3 Temmuz 2025 Perşembe

Jared Diamond ve Çöküş'den Notlar: Kızıl Erik, Grönland’ın Arktik Halkları ve Çevresel Uyumun Toplumsal Çözümlenmesi

 


Jared Diamond ve Çöküş'ten Notlar: Kızıl Erik, Grönland’ın Arktik Halkları ve Çevresel Uyumun Toplumsal Çözümlenmesi

Kızıl Erik’in Öyküsü: Göç, Keşif ve Nors Toplumunun İzleri

Kızıl Erik, ya da gerçek adıyla Erik Thorvaldsson, yaklaşık 950 yılında Norveç’in güneybatısındaki Jaeren bölgesinde doğdu. Lakabı olan Kızıl, muhtemelen dikkat çekici kızıl saçları ve sakallarından geliyordu. O, Viking çağının en tanınmış figürlerinden biri olarak, hem kendi yaşamı hem de soyundan gelenlerle birlikte İskandinav keşiflerinin yönünü değiştirmiştir. Erik’in hayatı, daha çocukken Norveç’ten sürgün edilen babası Thorvald Asvaldsson ile birlikte İzlanda’ya göç etmesiyle şekillendi. Thorvald, bir adam öldürme suçu nedeniyle Norveç’ten kovulmuştu. Bu olay, Erik’in kaderini belirleyen ilk göç dalgasıydı. İzlanda’ya yerleşen aile, burada yeni bir hayat kurdu. Ancak Erik, babasının kaderini bir anlamda tekrar etti. Yetişkinliğe eriştikten sonra, komşularıyla yaşadığı anlaşmazlıklar ve şiddet olayları nedeniyle birkaç kişiyi öldürdü. Bu cinayetler sonucunda, İzlanda’nın meclisi olan Althing tarafından üç yıl süreyle sürgün cezasına çarptırıldı. Sürgün kararı, Erik’in hayatında dönüm noktası oldu. Batıya doğru yelken açarak, daha önce bazı Vikinglerin varlığını duyduğu ama kalıcı olarak yerleşemediği bir kara parçasına yöneldi: Grönland. Erik, üç yıl boyunca bu yeni toprakları keşfetti. Kıyı şeridini inceledi, kışları geçirebileceği bölgeleri belirledi ve bu toprakların yerleşim için uygun olduğunu düşündü. Sürgün süresi dolduğunda İzlanda’ya geri döndü ve Grönland’ı Yeşil Ülke olarak tanıttı. Bu isim, aslında bir pazarlama stratejisiydi. Sert iklimine rağmen, Grönland’ı cazip göstermek ve yeni yerleşimcileri ikna etmek için bu ismi seçmişti. 

985 yılında, Erik öncülüğünde 25 gemilik bir göçmen filosu Grönland’a doğru yola çıktı. Ancak yolculuk zorlu geçti; sadece 14 gemi hedefe ulaşabildi. Grönland’ın güneybatı kıyısında, bugünkü Narsarsuaq yakınlarında Brattahlid adlı yerleşimi kurdu. Bu yerleşim, Avrupa dışındaki ilk kalıcı İskandinav kolonisi olarak tarihe geçti. Erik burada liderlik yaptı, tarım ve hayvancılıkla uğraştı, koloniyi organize etti. Pagan inançlarına sıkı sıkıya bağlıydı; Hristiyanlığı kabul eden karısının ısrarlarına rağmen dinini değiştirmedi. Hatta karısının Grönland’da bir kilise yaptırmasına bile uzun süre karşı çıktı. 

Kızıl Erik’in Nors toplumu ile bağı çok derindi. O, Viking kültürünün özünü taşıyan bir figürdü: cesur, gözü kara, onuruna düşkün ve keşif ruhuyla dolu. Nors toplumu, klan yapısına dayalı, savaşçı bir kültüre sahipti. Hukuk sistemi, Althing gibi meclislerde alınan kararlarla yürütülüyordu. Sürgün, bu toplumda hem bir ceza hem de yeni fırsatların kapısını aralayabilecek bir durumdu. Erik’in sürgünü, onu yeni bir dünya kurmaya yöneltti. Bu yönüyle, Nors toplumunun hem karanlık hem de yaratıcı yanlarını temsil eder. Erik’in oğlu Leif Erikson, babasının izinden giderek daha da batıya yelken açtı ve Kuzey Amerika kıyılarına ulaştı. Ancak Kızıl Erik, bu yolculuğa katılamadı. Rivayete göre, Leif’in Amerika seferine katılmak üzereyken atından düşen Erik, bunu uğursuzluk sayarak yolculuktan vazgeçti. Kısa bir süre sonra Grönland’da çıkan bir salgında hayatını kaybetti. Kızıl Erik’in yaşamı, Viking çağının göç, keşif ve yerleşim dinamiklerini anlamak için eşsiz bir örnektir. Onun hikâyesi bir kültürün sınır tanımayan ruhunun hikâyesidir. 

Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Kızıl Erik’in ve onun öncülüğünde kurulan Grönland Nors topluluğunun öyküsü, çevresel uyum, kültürel esneklik ve hayatta kalma mücadeleleri bağlamında ele alınır. Diamond, Grönland’daki Nors yerleşimini, toplumların çevresel koşullara uyum sağlama becerilerinin hayati önemini göstermek için inceler.

Kızıl Erik’in Grönland’a göçü, aslında bir cesaret ve keşif örneğidir. Erik yeni bir dünya kurmaya çalışmış, bu toprakları Yeşil Ülke olarak tanıtarak insanları oraya çekmiştir. Ancak Diamond’a göre bu yeni toplum, çevrenin gerçeklerine ayak uydurmayı başaramamış; Norveç’teki ve İzlanda’daki alışkanlıklarını Grönland’ın ağaçsız, soğuk ve verimsiz topraklarına dayatmaya çalışmıştır.

Diamond, Grönland Norslarını doğayla uyum sağlayamayan ve Inuit halkının başarılı yaşam biçimlerinden ders almayan bir toplum olarak örnek gösterir. Norslar, tarım ve hayvancılığı kendi bildikleri şekilde sürdürmüş, deniz ürünlerini yeterince kullanmamış ve ticarete aşırı bağımlı kalarak Küçük Buz Çağı gibi iklim değişiklikleri ve Avrupa’daki krizler nedeniyle izole hale gelmiştir.

Diamond’un kitabında Kızıl Erik’in hikâyesi, çevresel körlük, kültürel esneklik eksikliği ve kısa vadeli uyum başarısının uzun vadeli çöküşe nasıl yol açabileceğinin tarihsel bir örneği olarak sunulur.


***

Viking Çağı’nda Norveç Kralı Harald Harfagre (Güzel Saçlı Harald) döneminde merkezi otoritenin güçlenmesi ve Norveç’in siyasi birliğinin sağlanmaya başlanması, bağımsız çiftlik sahipleri, savaşçılar ve özellikle suç işleyen ya da sürgüne mahkûm edilen bireyler üzerinde önemli bir baskı oluşturmuştur. Bu süreçte Kızıl Erik’in babası Thorvald Asvaldsson da bir adam öldürme suçu nedeniyle Norveç’ten sürgün edilmiş ve ailesiyle birlikte batıya, İzlanda’ya göç etmek zorunda kalmıştır. Bu tür bireysel sürgünler ve merkezi otorite baskısı, batıya doğru yeni topraklar arayışını teşvik etmiş ve İzlanda ile Grönland gibi yerleşimlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Kral Harald’ın iktidarı doğrudan bir sürgün kararından çok, göç ve keşif hareketlerini dolaylı biçimde tetikleyen bir yapı olarak değerlendirilebilir.

***


İnuitler

Grönland’ın zorlu coğrafyasında, Nors yerleşimlerinin kurulduğu dönemde aynı bölgede Inuit halkı da yaşıyordu. Inuitler, Kuzey Kutbu çevresinin sert iklimine binlerce yıl boyunca geliştirdikleri bilgi, beceri ve teknolojiyle uyum sağlamış bir toplumdu. Avlanma yetenekleri, hayatta kalmalarının temel dayanağıydı. Fok, mors ve balina gibi deniz memelilerini avlamak ve balıkçılığı geçimlerinin merkezine yerleştirmek, bu toplumun doğayla kurduğu uyumun en önemli örneklerindendi. Bu başarıyı sağlayan önemli unsurlardan biri, ustalıkla yaptıkları kanolardı. Özellikle tek kişinin kullanımı için tasarlanmış, hafif ve çevik kanolar, donmuş sularda ve dar geçitlerde avlanmayı mümkün kılmış; av sırasında manevra kabiliyeti sağlamıştır. Bu kanolar avcının adeta uzantısı gibi işlev görmüş, bireysel avlanma becerilerini zirveye taşımıştır. 

İnuitler ayrıca kar ve buzdan iglolar inşa ederek barınma ihtiyaçlarını karşılamış, hayvan derilerinden ve kürklerden soğuk iklim koşullarına dayanıklı giysiler üretmişlerdir. Jared Diamond’ın Çöküş kitabında vurguladığı gibi, Inuitler çevresel kaynakları büyük bir ustalık ve sürdürülebilirlik anlayışıyla kullanabilmiş, böylece Grönland’ın sert doğasında kalıcı bir varlık göstermeyi başarmışlardır. Diamond, bu başarıyı Grönland’daki Nors toplumu ile karşılaştırarak inceler. Norslar, çevreye uygun geçim stratejilerini benimsemek yerine Norveç ve İzlanda’dan getirdikleri geleneksel tarım ve hayvancılık sistemlerine bağlı kalmış; deniz memelilerini avlamayı ve Inuitlerin deniz kaynaklarına dayalı yaşam biçimini benimsememişlerdir. Norslar, kültürel esneklik eksiklikleri nedeniyle iklim değişikliği ve dış ticaret ağlarının çökmesi karşısında giderek kırılgan hale gelmiş ve nihayetinde toplumları çökmüştür.

Dorsetler

Grönland’ın ve Kuzey Kutbu’nun ilk sakinlerinden biri olarak kabul edilen Dorset kültürü, bölgeye Inuitlerden önce yerleşmiş avcı-toplayıcı bir toplumdu. Dorsetler, MÖ yaklaşık 500 ile MS 1500 yılları arasında Grönland, Kanada Arktik Adaları ve Labrador Yarımadası gibi bölgelerde yaşamışlardır. Hayatta kalma stratejileri esas olarak deniz memelilerini ve karada yaşayan hayvanları avlamaya dayanıyordu. Kalın kıyafetler, taş ve kemikten yapılmış araçlar, buzda yaşamaya elverişli barınaklar gibi teknolojiler geliştirmişlerdi. Ancak tarihsel süreçte Dorset kültürü zamanla bölgeden çekilmiş ve ortadan kaybolmuştur. Bunun nedenleri kesin olarak bilinmemekle birlikte, arkeolojik ve iklimsel veriler ışığında birkaç temel etken öne çıkar. İklim koşullarındaki değişiklikler, özellikle Küçük Buz Çağı öncesindeki soğuma dönemleri, av kaynaklarının azalmasına ve yaşam koşullarının zorlaşmasına yol açmış olabilir. Ayrıca Dorsetlerin teknolojik olarak sınırlı kalmaları ve deniz avcılığı konusunda Inuitler kadar gelişmiş tekniklere sahip olmamaları, onları daha esnek ve uyumlu bir kültüre sahip olan Inuitler karşısında dezavantajlı duruma düşürmüştür. Muhtemelen Inuitlerin yayılması ve onların gelişmiş avlanma, ulaşım ve barınma teknikleri Dorsetlerin varlığını zorlaştırmış; bu etkileşim ve çevresel baskılar Dorset kültürünün zamanla kaybolmasına zemin hazırlamıştır.

Dorsetlerin ardından Grönland’a ve Arktik bölgesine yerleşen Inuitler, çevre koşullarına uyum sağlama açısından çok daha gelişmiş teknik ve sosyal yapılara sahipti. İnuitler, binlerce yıl boyunca zorlu kutup koşullarında hayatta kalmayı başaran, doğayla uyumlu bir yaşam tarzı geliştirmiş bir toplumdu. Bu karşılaştırma, çevresel uyumun ve kültürel esnekliğin bir toplumun varlığını sürdürebilmesinde ne denli belirleyici olduğunu göstermektedir.

Bu durumda şunu da söyleyebiliriz: Avrupa ile iletişim halinde olan ve ticaret yapan Norslar, tüm bu bağlantılarına rağmen, çevreye uyum sağlayamayan bir toplum olarak başarısız olmuş; daha basit teknolojilere sahip görünen fakat doğayla uyumlu yaşam biçimi geliştiren Inuitler ise hayatta kalmayı başarmıştır. Bugün Inuitlerin varlığını sürdürmesi, uyum ve esnekliğin toplumların uzun vadeli başarısında belirleyici olduğunu kanıtlamaktadır.

Jared Diamond’ın Çöküş Kitabından Çevresel ve Toplumsal Çöküşe Dair Notlar


 

Jared Diamond’ın Çöküş Kitabından Çevresel ve Toplumsal Çöküşe Dair Notlar


Paskalya Adası

Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Paskalya Adası, insanlığın çevresel yıkım yoluyla kendi sonunu nasıl hazırlayabileceğine dair çarpıcı bir örnek olarak ele alınır. Diamond’a göre bu izole ada, bir zamanlar ormanlarla kaplı, verimli ve yaşanabilir bir yerken, zamanla insan eliyle dönüştürülmüş ve sonunda yaşanmaz hale gelmiştir. Polinezya’dan gelen yerleşimciler yaklaşık MS 900 civarında adaya ulaştıklarında, yanlarında tarım bilgisi, hayvanlar ve kültürel gelenekler getirmişlerdi. Bu halk, zamanla gelişmiş bir toplumsal yapı kurmuş, devasa taş heykeller olan moaileri inşa etmiş ve bu heykelleri adanın dört bir yanına taşımıştır. Ancak bu heykellerin taşınması ve dikilmesi, büyük miktarda ağaç kesimini gerektirmiştir; çünkü ağaçlar, hem heykelleri taşımak için kızak ve halat yapımında kullanılmış, hem de tarım alanı açmak için yakılmıştır. Diamond, bu süreçte adanın orman örtüsünün neredeyse tamamen yok olduğunu ve bunun sonucunda toprak erozyonunun arttığını, tarımın verimsizleştiğini ve toplumun gıda krizine sürüklendiğini belirtir. Ağaçların yok olmasıyla birlikte kuş türleri de adayı terk etmiş ya da yok olmuş, balıkçılık zorlaşmış, yapı malzemesi ve yakacak sıkıntısı başlamıştır. Bu çevresel çöküş, toplumsal yapıyı da sarsmış; kaynaklar azaldıkça kabileler arasında çatışmalar çıkmış, iç savaşlar başlamış ve hatta yamyamlık gibi aşırı davranışlar ortaya çıkmıştır. Diamond, bu süreci ekolojik intihar olarak tanımlar; çünkü toplum, kaynaklarının tükenmekte olduğunu fark etmesine rağmen davranışlarını değiştirmemiştir. Bu çöküş, dış müdahale olmadan, tamamen içsel dinamiklerle gerçekleşmiştir. Ancak Diamond, bu anlatıyı sunarken tek bir nedene indirgemez; çevresel bozulmanın yanı sıra, liderlik yapılarının, kültürel değerlerin ve uzun vadeli planlama eksikliğinin de bu çöküşte rol oynadığını vurgular. Paskalya Adası örneği, ona göre modern toplumlar için bir uyarıdır: kaynaklarımız sınırlıysa ve biz onları sürdürülebilir biçimde kullanmazsak, en gelişmiş uygarlıklar bile çökmeye mahkûmdur. Diamond, bu adayı bir laboratuvar gibi görür; çünkü dış dünyadan izole olduğu için, burada yaşananlar doğrudan insan-doğa ilişkisine dair dersler sunar. Paskalya Adası’nın çöküşü, geçmişin bir hikâyesi ve geleceğe dair bir uyarıdır: uygarlıklar, doğayla uyum içinde yaşamayı başaramazlarsa, kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlarlar.

Pitcairn Adası

Pitcairn Adası, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Paskalya Adası ile birlikte ele alınan ve yine insan etkisiyle şekillenmiş bir başka izole ada örneğidir; ancak bu kez çöküşün doğrudan adada yaşayan toplumdan değil, daha geniş bir bölgesel sistemin çöküşünden kaynaklandığı vurgulanır. Pitcairn, Henderson ve Mangareva adaları birlikte bir ekonomik ve kültürel ağ oluşturuyordu; bu adalar arasında deniz yoluyla taş, deniz ürünleri, tarım ürünleri ve işlenmiş mallar değiş tokuş ediliyor, her biri diğerinin eksiklerini tamamlıyordu. Ancak bu sistemin sürdürülebilirliği, adalar arasındaki ulaşımın devam etmesine bağlıydı ve özellikle Pitcairn gibi küçük ve kaynak açısından sınırlı adalar, bu ağdan kopmaları durumunda kendi başlarına ayakta kalamayacak kadar kırılgandı. Diamond’a göre bu ağın çöküşü, özellikle Mangareva’daki ormansızlaşma ve çevresel bozulma nedeniyle başladı; çünkü Mangareva, diğer adalara ulaşımda kullanılan büyük kanoların yapıldığı ağaçlara sahipti ve bu ağaçlar yok olunca, adalar arası deniz taşımacılığı da sona erdi. Bu kopuş, Pitcairn gibi adaların dışarıdan gelen kaynaklara erişimini engelledi ve bu da ekonomik çöküşe, nüfus azalmasına ve sosyal yapının dağılmasına yol açtı. İlginç olan, Pitcairn Adası’nda doğrudan bir çevresel felaket yaşanmamış olmasıdır; yani ada kendi içinde sürdürülebilirliğini bir ölçüde koruyabilmişti, ancak bağlı olduğu daha büyük sistemin çökmesi onu da içine çekmiştir. Bu örnek, Diamond’ın kitabında vurguladığı önemli bir temayı destekler: bir toplumun kaderi, kendi iç dinamiklerine bağlı olduğu gibi, dış dünyayla olan ilişkilerine ve karşılıklı bağımlılıklarına da bağlıdır. Pitcairn’in çöküşü, birbiriyle bağlantılı sistemlerin kırılganlığının bir sonucudur ve bu yönüyle günümüz küresel dünyasında yaşanan ekonomik ve çevresel krizlerle de doğrudan ilişkilendirilebilir.
 
Henderson Adası

Henderson Adası, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Pitcairn ve Mangareva adalarıyla birlikte ele alınır ve bu üç ada arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisi üzerinden bir çöküş hikâyesi anlatılır. Henderson, doğal kaynakları sınırlı, küçük ve izole bir adadır; burada yaşayan insanlar, kendi başlarına sürdürülebilir bir yaşam kurmakta zorlanmış, bu nedenle komşu adalarla ticaret yaparak hayatta kalmışlardır. Özellikle Mangareva’dan gelen taş aletler ve Pitcairn’den gelen obsidyen gibi kaynaklar, Henderson’daki yaşamın devamı için hayati öneme sahipti. Ancak bu adalar arasındaki deniz ulaşımı, büyük kanolarla sağlanıyordu ve bu kanoların yapımı için gerekli olan büyük ağaçlar zamanla Mangareva’da tükenince, adalar arası iletişim ve ticaret de sona erdi. Bu kopuş, Henderson gibi dış kaynaklara bağımlı adalarda ciddi bir krize yol açtı; çünkü artık ihtiyaç duydukları malzemelere ulaşamıyor, kendi kaynakları da yetersiz kalıyordu. Diamond, Henderson’daki çöküşü doğrudan çevresel bozulmadan çok, sistemsel bir çöküş olarak tanımlar; yani bir toplumun bağlı olduğu daha büyük ağın çökmesiyle birlikte yok oluşa sürüklendiğini gösterir. Henderson’daki insanlar, artık dışarıdan gelen destek olmadan yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelmiş, sonunda adayı terk etmek ya da yok olmak zorunda kalmışlardır. Bu örnek, Diamond’ın kitabında vurguladığı temel fikirlerden birini destekler: bir toplumun kaderi, kendi çevresel kararlarına, dış dünyayla olan ilişkilerine ve bu ilişkilerin sürdürülebilirliğine bağlıdır. Henderson Adası’nın çöküşü, günümüz dünyasında küresel tedarik zincirlerine, enerji bağımlılığına ve ekonomik ağlara olan bağımlılığımızı düşündüğümüzde, oldukça tanıdık ve uyarıcı bir örnek olarak karşımıza çıkar.
 
Anasazi Toplumu

Anasazi toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Amerika kıtasındaki yerli uygarlıkların çöküşünü anlamak için incelenen en dikkat çekici örneklerden biridir. Bugünkü ABD’nin güneybatısında, özellikle de Colorado, Utah, Arizona ve New Mexico eyaletlerinin kesiştiği Dört Köşe Bölgesi’nde yaşamış olan Anasaziler, MS 600 ile 1300 yılları arasında gelişmiş bir tarım toplumu olarak varlık göstermiştir. Bu toplum, kurak bir coğrafyada karmaşık sulama sistemleri kurarak mısır, fasulye ve kabak gibi ürünler yetiştirmiş, çok katlı taş yapılar inşa etmiş ve geniş ticaret ağları kurmuştur. Ancak tüm bu gelişmişliğe rağmen, 13. yüzyılın sonlarına doğru Anasazi yerleşimleri birer birer terk edilmiş, büyük şehirler boşalmış ve halk iz bırakmadan dağılmıştır.
Diamond’a göre bu çöküşün ardında birden fazla neden vardır ve bunlar birbirini tetikleyen karmaşık bir zincir oluşturur. En önemli etkenlerden biri, uzun süreli kuraklık dönemleridir. Anasaziler, tarıma dayalı bir ekonomi kurmuşlardı ve bu ekonomi, yeterli yağışa ve düzenli su kaynaklarına bağlıydı. Ancak 1100’lü yılların sonlarından itibaren başlayan ve 1276–1299 yılları arasında zirveye ulaşan büyük kuraklık, tarımsal üretimi ciddi şekilde sekteye uğrattı. Bu durum, gıda kıtlığına, açlığa ve toplumsal huzursuzluğa yol açtı. Aynı zamanda nüfus artışı da kaynaklar üzerindeki baskıyı artırmış, ormanların aşırı kesimi ve toprakların aşırı kullanımı gibi çevresel sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu da toprak erozyonunu hızlandırmış, tarım alanlarının verimliliğini düşürmüş ve toplumun kendi kendini besleyemez hale gelmesine neden olmuştur.
Bunlara ek olarak, Diamond Anasazi toplumunda sosyal ve siyasal yapının da bu krizlere karşı yeterince esnek olmadığını belirtir. Toplumun elit kesimi, kaynakların azalmasına rağmen ayrıcalıklarını sürdürmeye çalışmış, bu da sınıfsal gerilimleri artırmış olabilir. Arkeolojik bulgular, bu dönemde şiddetin arttığını, bazı yerleşimlerin surlarla çevrildiğini ve hatta yamyamlık izlerine rastlandığını göstermektedir. Tüm bu göstergeler, toplumun iç çatışmalarla sarsıldığını ve merkezi otoritenin zayıfladığını düşündürür. Anasazi halkı büyük yerleşimlerini terk etmiş, daha küçük ve dağınık topluluklar halinde yaşamaya başlamış ve eski uygarlık yapısı çökmüştür.
Diamond, Anasazi örneğini kullanarak çevresel stres, iklim değişikliği, kaynak yönetimi ve sosyal eşitsizlik gibi faktörlerin bir araya geldiğinde nasıl bir uygarlığı çöküşe sürükleyebileceğini gösterir. Bu çöküş yavaş yavaş gelişen ve sonunda geri dönülemez hale gelen bir sürecin sonucudur. Anasazi’lerin yaşadığı topraklar bugün hâlâ kurak ve zorlu bir coğrafya olsa da, onların bıraktığı yapılar ve izler, bir zamanlar burada gelişmiş bir toplumun var olduğunu ve kendi çevresel sınırlarını aşmaya çalışırken nasıl yok olduğunu hatırlatır.
 
Maya Toplumu

Klasik Maya toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında çevresel bozulma, iklim değişikliği, nüfus baskısı ve siyasal karmaşanın bir araya gelerek nasıl büyük bir uygarlığı çöküşe sürüklediğini gösteren en kapsamlı örneklerden biri olarak ele alınır. Maya uygarlığı, bugünkü Meksika’nın güneydoğusu ile Guatemala, Belize ve Honduras’ın bazı bölgelerini kapsayan geniş bir coğrafyada gelişmiş, özellikle MS 250–900 yılları arasında yani Klasik Dönemde büyük şehirler, piramitler, yazı sistemleri ve astronomi bilgisiyle dikkat çeken bir medeniyet haline gelmiştir. Ancak bu görkemli uygarlık, 9. yüzyılın sonlarına doğru giderek hızlanan bir biçimde çökmeye başlamış, şehirler terk edilmiş, nüfus azalmış ve merkezi otorite dağılmıştır.
Diamond’a göre bu çöküşün temel nedenlerinden biri, Maya toplumunun çevresel sınırlarını zorlamasıdır. Ormanların tarım alanı açmak için kesilmesi, toprağın aşırı kullanımı ve nüfusun hızla artması, ekosistemi kırılgan hale getirmiştir. Özellikle yamaçlarda yapılan tarım, toprak erozyonunu artırmış, bu da tarımsal verimi düşürmüş ve gıda üretimini tehdit etmiştir. Bu çevresel baskılar, Maya şehirlerinin büyüklüğü ve karmaşıklığıyla birleşince, sistemin sürdürülebilirliği zayıflamıştır. Üstelik bu dönemde yaşanan uzun süreli kuraklıklar, zaten zor durumda olan tarım sistemini tamamen çökertmiş, su kaynakları azalmış ve halk açlıkla karşı karşıya kalmıştır.
Ancak Diamond, çevresel nedenlerin tek başına yeterli olmadığını, siyasal yapıların da bu krize karşı esnek davranamadığını vurgular. Maya şehirleri, merkezi bir imparatorluk yerine birbirleriyle rekabet eden bağımsız şehir devletlerinden oluşuyordu ve bu şehirler arasında sık sık savaşlar yaşanıyordu. Kaynaklar azaldıkça bu savaşlar daha da şiddetlendi, halk üzerindeki vergi ve iş gücü baskısı arttı, elit sınıf ayrıcalıklarını korumaya çalışırken halkın yaşam koşulları kötüleşti. Bu da toplumsal huzursuzluğu artırdı ve sonunda şehirlerin terk edilmesine yol açtı. Arkeolojik bulgular, bazı şehirlerin surlarla çevrildiğini, bazı tapınakların yarım bırakıldığını ve nüfusun kırsal alanlara dağıldığını gösterir.
Maya çöküşü, Jared Diamond’ın kitabında ekolojik intihar kavramının en dramatik örneklerinden biri olarak sunulur. Toplum, çevresel sınırlarını aşmış, uzun vadeli planlama yapamamış ve kriz anında işbirliği yerine çatışmayı seçmiştir. Bu da, büyük bir uygarlığın yavaş ama kaçınılmaz bir şekilde çözülmesine neden olmuştur. Diamond, bu örneği kullanarak günümüz toplumlarına da bir uyarı gönderir: kaynaklarımız sınırlıysa, çevreye verdiğimiz zarar artıyorsa ve siyasal yapılar bu sorunlara çözüm üretmekte yetersiz kalıyorsa, en gelişmiş uygarlıklar bile çökmekten kurtulamaz.

*
Klasik Maya toplumunun bu kadar gelişmiş olmasının ardında, doğayla kurdukları dikkatli ve sezgisel ilişki, bilgiye duydukları derin saygı ve toplumsal yapılarındaki incelikli denge yatıyordu. Orta Amerika’nın nemli, yoğun ormanlarla kaplı topraklarında, kolay olmayan koşullarda yaşamayı başarmışlardı; ama sadece hayatta kalmakla yetinmemiş, bu zorlu coğrafyada kendi dünyalarını kurmuşlardı. Mısırı, fasulyeyi, kabağı toprağın kalbine sabırla işleyerek yetiştirmişler, yamaçları teraslamış, bataklıkları kurutup verimli tarlalara dönüştürmüşlerdi. Bu tarımsal ustalık, sadece karın doyurmakla kalmamış, şehirlerin büyümesine, nüfusun artmasına ve kültürel hayatın zenginleşmesine zemin hazırlamıştı.
Mayalar gökyüzünü okuyan, zamanı ölçen, evrenin ritmini anlamaya çalışan bir halktı. Sıfır kavramını bağımsız olarak geliştirmeleri, karmaşık takvimler oluşturmaları, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini büyük bir hassasiyetle takip etmeleri, onların bilimsel düşünceye ne kadar açık ve meraklı olduklarını gösterir. Chichén Itzá’daki Kukulkán Piramidi’nde, ekinoks günlerinde merdivenlere düşen ışığın bir yılan gibi kıvrılarak aşağı süzülmesi, mimari ve kozmik bir şiirdir.
Toplumları ise birbirinden bağımsız ama birbirine bağlı şehir devletlerinden oluşuyordu. Her şehirde saraylar, tapınaklar, gözlemevleri ve top oyunu sahaları vardı; her biri kendi yöneticisine, rahiplerine ve zanaatkârlarına sahipti. Halkın büyük kısmı çiftçilikle uğraşırken, seçkin sınıf dini törenleri yönetiyor, tanrılarla halk arasında bir köprü kuruyordu. İnançları çok tanrılıydı; yağmur, mısır, güneş gibi doğa güçlerinin her biri bir tanrıya dönüşmüş, bu tanrılarla barış içinde yaşamak için ayinler, kurbanlar ve ritüeller düzenlenmişti.
Yazı sistemleri de bu karmaşık dünyanın bir parçasıydı. Taşlara, seramiklere, katlanır el yazmalarına kazınan hiyeroglifler; yöneticilerin soylarını, savaşları, gökyüzü olaylarını ve kutsal günleri kayda geçiriyordu. Sanatları ise bir anlatım biçimiydi: seramiklerdeki desenler, duvar resimlerindeki sahneler, tüylerden yapılmış başlıklar; hepsi birer hikâye anlatıyordu.
Tüm bu gelişmişlik, onların doğayla uyum içinde yaşama çabalarının, bilgiye duydukları hayranlığın ve toplumsal işbirliğinin bir sonucuydu. Ama ne yazık ki, bu başarılar onları sınırsız kılmadı. Nüfus arttıkça ormanlar azaldı, kuraklıklar geldi, şehirler birbirine düşman oldu. Ve sonunda, bu büyük uygarlık, kendi ağırlığı altında yavaşça çözüldü. Belki de en trajik olan, bu çöküşün fark edilmeden, adım adım gerçekleşmiş olmasıydı.
 
Göroland Nors Toplumu

Grönland’daki Nors toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında, çevresel değişimlere uyum sağlayamayan ve kültürel esneklik gösteremeyen bir toplumun nasıl yavaş yavaş çöktüğünü gösteren en çarpıcı örneklerden biri olarak anlatılır. Bu toplum, MS 980 civarında Norveçli Vikingler tarafından Grönland’ın güneybatı kıyılarına yerleşilerek kurulmuştu. Başlangıçta bu yerleşimciler, Avrupa’dan getirdikleri tarım ve hayvancılık bilgisiyle yeni topraklarda yaşam kurmaya çalıştılar; inek, koyun ve keçi yetiştirdiler, otlaklar açtılar, kiliseler inşa ettiler ve Avrupa ile ticaret bağlantılarını sürdürdüler. Ancak Grönland, adının aksine oldukça soğuk, verimsiz ve zorlu bir coğrafyaydı; kısa yazlar, uzun ve sert kışlar, sınırlı tarım alanları ve kırılgan bir ekosistem, bu yerleşimcilerin karşılaştığı temel zorluklardı.
Diamond’a göre Nors toplumu, bu zorluklara karşı yeterince esnek davranamamış, çevreye uyum sağlamak yerine kendi kültürel alışkanlıklarını sürdürmeye çalışmıştır. Örneğin, Norveç’ten getirdikleri tarım ve hayvancılık yöntemlerini Grönland’ın iklimine uyarlamak yerine aynen uygulamaya devam etmişler, bu da toprakların aşırı kullanımı, otlakların tükenmesi ve erozyon gibi sorunlara yol açmıştır. Aynı zamanda, çevrede bolca bulunan deniz ürünlerini —örneğin fok balığı, balık ve deniz kuşlarını— yeterince değerlendirmemiş, bu kaynaklara kültürel olarak mesafeli durmuşlardır. Oysa aynı dönemde Grönland’da yaşayan Inuit halkı, bu zorlu coğrafyada hayatta kalmayı başarmış, deniz memelilerini avlayarak, kar kıyafetleri ve iglolar gibi çevreye uygun yaşam biçimleri geliştirerek varlığını sürdürmüştür. Bu karşılaştırma, Diamond’ın kitabında önemli bir noktaya işaret eder: bir toplumun başarısı, teknolojik bilgiyle birlikte kültürel esnekliğe ve çevresel gerçekliklere uyum sağlama becerisine bağlıdır.
Grönland’daki Nors toplumu ayrıca dış dünyayla olan ticaret bağlantılarına da fazlasıyla bağımlıydı. Avrupa ile kürk, fildişi ve diğer mallar üzerinden yürütülen ticaret, toplumun ekonomik temelini oluşturuyordu. Ancak 14. yüzyılda Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk, veba salgını ve iklimdeki soğuma (Küçük Buz Çağı) gibi etkenler, bu ticaretin zayıflamasına neden oldu. Ticaret kesilince, toplumun dışarıdan gelen mal ve desteklere olan bağımlılığı onları daha da savunmasız hale getirdi. Sonunda, 1400’lü yılların ortalarına gelindiğinde, Grönland’daki Nors yerleşimleri tamamen terk edilmişti; kiliseler boş kalmış, evler yıkılmış, halk ya açlıktan ölmüş ya da başka yerlere göç etmişti.
Diamond, bu örneği kullanarak, bir toplumun çöküşünün çevresel nedenlerle, kültürel inatçılık, dışa bağımlılık ve liderlik eksikliği gibi sosyal faktörlerle şekillendiğini vurgular. Grönland’daki Norslar, çevrelerine uyum sağlamak yerine kendi geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmış, Inuit halkından öğrenmeyi reddetmiş ve sonunda bu inatçılığın bedelini varlıklarını kaybederek ödemişlerdir. Bu çöküş, modern toplumlar için de güçlü bir uyarıdır: değişen dünyaya ayak uyduramayan, esnekliğini kaybeden ve doğayla çatışan her sistem, ne kadar güçlü görünürse görünsün, sonunda yok olabilir.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Savaşın ve Açlığın Bedelini Ödeyenler



Bazılarının anlamadığı bir gerçek var: Savaşları çıkaranlar halklar değil, devletleri yönetenlerdir. Masum insanlar yalnızca bu kirli oyunların bedelini öder. Elbette savaşta ölen, acı çeken insanlar için yüreğim yanıyor. Ama unutulmamalı ki bu felaketlere sebep olanlar sıradan insanlar değildir; halkı yığın, koyun ya da sessiz bir kalabalık olarak gören devlet yöneticileridir. Onların açgözlülüğü, kibri ve güç tutkusu, milyonların kaderini karartır.

Adalet duygusundan bahsediliyor... Hangi adalet? Adalet dedikleri çoğu zaman kendi dilinden, kendi ırkından, kendi inancından olmayanı ölüme mahkûm etmek oluyor. "Sen benim gibi değilsen, bu dünyada sana yer yok" diyorlar; toprak, su, sınır için kan akıtıyorlar. 

Şimdi size bir soru soracağım: Bir baba ya da anne, yalnızca çocuğuna bir parça ekmek, ya da yiyecek almak isterken, cebindeki para yetmediği için kasada o erzakları bırakıyorsa... o babanın—annenin yüzünü, kalbindeki yangını düşünebiliyor musunuz?

İşte bomba atan o canilerle, bir halkı yurtlarından eden o soykırımcılarla, insanların önüne türlü yiyecekler serip sonra alım gücünü elinden alarak onu yavaş yavaş köleleştirenler arasında bir fark var mı? Biri bombayla öldürür, diğeri açlıkla... Ama sonuç aynıdır: insanın onuru çiğnenir, insan canı hiçe sayılır. 

Bu dünya her haliyle utanç dolu... Bizi duyan yok. Bizler bazıları için sadece vergi ödemek zorunda olan, ne olursa olsun şükretmesi beklenen, yarı aç yarı tok yaşamaya mahkûm edilen, şikâyet etmeyen, hep çalışan, daha da çok çalışan insanlarız. Savaşıyoruz dediklerinde, onların istediği cephede can vermeye mecbur bırakılanlarız. Söz hakkı olmayan, sadece emir alan, sadece yük taşıyan, sadece sabretmesi istenen insanlarız. Birileri zenginliklerine zenginlik katarken, birileri tahtlarında otururken, bize düşen yalnızca susmak, çalışmak ve katlanmaktır. Ve bu düzenin adı adalet diye öğretilir bize... Oysa adaletin izini bile göremeyiz.

Bakıyorum, bazıları sık sık savaşla ilgili paylaşımlar yapıyor. Oysa Ortadoğu’nun cehennemini gerçekten anlayabilmek için sağlıklı ve berrak bir zihin gerekir. Adalet anlayışı yokmuş bazı yazarların; peki, onlar gerçek adaletin zerresini biliyor mu acaba? Mohammad Rasoulof’un 2024 yapımı Kutsal İncirin Tohumu filminde gördüğümüz gibi... Tahran’daki Devrim Mahkemesi’nden terfi alan yargıç İman, ortalık kızıştıkça ailesine düşman kesiliyor; silahı kaybolduğunda karısına ve kızlarına paranoyayla yaklaşmaya başlıyor—sistemin baskısı, aileyi bile parçalamış.

Korkudan savaşı desteklemeyin. Birileri bana kızar ya da makamımdan olurum diye paylaşım yapmayın. Gerçekten ne hissediyorsanız, onu söyleyin. İşte ben bunları düşünüyor ve söylüyorum.

Bursa Kızı



Bursa benim için bir keşif yolculuğu.
Canım Bursa’yı anlatmayı seviyorum;
bu şehirde gezdiğim yerler bana hep yeniden kendimi anlatıyor.
Her defasında ilk kez görüyormuş gibi bir heyecan duyuyorum.
Bursa’da taşın, ağacın, sokakların dili var;
dinleyene bin bir sır fısıldar.

Yazılar yazıyorum Bursa hakkında... okuyor musunuz?
Fotoğraflar paylaşıyorum sık sık;
gittiğim yerler, bildiğimi sandığım her köşe
bir başka yüzünü gösteriyor bana.

Amacım ‘ben geziyorum, görün bakın’ demek değil;
yahu biz kaç nesildir bu topraklarda yaşıyoruz.
Bursa’yı karış karış biliyoruz zaten.
Benim derdim, şehrimi hissederek yaşamak;
güzelliğini görmekle kalmayıp
onu kelimelere dökmek,
bir hatıra, bir iz bırakmak.

Buralar ilk kez gördüğüm yerler değil ki!
Dağını, denizini, taşını, toprağını yıllarca içime çektim.
Fotoğraf çekmekten, paylaşmaktan keyif alıyorum;
bunun nesi suç, anlayamıyorum.
Üstelik yazıyorum Bursa’yı...
Keşke okusanız.

Jared Diamond ve Çöküş'den Notlar: Kızıl Erik, Grönland’ın Arktik Halkları ve Çevresel Uyumun Toplumsal Çözümlenmesi

  Jared Diamond ve Çöküş'ten Notlar : Kızıl Erik, Grönland’ın Arktik Halkları ve Çevresel Uyumun Toplumsal Çözümlenmesi Kızıl Erik’in Öy...