türlü türlü belgeler topladık. Sonra mezun olduk. Ve sonra… Sonra hiçbir şey olmadı. Ya da çok şey oldu: Umudumuzun yerini endişe, özgüvenimizin yerini utanç, gençliğimizin yerini sessiz bir bekleyiş aldı. Şimdi ne diplomamız geçer akçe, ne emeğimizin karşılığı var. Soru basit: Okuduk da ne olduk?

Eğitim, bir dönemler yoksul halk için bir kurtuluş umuduydu. Bir sobanın etrafında, sahaflardan alınmış eski kitapları okuyarak büyüyen çocuklar, öğretmen, mühendis... olacakları günü hayal ederdi. Ama şimdi, diplomayla birlikte hayalimiz de duvarda çerçevelendi ve orada kaldı. Üniversitelerin çoğalması, her şeyin daha erişilebilir olması, niteliği artırmak yerine her şeyi anlamsızlaştırdı. Şu an sınav kuyruklarında bekleyen binlerce insanın zihninde tek bir soru var: ‘‘Bu kadar çabamın karşılığı bu mu olacaktı?’’

Eskiden babalar ‘‘Biz okuyamadık, sen oku’’ derdi. Biz de okuduk. Ama şimdi babamızın emekli maaşıyla yaşamaya çalışan öğretmenleriz belki de. Ya da kafede kahve servis eden bir yüksek lisans mezunuyuz. Yükseldiğimizi sandığımız anlarda bile, hayat bizden gizli bir asansörle yeraltına indi, kaçtı elimizden.

Bu yüzden mesele iş bulmak da değil yalnızca. Mesele, değerli hissetmek. Kendini yetersiz hissetmenin, toplumun sana biçtiği suskun kimliğin yüküyle yürümek zorunda kalıyorsun. Okuman, sorgulaman, kendini geliştirmen bile bir ‘‘fazlalık’’ gibi görülüyor. ‘‘O kadar okudun da ne oldu?’’ sorusu, hem hesap sorar gibi hem de alay eder gibi geliyor kulağa. Oysa sorulması gereken şuydu: Bu sistemde neyin, hangi başarının karşılığı alınır ki?

Bugün diplomanın maddi bir değeri olmayabilir ama bu, bilgiyi, emeği ve düşünmeyi anlamsız kılmaz. Asıl yoksulluk, bilmediğimiz zaman başlar. Bizler, bu yoksulluğa boyun eğmedik. Diplomayla yetinmedik; yazdık, sorguladık, direnmeye devam ettik.

Evet, okuduk. Adam olamadık belki ama insan kalmayı başardık.

14 Haziran 2025 Cumartesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

 


Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Hazretleri Arasındaki Tasavvufî Bağ: Bir Gönül Terbiyesi

Aziz Mahmud Hüdâyî ile Üftâde Mehmed Efendi arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde sadece mürşid-mürit bağı olarak tanımlanamaz; aynı zamanda bir mânevî intikal, bir irfan zinciri ve bir ruh terbiyesi olarak anlam bulur. Bu ilişki, 16. yüzyıl Osmanlısında zahir ile batının, ilimle hikmetin keskin şekilde ayrıldığı bir dönemde, Bursa’da hem siyasi hem kültürel hem de ruhani bir merkezde biçimlenmiştir.

Üftâde Mehmed Efendi, Bursa'da yaşamış ve Celvetiyye tarikatının kurucu süreci içinde yer almış büyük bir mutasavvıftır. Genç yaşta temel dinî ilimleri öğrenmiş, dönemin ileri gelen medreselerinde tahsil görmüş, özellikle hadis ve fıkıh alanlarında uzmanlaşmıştır. Zahirî ilimlerdeki bu yetkinliği sayesinde Bursa Ulu Cami baş imamlığı görevine getirilmiş, burada uzun yıllar cemaatle ve öğrenciyle birebir irtibat kurarak hem ilmî hem de ahlâkî rehberlik yapmıştır. Aynı zamanda medreselerde müderrislik yaparak çok sayıda talebe yetiştirmiştir.

Ancak zamanla, ilmin yalnızca kitaplarla sınırlı kalmasının yeterli olmadığını fark etmiş; bu fark ediş onu, içe dönük bir mânevî arayışa yönlendirmiştir. Görevlerinden feragat ederek inzivaya çekilmiş, sükût, hizmet ve nefisle yüzleşme esasına dayalı bir tasavvuf anlayışını benimsemiştir. Üftâde lakabı da bu dönüşümün sembolü olarak anılmıştır. Onun dervişlik anlayışı, dışsal gösterişten uzak, derin bir içsel arınma ve sürekli bir hizmet haliyle şekillenmiştir

Aziz Mahmud Hüdâyî ise Şereflikoçhisar doğumludur. İlk eğitimini memleketinde aldıktan sonra İstanbul'a giderek dönemin en yüksek ilim müesseselerinde tahsilde bulunmuştur. Özellikle Sahn-ı Semân medreselerinde gösterdiği başarı sayesinde dönemin tanınmış âlimlerinden biri olarak kabul edilen Hoca Sadeddin Efendi'den ve çeşitli büyük müderrislerden ders almıştır. Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelam ve Arap dili alanlarında kapsamlı bir eğitim görerek ilmî donanımını tamamlamıştır. Bu süreçte yalnızca teorik bilgilerle yetinmemiş; aynı zamanda devrin ilmî tartışmalarında yer alarak analitik ve yorumlayıcı bir düşünce yapısı geliştirmiştir.

Eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'da çeşitli medreselerde müderrislik görevlerinde bulunmuş, ardından Bursa kadılığı görevine atanmıştır. Kadılık görevi, hukuk, toplumsal düzen, adalet ve kamusal sorumluluk konularında da yetkinlik kazandığını göstermektedir. Bursa'da görev yaptığı dönemde, şehir halkı arasında adaletli, dürüst ve halkla iç içe bir yönetici olarak tanınmıştır. Fakat tüm bu zahirî başarılar, onun iç dünyasında gittikçe büyüyen bir mânevî eksiklik hissini bastıramamıştır. Yükseldiği bu dışsal makamlar, gönlünde tam bir tatmin oluşturamamış; aksine onu, ruhsal bir derinlik arayışına itmiştir.

Hüdâyî'nin, ilmin sınırlarında bir doyumsuzluk hissederek mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Mânevî bir arayışa girmesi, onun tasavvuf yoluna yönelmesini sağlamıştır. Bu arayış, onu Üftâde dergâhına getirir.

Hüdâyî'nin Üftâde ile İlk Karşılaşması ve Terbiye Süreci

– Efendim, size intisap etmek isterim. Bu yolda yürümek arzusundayım.

Üftâde Hazretleri bir süre sessiz kalır. Bakışları derindir, söze gerek bırakmaz:

– Senin zahir ilmin çoktur evladım. Ama bu kapının eşiği, yükseklerden geleni ezer. Bu eşiği geçmek isteyen, nefsini terk etmelidir.

– Emrinize amadeyim efendim.

– O vakit, yarından itibaren ciğer satacaksın. Cübbeni, sarığını çıkar. Kadı Mahmud değil, derviş Mahmud olacaksın.

Bu sözlerle başlayan terbiye süreci, Hüdâyî'nin mânevî dönüşümünün mihenk taşı olur. Üftâde Hazretleri, Hüdâyî'yi hemen kabul etmemiş; aksine onu nefs terbiyesinden geçmesi için pazarda ciğer satmakla görevlendirmiştir. Bu olay, menkıbevî kaynaklarda detaylı şekilde anlatılmakta olup, tarihsel bir hakikatten öte sembolik bir derinlik taşır. Ciğer satmak, bir Osmanlı kadısı için sadece bir sosyal konum kaybı olmayıp; aynı zamanda nefsin gururdan, makamdan, kimlikten soyundurulmasını ifade eder. Üftâde'nin bu tavrı, onun derviş yetiştirme anlayışının da bir özetidir: öğreten bir rehber yerine, terbiye eden bir öncü.

Bu süreçte Hüdâyî, zahir ilimle yükseldiği yerden, batın şuura doğru inmeye başlamıştır. Cübbesini, sarığını, makamını bir kenara bırakarak pazarda ciğer satar; halktan görmezden gelmeyi, hor görülmeyi, alay edilmeyi tecrübe eder. Bu süreçte, ‘‘hal ile öğretme’’ esasını benimsemiş olan Üftâde'nin sözden çok halle kurduğu rabıta, Hüdâyî'de derin izler bırakmıştır.

Seyr u sülûk süreci sonunda Hüdâyî, Üftâde'den hilâfet alarak irşad vazifesiyle görevlendirilmiştir. Bu noktadan sonra, Celvetiyye tarikatını sistemleştirip İstanbul'a taşımış, Osmanlı padişahları da dâhil olmak üzere binlerce kişiyi etkileyen bir mânevî lider olmuştur. Ancak o, Üftâde'yi daima hâtırlamış, ciğer satarken kazandığı mahviyeti asla unutmamıştır.

Bu nedenle, Üftâde ile Hüdâyî arasındaki ilişki, Osmanlı tasavvuf tarihinde bir silsile bağından öte; bir ruh inşaatının, mütevazı bir ağacın gövdeye ve meyveye dönüşmesinin hikâyesidir. Bu ilişki, bugün dahi tasavvuf eğitiminde nefs terbiyesi, teslimiyet ve hizmetin anlamını kavramak için önemli bir örnek olarak anılır.

Tasavvuf: İslam’ın içsel ve mistik yönünü esas alan, kalp eğitimi ve manevî arınma temelli bir düşünce sistemidir.

Mürşid: Tasavvuf yolunda rehberlik eden, müride yol gösteren manevi eğitmen.

Mürit: Bir mürşide bağlanarak tasavvuf yoluna giren, nefis terbiyesiyle ilerleyen kişi.

Mânevî intikal: Ruhsal ya da manevi bilginin, halin ya da terbiyenin mürşitten müride geçişi.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin hikmet bilgisi; sezgisel ve ruhsal anlayış.

Zahirî: Dışa dönük, görünen, şekilsel olan; ilmin veya varlığın dış yüzü.

Batınî: İçsel, derunî olan; hakikatin iç yüzüne dair olan anlam katmanı.

Mutasavvıf: Tasavvufla ilgilenen, bu yolda ruhsal gelişim yaşamış kişi.

Medrese: Geleneksel İslam eğitimi verilen öğretim kurumu.

Fıkıh: İslam hukukunu ve günlük hayattaki uygulamalarını konu alan ilim dalı.

Hadis: Hz. Muhammed’in söz, fiil ve onaylarını içeren rivayetler.

Tefsir: Kur’an ayetlerinin anlamını açıklama ve yorumlama ilmi.

Kelam: İslam inanç esaslarını akıl yoluyla açıklama ve savunma disiplini.

Müderris: Medreselerde ders veren, klasik anlamda öğretim görevlisi.

Kadılık: Osmanlı’da hem yargı hem de yönetsel sorumlulukları olan hukuk makamı.

Feragat: Bir şeyden, özellikle makam veya haktan, kendi isteğiyle vazgeçme.

İnziva: Dünya ile irtibatı keserek yalnızlığa çekilme ve içe dönük tefekküre yönelme hali.

Sükût: Susma, sessizlik hali. Tasavvufta iç dinlemeye yöneliş olarak da yorumlanır.

Fakr: Gönüllü yoksulluk; dünyaya bağlanmadan yaşama anlayışı.

Seyr u sülûk: Müridin, tasavvufî eğitimi süresince geçirdiği manevî ilerleme ve yolculuk süreci.

Hilâfet: Mürşidin, tasavvuf yolunu devam ettirmesi için bir müride yetki vermesi.

İrşad: Doğru yolu gösterme, manevi rehberlik etme.

Rabıta: Mürşid ile kurulan manevi gönül bağı; ruhsal bağlantı kurma hali.

Mahviyet: Yokluk, hiçlik; kişinin benlik iddiasından sıyrılması, tevazu içinde yaşaması.

Celvetiyye Tarikatı: Üftâde Mehmed Efendi tarafından kurulan, Aziz Mahmud Hüdâyî tarafından yaygınlaştırılan tasavvuf yolu.

Menkıbevî: Tasavvuf büyüklerinin hayatında geçen, öğretici nitelik taşıyan, sözlü gelenekten aktarılan kıssalar ve hikâyeler.


13 Haziran 2025 Cuma

Mustafa Kutlu İyiler Ölmez Dörtler Makamı: İyiler Ölmez’de İçtenliğin Edebî İzleri

Mustafa Kutlu İyiler Ölmez

Dörtler Makamı: İyiler Ölmez’de İçtenliğin Edebî İzleri

Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eseri, dört karakterin bir araya gelip yollarının kesişmesini anlatan bir hikâye olarak sunulur; bu metin, Anadolu irfanının yüzyıllardır kalbinde taşıdığı iyilik baki kalır düsturunun, çağdaş bir anlatı içindeki en sade ve aynı zamanda en derin temsillerinden biri olarak görülmelidir. Hikâye boyunca karşımıza çıkan karakterler, yeryüzünde insan kalabilmenin artık zorlaştığı bir dönemde, herhangi bir toplumsal sınıfa, siyasal görüşe, mesleki hiyerarşiye yaslanmaksızın, yalnızca içtenlikleriyle ve başkası için var olabilme iradesiyle belirginleşen birer yolcudur. Ressam Sıtkı’nın, fotoğrafçı Mustafa’nın, hekim Atalay ile Civan’ın yolları, tek tek görünmeyen bir irfan ırmağının ortak kıyılarında yürüyen ruhların kaderiyle birleşir. Onların yolculuğu, fiziksel bir kazayla kesintiye uğrasa da, anlatı boyunca vurgulanan iyilik eylemleri, bir tür halk hafızasında kalıcılaşarak, dualara, türbelere, ziyaretlere dönüşen birer menkıbe olmasına neden olur.

Kutlu’nun bu metni, modern Türk hikâyeciliğinde ahlaki arayışa dayanan yapıların neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu bir dönemde, iyi insan idealini romantize etmeden, hatta zaman zaman mizah ve göndermelerle besleyerek yeniden kurar. Bu yönüyle eser, çağdaş bireyin yalnızlaşan benliğine karşılık, toplumsallığın manevi dokusunu hatırlatan bir davete dönüşür. Okur, bu hikâyede kendisini klasik anlamda olayların akışına kaptırmak yerine, kelimeler arasında saklanan bir sadeliğin, anlatıcı sesindeki sıcaklığın ve anlatının sonunda doğan bir tür hüzünlü huzurun içinde bulur. Çünkü burada ölüm; iyiliğin mekândan ve zamandan sıyrılarak sonsuzluğa karışmasını temsil eder. Anlatının sonunda karakterlerin bir tür türbeye, bir halk kutsamasına dönüşmesi, fiziksel varlıklarının ortadan kalkmasından çok sonra da yaşayan bir anlam taşımalarını mümkün kılar.

''Türbeleri ziyaret edin. Onlar size ölümü, ahireti hatırlatır. Ama asla onlardan yardım ve şefaat istemeyin. Yardım ancak Allah 'tan istenir.''

Mustafa Kutlu’nun kullandığı dil ve anlatım biçimi de, bu değer dünyasının bir uzantısı gibidir; yazar, gösterişli cümle yapılarına ya da kelime oyunlarına başvurmadan, adeta bir Anadolu meddahının sesinde yankılanan o tanıdık ahengi yakalamayı başarır. Bu anlatı tonuyla, okuyucusunu duygusal bir sürece de dahil eder; satırlar yalnızca bir olay örgüsünü taşımakla kalmaz, aynı zamanda geçmişten bugüne süzülen bir gelenek hissini ve insanlık mirasını da fısıldar.

Bu metin, karakterlerin içlerinde taşıdıkları iyilikle küçük bir devrimin mümkün olduğunu sezdirir. Yazar, iyinin tarifini vermez, ama onun ne olduğuna dair sezgisel bir fikir bırakır; iyilik burada sözcüklerle sınırlanabilecek bir tariften çok, yaşanarak anlaşılabilecek bir varoluş biçimi olarak sunulur. Bu bağlamda İyiler Ölmez, çağların ötesinden süzülen bir insanlık hikâyesidir.

Karakterler:

Fotoğrafçı Kör Mustafa: Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eserinde insani derinliğiyle öne çıkan, yüreğiyle görmeyi öğrenmiş bir karakter olarak metne dokunaklılık katan güçlü bir figürdür. Çocukluğundan itibaren hayatı, ardı ardına yaşanan büyük dönüşümlerle şekillenmiştir; annesiyle geçirdiği kısa ama sıcak zamanlar, onun ruhuna ilk iyilik tohumlarını eken dönemdir. Babasının yeni bir hayat kurma çabası ve kasabanın diliyle örülmüş hikâyeler içinde büyümesi, Mustafa’nın duyarlılığını artırır. Gözlerinde başlayan rahatsızlık, zamanla dünyayı başka bir yerden görmesine imkân tanır; bu değişim onu içe doğru büyüten, derinleştiren bir yolculuğa çıkarır.

Mustafa, yaşadığı çevrede özgün bir kişilik olarak kabul görür. İnsanlarla kurduğu temas, dış görünüşten çok kalbin sesiyle şekillenir. Fotoğrafçı dükkânı, onun iç dünyasının küçük bir yansımasıdır; orada insan hikâyeleri görünürlük kazanır. Çektiği karelerde bir ömrün izi vardır. Fotoğraf, onun için bir meslekten çok bir iletişim biçimidir; insanlar onun kadrajına girdiğinde, aslında içlerinde taşıdıkları yaşanmışlık da görünür hâle gelir.

Sıtkı ile yollarının kesişmesi, Mustafa’nın dünyasında yeni bir ışık açar. İki yorgun ama umutlu ruhun dostluğu, sade ve derin bir bağa dönüşür. Konuşmaları, sessizlikleri kadar anlamlıdır; ikisi de dünyayı onarma çabasını, sanat ve dostluk üzerinden yeniden kurmaya yönelir. Mustafa’nın fırın gibi ısınan küçük dükkanı, içtenliğin, duygunun, paylaşmanın evi hâline gelir.

Mustafa’nın karakteri, yaşanmışlıklarıyla olgunlaşan, kalabalıklar içinde yitmeyen, kendi sesiyle varlığını duyurabilen bir insan örneğidir. Onun bakışı gönülden doğar. Her ne kadar insanlar ona Kör Mustafa deseler de, bu lakap, içinde ışık doğan bir ruha verilen bir unvandır. O, hayatı boyunca insanlara değer vererek, duyarlılığını kaybetmeden, kendine özgü diliyle yaşamayı sürdürür.

Mustafa Kutlu, bu karakter aracılığıyla yalnızlığı, dostluğu ve iyiliği anlatırken; aslında her insanın içindeki karanlıkla baş etme biçimini de duyumsatır. Kör Mustafa’nın hikâyesi, iyiliğin görünür hâle geldiği, derinlikli bir insan yolculuğudur.

Civan: İyiler Ölmez’in en sıcak, en direngen ve en dokunaklı karakterlerinden biridir; onun hikâyesi, yalnızlığın içinden çıkıp iyiliğe sığınmayı bilenlerin yılmayan yürüyüşünü anlatır. Hayatının ilk adımları, büyüklerin terk ettiği ama mahallenin yüreğiyle sarıp sarmaladığı bir sokakta atılır; annesi, uzak bir ülkeye doğru yola çıktığında geride bir çocuğun gözlerinde kalan boşluğun, yıllar içinde nasıl bir insani derinliğe dönüştüğünü görmek mümkündür. Kör Makbule’nin şefkatli elleriyle büyüyen Civan, yoksulluğu omuzlamak yerine onu tanıyarak yaşamayı seçer; çünkü içinde taşıdığı sevecenlik ve hayata tutunma arzusu, onu her sabah yeni bir başlangıca çağırır.

Gençlik yıllarında ayakkabı boyacılığıyla tanışır, sonra çıraklıkla, ardından hamallıkla… Fakat onun yaptığı her iş, bir yükten çok, yaşama dahil olmanın bir yolu hâline gelir. Bu işler aracılığıyla bedenin emeğiyle ruhun sabrı birleşir ve Civan her gün biraz daha genişleyen bir iç dünyaya sahip olur. Bir gün Destegül adında bir kıza gönlünü kaptırması, onun içindeki sevgiyle yoğrulmuş iyiliğin başka bir biçimde görünürlük kazanmasına neden olur. Bu sevda, toplumun kalıplaşmış sözleriyle sınanmaya çalışılır; bazı ağızlar, bu güzel adam için Civan’a kız vermezler der. Bu cümle, Civan’ın içinde bulunduğu sınıfsal katmanı ima eden bir çizgidir.

Ancak Civan, yoluna devam eder; kalbini kapatmaz, ellerini bırakmaz, yüzünü karartmaz. Mahalledeki içten insanlar, ona yalnız olmadığını sezdiren adımlar atar ve bu adımlar, Civan’ın kendine ait bir iş kurmasına imkân tanır. Ayakta kalmak, onun için varoluşunu onurlandıran bir eylemdir. Hacı Kadir’in kahvesinde Sıtkı ile karşılaşması, iki farklı hayattan gelen insanın aynı masada oturabileceğini, dostluk kurulabileceğini gösterir.

Civan’ın karakteri, yüceltilmiş bir kahraman olmanın ötesinde, sıradan bir insanın içinden doğan o tertemiz iyiliğin yeryüzündeki karşılığıdır. Ne mucizevi bir güce sahiptir ne de gizemli bir geçmişe; onun tek dayanağı, içtenliği ve karşısına çıkanlara güvenle yaklaşma kararlılığıdır.

Civan’ın duruşu, her insanda bulunabilecek ama çoğu zaman gölgede kalan bir iyilik ışığını görünür kılar. O, gözlerinin içiyle konuşur, ellerinin emeğiyle dostluk kurar ve varlığıyla yaşanabilir bir dünya hayalinin küçük ama sarsılmaz bir temsilcisi olur.

Sıtkı: İyiler Ölmez’in ilk bölümünde karşımıza çıkan ve kitabın ruhunu taşıyan karakterlerden biri. Anadolu’nun yoksul bir köyünden İstanbul’a göç eden bir ailenin tek çocuğu. Zorlu bir hayatın içinde Sıtkı’nın iç dünyasını aydınlatan tek şey resim yapma yeteneğidir. Kutlu, onun bu yeteneğini bir umut ışığı gibi işler, ama aynı zamanda bu ışığın nasıl zamanla sönmeye yüz tuttuğunu da gösterir.

Sıtkı, hayata karşı kırılgan ama dirençli bir figürdür. Âşık olur, hayal kırıklığı yaşar, İstanbul’un kalabalığında yalnızlaşır. Ressam olmak ister ama hayatın gerçekleri onu başka yönlere savurur. Bu savrulma, onu bir gün Kör Mustafa’nın fotoğrafçı dükkânına götürür. Orada başlayan dostluk, Sıtkı’nın içsel yolculuğunda bir dönüm noktası olur.

Kutlu, Sıtkı’nın hikâyesini anlatırken zaman zaman anlatıya müdahale eder, olay akışını keser, hatta kendi kurgusuna itiraz eder. Bu da Sıtkı’nın hikâyesine postmodern bir tat katar, sanki yazar bile onun kaderine razı gelmek istemez.

Doktor: Mustafa Kutlu’nun İyiler Ölmez adlı eserinde iyilik temasını en gösterişsiz ama en güçlü biçimde taşıyan nadir karakterlerden biridir; onun adı metin boyunca fazla anılmasa da, varlığı bir vicdan gibi bütün hikâyenin arka planında sürekli olarak hissedilir. Şehirde, özellikle İstanbul’da, yüksek nitelikli bir eğitim sürecinden geçmiş; tıbbî bilgisiyle donanmış, mesleğinde yetkinliğe ulaşmış biridir. Ancak onun karakteri yalnızca bir hekimlik kimliğine dayanmaz; içsel sezgileri, kişisel geçmişinin izleriyle birleşerek mesleğini insanlıkla buluşturmayı başarır. Zihinsel donanımının yanı sıra ruhsal arayışı da yoğun olan Doktor, yaşamı boyunca anlamı; faydada, iyilik dokunuşunda, iz bırakmakta aramıştır.

Gençlik yıllarında yaptığı bir evlilik tercihi, kalbinin sesinden uzaklaştığı anlara denk gelir. Bu evlilik gerçekleşmeden önce geri çekilir; bu karar onun için bir çözülmeden çok bir uyanıştır. Bu kopuş, yaşamın dayattığı beklentilerden de uzaklaşma kararı hâline gelir. Bir sabah, şehir hayatının gürültüsünden sıyrılarak bir Anadolu kasabasına yönelir. Orada, zamanın biraz daha yavaş aktığı, insanların hâlâ birbirinin gözlerine bakarak selam verdiği o küçük yerleşim yerinde Hacı Kadir’in kahvehanesiyle karşılaşır. Bu kahve, onun iç dünyasında uzun zamandır aradığı sakinliğe açılan bir kapı olur. Ve bu kapının ardında Sıtkı, Kör Mustafa ve Civan’la kurduğu dostluk, yalnızca bir arkadaşlık bağı olarak kalmaz; aynı zamanda ortak bir iyilik yolculuğuna dönüşür.

Doktor’un en ayırt edici davranışı cuma günleri hastalarından ücret almamasıdır. Bu davranış, annesinden duyduğu bir sözle başlar; zamanla o söz bir alışkanlığa, sonra bir hayata dönüşür.

Bir gün, hastanenin yakınında duran bir boşlukta bir bahçe hayal eder; meyve ağaçlarını, ağaçların gölgesinde oturan çocukları, dallarında olgunlaşan meyveleri düşünür. Bu hayal uğruna, yanında üç dostuyla birlikte fidan almak üzere yola çıkar. Arabayla çıktıkları bu yolculuk, dört ayrı hayatın birleşerek oluşturduğu tek bir iyilik çizgisine dönüşür. Fakat o yol, yaşadıkları hayatta bıraktıkları iz kadar kalıcı bir sonla tamamlanır. Bir kavşakta, büyük bir araç, onların varlığını maddeden uzaklaştırır. Bu son bir ayrılığı işaret eder; fakat halktan biri, onları birer evliya gibi sahiplenerek bir türbe inşa eder, halk da isimlerini dualarda yaşatır.

Hacı Kadir: Onun işlettiği kahvehane, sıradan bir iç mekân görünümünden çok daha fazlasını taşır; burası, kırılmış kalplerin yeniden birbirine değdiği, yalnızlıkların birbirine tutunduğu, hayatın kenarına çekilmişlerin ortak bir dili bulduğu bir tür sığınaktır. Sıtkı’nın fırça darbeleriyle aradığı maneviyat, Kör Mustafa’nın objektifinin ardında yakalamaya çalıştığı hakikat, Civan’ın terle yoğrulmuş içtenliği ve Doktor’un taşıdığı iyilik etme arzusu bu kahvede aynı havayı solur, aynı çayın buğusunda çözülmeye başlar.

Hacı Kadir’in geçmişi satır aralarında kendini belli etmez; hangi acılardan geçtiği, hangi umutları geride bıraktığı bilinmez. Fakat tam da bu bilinmezlik sayesinde, onun varlığı Anadolu’nun köklü içsel bilgeliğinin bir yansıması olarak algılanır. Kutlu, Hacı Kadir’in iç dünyasını açıklamak yerine, onu anlatının gövdesine nakış gibi işler; sözü, duruşu, sessizliği anlamlarla doludur. O, geleni içeri buyur eder; yargısız bir kalbin sahibi olarak, kendisine yönelen bakışları kabul eder. Kahvehanesinde zaman yavaşlar, sesler yumuşar, sorunlar çözümlenir. Giriş kapısından içeri adım atan herkes, yeryüzünde hâlâ güvenli bir yerin var olduğunu hatırlar. Masaların çevresinde toplanan bu dört adam, belki başka hiçbir yerde aynı masaya oturmazdı; fakat Hacı Kadir’in açtığı bu alan, farklı hayatların, bambaşka yaraların aynı noktada buluşmasına imkân tanır.

Kutlu’nun eserlerinde yer alan ve çoğu zaman ismi belirgin olmayan iyilik taşıyıcıları arasında, Hacı Kadir en sessiz ama en istikrarlı olanlardan biridir. Hacı Kadir olmasa, bu dört karakter aynı saatte aynı çayı içemezdi; o olmasa, o kahveye uğrayan kimse kendi hikâyesine başkasının hikâyesinden bakmayı öğrenemezdi. Onun varlığıyla mekân bir kahvehane olmaktan çıkar; orası artık bir Dörtler Makamına dönüşür. Hacı Kadir her sabah o kahvenin kepengini kaldırarak; hayata yeniden başlayacaklar için kapı aralar, karanlıkta kalmış bir iyiliğin yolunu aydınlatır.

Dörtler Makamı: Sanki görünmeyen bir el tarafından kurulmuş, içsel arayışların buluştuğu, suskunlukla konuşulan, bakışlarla anlaşmaya varılan bir modern tekke niteliğindedir. Hacı Kadir’in kahvehanesi olarak tanımlanan bu yer, aslında şehirlerin karmaşasından sıyrılmış ruhların buluştuğu, hayatın yıpratıcılığını geride bırakmak isteyenlerin gönüllerini bıraktığı özel bir alan hâline gelir. Masalarda konuşulan konular, sadece gündelik meselelerle sınırlı kalmaz; burada kırılan kalpler birbirine dokunur, yaşanmış acılar paylaşılır, suskunluklar duyulmaya başlanır.

Sıtkı fırçasının ardından içindeki sükûnu ararken gelir buraya; Civan, terle ve çabayla ördüğü onurlu yaşamına bir soluk katmak isterken bu kapıdan girer; Kör Mustafa, toplumun uzağına itilmişliğiyle yeniden dünyayı görmenin yollarını burada keşfeder; Doktor ise, mesleki bilginin ötesinde insanı anlamanın hakikatini bu çemberin içinde bulur. Her biri başka bir yoldan, başka bir acıdan geçerek gelir bu kahvehaneye; ama her biri burada kendisiyle karşılaşır.

Kutlu’nun anlatısında makam kelimesinin kullanımı, bu mekânın sıradanlığın ötesine taşındığını gösterir. Zira bir yere makam deniyorsa, orada bir hâl yaşanır; kalıcı bir dönüşüm mümkündür

Dörtler Makamı, Kutlu’nun evreninde iyiliğin, insanlık hâlinin ve arayışın ortak paydada birleştiği yerdir. Burada hiçbir şey gürültüyle olmaz; ama her şey derinlemesine yaşanır. Kahve fincanlarının ardında saklanan hikâyeler, Anadolu’nun yüzyıllar boyunca aktardığı kadim bilgeliğin birer yankısı gibidir.

Gerçek iyilik yok olmaz; yaşayanların kalbinde sürer. Kutlu, sıradan insanların içten eylemleriyle dokur bu iyiliği. Sıtkı, Civan, Kör Mustafa ve Doktor’un bir araya gelişi, yorgunlukların ve acıların içinden doğan dayanışmayı anlatır.

 

 

 

 

 

 


12 Haziran 2025 Perşembe

Mustafakemalpaşa Suuçtu Şelalesi: Doğa, Zaman ve İnsan Üzerine Bir Yaklaşım

 


Mustafakemalpaşa Suuçtu Şelalesi: Doğa, Zaman ve İnsan Üzerine Bir Yaklaşım

Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde, yeşilin türlü tonlarını barındıran ormanların göğsünde saklanan bir su sesi duyulur. Bu ses, bazen bir yankı gibi vadilerde dolanır, bazen de derin bir sessizliğin içinden doğar. Suuçtu Şelalesi, bu sesin adı olarak yer bulur haritalarda; ancak onun hakiki karşılığı, yalnızca konum bilgisiyle ya da rakamsal değerlerle açıklanamaz. Zira burada akan su, bu coğrafyanın kadim tarihini taşırken, aynı zamanda insana da doğayla yeniden nasıl bir bağ kurabileceğini anlatır.

Doğal güzelliğiyle dikkat çeken bu alan, fiziksel, zihinsel ve kültürel bir noktada bekleyen, gelene ve görmek isteyene çok şey anlatan bir varlık hâline gelir. Bu yazı, Suuçtu Şelalesi’nin jeomorfolojik temellerini, ekolojik çeşitliliğini ve sosyo-kültürel anlamlarını bir arada düşünerek, hem bilgiye hem de sezgiye dayalı bir değerlendirme sunmayı hedefler.

Jeomorfolojik Katmanlar

Suuçtu’nun bulunduğu Çataltepe bölgesi, jeolojik açıdan hareketli bir zeminin ürünüdür. Fay hatları boyunca zamanla oluşmuş kırık yapılar, suyun yönünü belirleyen kanallar hâline gelmiş, bu kanallar zamanla derinleşmiş, genişlemiş ve suyu düşüşe zorlayan bir eğimle birleşmiştir. Bu düşüşün yüksekliği yaklaşık 38 metreyle sınırlansa da, suyun yere çarptığı her an, milyonlarca yılın birikmiş enerjisini taşır.

Jeomorfolojik süreçler, genellikle gözle fark edilmesi zor, yavaş ilerleyen olaylardır; ancak Suuçtu’da bu süreçler, kendilerini görünür kılar. Kayanın yüzeyi, suyun şekillendirdiği hatlarla çizilmiştir; vadinin biçimi, suyun zamanla açtığı yarıklarla oluşmuştur. Bu coğrafya, doğanın hem yıkıcı hem de yaratıcı gücünü aynı anda taşır.

Şelalenin yukarısındaki havza, yıl boyunca değişen yağış miktarlarına göre su seviyesini düzenler. Bahar aylarında gürleyen, yazın ise çekilen bu su, doğanın mevsimsel döngüsünü birebir yaşar.





Ekolojik Doku

Suuçtu’nun çevresini saran orman örtüsü; kayın, meşe ve gürgen ağaçları, toprağı tutar, suyu dengeler, hava kalitesini artırır ve çevredeki diğer canlılara yaşam alanı sağlar.

Bitki örtüsünün bu çeşitliliği, yalnızca ağaç türleriyle sınırlı kalmaz. Toprakta filizlenen yabani otlar, yosunlar, çalılıklar, kuşların yuva yaptığı dallar, böceklerin yuvalandığı bitki kökleri... Tüm bu unsurlar, birbirine görünmeyen iplerle bağlıdır. Her canlı, diğerine zemin hazırlayarak, yaşamın sürekliliğini sağlar. Bu sistemin kahramanları, birbirini tamamlayan unsurlardır.

Mikroklima koşulları bakımından Suuçtu’nun çevresi, çevre köylere ve ova düzlemine kıyasla daha serin ve nemli bir yapı sunar. Bu durum, bölgenin bitkisel çeşitliliği kadar hayvansal varlığını da etkiler.

Bellekteki Yer

Doğayla insan arasındaki ilişki, yalnızca gözlem üzerine kurulduğunda eksik kalır. İnsan, doğayı onunla birlikte yaşayarak, ona temas ederek, onu yaşantısının içine katarak anlar. Suuçtu, bu tür bir yaşantının merkezlerinden biridir. Mustafakemalpaşa’daki pek çok ailenin belleğinde, şelalenin kenarında geçirilen bir gün, gölgesinde yenilen yemek, suyun sesi eşliğinde kurulan dostluklar vardır.

Suuçtu’ya yapılan ziyaretler, bazen bir bayram günü dinlenmesi, bazen düğün öncesi fotoğraf çekimi, bazen de yalnız kalmak isteyen bir gencin doğayla kurduğu içsel sohbet olabilir. Burası herkesin kendi anlamını yüklediği bir alan olarak, yerel kültürün de bir parçası hâline gelmiştir. Bu sebeple, doğayı korumak hatıraları, duyguları ve anlamları korumak anlamına gelir.

2011 yılında tabiat parkı statüsü kazanmasıyla birlikte alanda çeşitli düzenlemeler yapılmış, ziyaretçi yolları açılmış, belirli bölgelerde tesisleşme sağlanmıştır. Bu durum hem doğanın ulaşılabilirliğini artırmış hem de bazı alanların yükünü çoğaltmıştır. Turizm faaliyetleri, bir mekânın görünürlüğünü artırabilir; ancak bu görünürlük, eğer duyarlılıkla yönetilmezse, taşınamayacak kadar ağır yükleri de beraberinde getirebilir. Bu sebeple Suuçtu’nun korunması, mekânla kurulan öznel ilişkilerin de gözetilmesiyle mümkündür.

Suuçtu Şelalesi, ilk bakışta suyun yüksekten düştüğü bir doğa parçası olarak görülebilir; ancak dikkatli bir gözle bakıldığında, bu düşüşün içinde çok daha derin bir hareket, çok daha sevdalı bir söylem saklıdır. Su, doğanın hafızasını taşıyan bir anlatıcı, toprağın geçmişini bugüne aktaran bir aracı olarak karşımıza çıkar.

Bu bölgenin korunması, yalnızca fiziksel yapının sürdürülebilirliği ile sınırlanamayacak kadar çok katmanlıdır. Ekolojik denge kadar kültürel bellek de korunmalı, bilimsel veriler kadar insani hikâyeler de dikkate alınmalıdır. Doğaya dair her parça, insana bir kaynak, yoldaş, öğretmen, dost olabilir. Suuçtu, bu dostluğu asilce sürdüren yerlerden biridir. Şelalenin belki de sunduğu en önemli şey, insanın kendini yeniden hatırlamasına imkân vermesidir.

Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

  Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer Uludağ’ın eteklerinde, Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı bir köy düşünün. Eski taş y...