Dostoyevski'nin Timsah hikâyesi: Hikâyenin başkahramanı,
Ivan Matveyevich adlı bir devlet memurudur. Bir gün, karısı Elena Ivanovna ve
hikâyenin anlatıcısı dostuyla birlikte egzotik hayvanların sergilendiği bir
fuara giderler. Orada sergilenen bir timsah, hikâyenin tam merkezine oturur.
Ivan Matveyevich timsahı daha yakından incelemek isterken, beklenmedik bir şey
olur: Timsah onu canlı canlı yutar!
Ancak burada sıra dışı bir durum vardır: Ivan Matveyevich timsahın içinde
yaşamaya devam eder ve içeriden konuşabilir!
İlk şaşkınlığın ardından, karısı ve anlatıcı onu kurtarmaya çalışır. Fakat Ivan
Matveyevich, timsahın içindeki hayatın konforlu ve huzurlu olduğunu, ayrıca
artık çok daha fazla düşünmeye ve yazmaya zaman bulduğunu söyleyerek orada
kalmak ister. Hatta bu durumun onun entelektüel kariyeri için bir fırsat
olabileceğini savunur.
Timsah, hem edebi bir hiciv olarak hem de çağının entelektüel ve toplumsal
atmosferinin ironik bir temsili olarak dikkate değerdir. Dostoyevski burada,
insanın absürtlükler karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliği nasıl
anlamlandırmaya çalıştığını zekice bir mizahla işler. Aynı zamanda devlet,
bürokrasi, toplum ve birey ilişkisine dair alegorik okumalara açık zengin bir
metindir.
L. Andreyev'in Elezar adlı hikâyesi: Yazar İncil'deki Lazarus’un ölümden
diriliş hikâyesini edebi bir temel alarak felsefi ve varoluşsal bir kabusa
dönüştürür. Ancak Andreyev’in kaleminde bu mucize, korkunç bir sessizlik,
düzenin anlamsızlığı ve insanın ruhuna çöken derin bir boşluk vardır.
Öyküde Lazarus (Eleazar), ölümden sonra dirilmiştir. Ancak onun bu dönüşü ne
neşe ne de umut getirir. Aksine, yüzüne yerleşen o açıklanamaz ölüm bilgisi ve
bakışlarındaki sonsuzluk, çevresindekileri dehşete düşürür. Kimse onunla göz
göze gelememekte, onun yanında uzun süre kalamamaktadır. Çünkü Lazarus artık
dünyaya ait değildir; onun gözlerinden yansıyan şey, yaşamın karşıtı olan bir
şeydir: mutlak anlamsızlık.
Dirildikten sonra eski hayatına dönmeye çalışır, ama artık
hiçbir şeyin anlamı yoktur: ne sevgi, ne doğa, ne sanat vardır onun için.
Çevresindekiler, onun sessizliğine ve ürkütücü varlığına dayanamayarak
uzaklaşır. İnsanlar, Elezar’ın bakışlarına tahammül edemez hale gelir; onun
çevresinde bir tür varoluşsal çürüme ve çöküş başlar. Öykü, ölümden sonra gelen
bilgiye dair metafizik bir soru yöneltir: Eğer bir insan gerçekten ölümün ne
olduğunu bilse, hâlâ dünyada yaşayabilir miydi?
Andreyev’in dili yoğun, karanlık ve sembollerle yüklüdür. Eleazar karakteri,
artık hiçbir dünyevi anlamı kabul etmeyen biri olarak, Tanrı’nın sessizliğine
ve evrenin sonsuz boşluğuna tanıklık etmiş bir ölüm peygamberine dönüşür.
Hikâyenin sonunda Lazarus bir anlamda hâlâ diridir, ama yaşayan bir ölüdür;
içinde zamanın dışına taşmış bir bilgi vardır; insan aklının taşıyamayacağı
kadar ağır bir hakikat.
Lev Tolstoy’un Ivan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, insanın
hayatı boyunca kurduğu sahte yapıların çöküşünü ve ölüm karşısında hakikati
arayışını anlatır. Yüksek mahkeme yargıcı Ivan İlyiç, dışarıdan bakıldığında
itibarlı, düzenli, normal bir yaşam sürmektedir: toplum kurallarına uymuş,
meslek merdivenlerini dikkatle tırmanmış, statü ve gösteriş dolu bir yaşam
kurmuştur. Ne var ki bir gün ansızın başlayan bir hastalık, bedensel bir
çöküşten çok daha fazlasını tetikler: Ivan, ilk kez ölümün gerçekten var olduğunu,
hem de kendisi için de olduğunu fark eder.
Çevresi; ailesi, arkadaşları, doktorları; onun acılarını geçiştirir,
hastalığını hafifseyerek görmezden gelir. Ancak Ivan, içten içe yaklaşmakta
olan sona karşı koyamaz. Ağrılar arttıkça, yalnızlık derinleştikçe ve ‘’hasta
değilsin’’ inkârları sürüp gittikçe, Ivan kendi kendine şu soruyu sorar:
‘’Ben aslında doğru doğru bir hayat yaşadım mı?’’
Yıllarca uğruna çalıştığı şeylerin; kariyerin, mevkinin, toplumun onayının,
aslında hiçbir gerçek anlam taşımadığını fark eder.
Tolstoy burada ölümü ve ruhsal uyanışı anlatır. Ivan, çürümeye başlamış
bedeninin içinde, ilk kez sahici bir yaşam arzusuna tutunur. Gerçekle ilk kez
yüzleşir. Ve bu yüzleşme, onu bir aydınlanmaya götürür. Evin genç hizmetkârı
Gerasim’in gösterdiği içten ilgi ve yalın merhamet, ona gerçek insani
ilişkinin, sahiciliğin ve ölümle barışmanın mümkün olduğunu sezdirir.
Romanın son anlarında Ivan, yıllarca sürdüğü gösterişli ama sahte hayattan
sıyrılır, bencilliğini bırakır, affeder ve affedilir. Artık ölümden korkmaz;
çünkü yaşamın ne olmadığını anlamıştır. Ölümün gelip çattığı o son saniyede,
sanki sonsuz bir ışıkla karşılaşır ve şunu söyler:
'‘Ölüm yok... ben yalnızca hakiki olan yaşama giriyorum.’’