26 Temmuz 2025 Cumartesi

Babil Kitaplığı Rus Öyküleri

 


Dostoyevski'nin Timsah hikâyesi: Hikâyenin başkahramanı, Ivan Matveyevich adlı bir devlet memurudur. Bir gün, karısı Elena Ivanovna ve hikâyenin anlatıcısı dostuyla birlikte egzotik hayvanların sergilendiği bir fuara giderler. Orada sergilenen bir timsah, hikâyenin tam merkezine oturur.
Ivan Matveyevich timsahı daha yakından incelemek isterken, beklenmedik bir şey olur: Timsah onu canlı canlı yutar!
Ancak burada sıra dışı bir durum vardır: Ivan Matveyevich timsahın içinde yaşamaya devam eder ve içeriden konuşabilir!
İlk şaşkınlığın ardından, karısı ve anlatıcı onu kurtarmaya çalışır. Fakat Ivan Matveyevich, timsahın içindeki hayatın konforlu ve huzurlu olduğunu, ayrıca artık çok daha fazla düşünmeye ve yazmaya zaman bulduğunu söyleyerek orada kalmak ister. Hatta bu durumun onun entelektüel kariyeri için bir fırsat olabileceğini savunur.
Timsah, hem edebi bir hiciv olarak hem de çağının entelektüel ve toplumsal atmosferinin ironik bir temsili olarak dikkate değerdir. Dostoyevski burada, insanın absürtlükler karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliği nasıl anlamlandırmaya çalıştığını zekice bir mizahla işler. Aynı zamanda devlet, bürokrasi, toplum ve birey ilişkisine dair alegorik okumalara açık zengin bir metindir.

L. Andreyev'in Elezar adlı hikâyesi: Yazar İncil'deki Lazarus’un ölümden diriliş hikâyesini edebi bir temel alarak felsefi ve varoluşsal bir kabusa dönüştürür. Ancak Andreyev’in kaleminde bu mucize, korkunç bir sessizlik, düzenin anlamsızlığı ve insanın ruhuna çöken derin bir boşluk vardır.
Öyküde Lazarus (Eleazar), ölümden sonra dirilmiştir. Ancak onun bu dönüşü ne neşe ne de umut getirir. Aksine, yüzüne yerleşen o açıklanamaz ölüm bilgisi ve bakışlarındaki sonsuzluk, çevresindekileri dehşete düşürür. Kimse onunla göz göze gelememekte, onun yanında uzun süre kalamamaktadır. Çünkü Lazarus artık dünyaya ait değildir; onun gözlerinden yansıyan şey, yaşamın karşıtı olan bir şeydir: mutlak anlamsızlık.

Dirildikten sonra eski hayatına dönmeye çalışır, ama artık hiçbir şeyin anlamı yoktur: ne sevgi, ne doğa, ne sanat vardır onun için. Çevresindekiler, onun sessizliğine ve ürkütücü varlığına dayanamayarak uzaklaşır. İnsanlar, Elezar’ın bakışlarına tahammül edemez hale gelir; onun çevresinde bir tür varoluşsal çürüme ve çöküş başlar. Öykü, ölümden sonra gelen bilgiye dair metafizik bir soru yöneltir: Eğer bir insan gerçekten ölümün ne olduğunu bilse, hâlâ dünyada yaşayabilir miydi?
Andreyev’in dili yoğun, karanlık ve sembollerle yüklüdür. Eleazar karakteri, artık hiçbir dünyevi anlamı kabul etmeyen biri olarak, Tanrı’nın sessizliğine ve evrenin sonsuz boşluğuna tanıklık etmiş bir ölüm peygamberine dönüşür. Hikâyenin sonunda Lazarus bir anlamda hâlâ diridir, ama yaşayan bir ölüdür; içinde zamanın dışına taşmış bir bilgi vardır; insan aklının taşıyamayacağı kadar ağır bir hakikat.

Lev Tolstoy’un Ivan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, insanın hayatı boyunca kurduğu sahte yapıların çöküşünü ve ölüm karşısında hakikati arayışını anlatır. Yüksek mahkeme yargıcı Ivan İlyiç, dışarıdan bakıldığında itibarlı, düzenli, normal bir yaşam sürmektedir: toplum kurallarına uymuş, meslek merdivenlerini dikkatle tırmanmış, statü ve gösteriş dolu bir yaşam kurmuştur. Ne var ki bir gün ansızın başlayan bir hastalık, bedensel bir çöküşten çok daha fazlasını tetikler: Ivan, ilk kez ölümün gerçekten var olduğunu, hem de kendisi için de olduğunu fark eder.
Çevresi; ailesi, arkadaşları, doktorları; onun acılarını geçiştirir, hastalığını hafifseyerek görmezden gelir. Ancak Ivan, içten içe yaklaşmakta olan sona karşı koyamaz. Ağrılar arttıkça, yalnızlık derinleştikçe ve ‘’hasta değilsin’’ inkârları sürüp gittikçe, Ivan kendi kendine şu soruyu sorar:
‘’Ben aslında doğru doğru bir hayat yaşadım mı?’’
Yıllarca uğruna çalıştığı şeylerin; kariyerin, mevkinin, toplumun onayının, aslında hiçbir gerçek anlam taşımadığını fark eder.
Tolstoy burada ölümü ve ruhsal uyanışı anlatır. Ivan, çürümeye başlamış bedeninin içinde, ilk kez sahici bir yaşam arzusuna tutunur. Gerçekle ilk kez yüzleşir. Ve bu yüzleşme, onu bir aydınlanmaya götürür. Evin genç hizmetkârı Gerasim’in gösterdiği içten ilgi ve yalın merhamet, ona gerçek insani ilişkinin, sahiciliğin ve ölümle barışmanın mümkün olduğunu sezdirir.
Romanın son anlarında Ivan, yıllarca sürdüğü gösterişli ama sahte hayattan sıyrılır, bencilliğini bırakır, affeder ve affedilir. Artık ölümden korkmaz; çünkü yaşamın ne olmadığını anlamıştır. Ölümün gelip çattığı o son saniyede, sanki sonsuz bir ışıkla karşılaşır ve şunu söyler:
'‘Ölüm yok... ben yalnızca hakiki olan yaşama giriyorum.’’

 

Bir Çayın Doğumu: Aras Vadisi’nden Nilüfer’e Uzanan Yol

 Bir Çayın Doğumu: Aras Vadisi’nden Nilüfer’e Uzanan Yol



Ketenlik Yaylası: Dağın Kalbinde Sessiz Bir Düzlük

Uludağ’ın kuzeybatı eteklerinde, Soğukpınar Köyü’nün yaklaşık 5 kilometre yukarısında, 1420 metre rakımda yer alan Ketenlik Yaylası; çayırlık yüzeyi, yumuşak eğimi ve çevresini saran sık orman dokusuyla dikkat çeker. Yayla, uzun yıllardır yöre halkı tarafından yaz aylarında hayvancılık amacıyla kullanılmaktadır. Son yıllarda ise doğa yürüyüşçüleri, kampçılar ve fotoğrafçılar için uğrak noktalarından biri hâline gelmiştir.

Ketenlik, hem Soğukpınar’dan Aras Vadisi’ne uzanan yürüyüş rotasının üzerinde yer alır, hem de Uludağ’ın yüksek kaynak sularını Aras Şelalesi’ne doğru taşıyan doğal bir aktarım noktası olarak işlev görür.

Yaylanın çevresinde, özellikle ilkbaharda karların erimesiyle birlikte geçici göletler, sazlıklar ve bataklık alanlar oluşur. Bu geçici su habitatları, yeraltına sızarak alt kotlardaki vadilere doğru ilerler ve Nilüfer Çayı’nın ilk damarlarını besler. Yaylanın toprağı yumuşaktır; üzerinde yabani çilek, kekik ve yaz aylarında açan dağ çiçekleri yetişir. Çevresindeki orman kuşağında karaçam ve meşe ağaçları hâkimdir. Bu ekosistem, flora ve fauna açısından oldukça zengindir; bölgede ayı, karaca, tilki, atmaca ve çil keklik gibi kuş türlerine de rastlanmaktadır.

Ancak yayla günümüzde artan ilgiyle birlikte bazı çevresel tehditlerle karşı karşıyadır. Denetimsiz kamp faaliyetleri, motorlu araçlarla yapılan izinsiz girişler ve çöp sorunu, bölgenin hem ekolojik yapısını hem de su döngüsündeki rolünü olumsuz etkilemektedir.

Aras Vadisi: Nilüfer Çayı’nın Başlangıcı

Uludağ’ın kuzeybatı yamacında, Soğukpınar Mahallesi ile Ketenlik Yaylası arasında uzanan Aras Vadisi, yaklaşık 1700 metre rakımda yer alır. Vadinin en dikkat çekici noktası, kar suları ve yeraltı kaynaklarıyla beslenen Aras Şelalesi’dir. Şelale, kayalık yamaçlardan dökülen berrak su perdesiyle hem görsel bir etki oluşturur hem de vadinin alt kısmında küçük bir dereye dönüşerek yol alır.

Bu dere, Bursa Ovası’na doğru ilerledikçe Nilüfer Çayı’nın doğumuna eşlik eden ilk kollardan biri olur. Aras Vadisi’nden taşınan bu su, Nilüfer’in fiziksel karakteri kadar, akış ritmini ve sıcaklık yapısını da etkileyen önemli bir unsurdur. Aras Vadisi’nin çevresi karaçam ve meşe ağaçlarıyla kaplıdır. 

Aras Vadisi, Nilüfer Çayı’nın doğduğu ilk kaynak olmanın ötesinde, suyun doğayla kurduğu ilişkiyi açıkça gözlemleyebileceğimiz ender alanlardan biridir. Şelaleden çıkan suyun vadide izlediği yol, hem yeryüzü şekillerini biçimlendirir hem de vadinin ekolojik yapısını besler. 



25 Temmuz 2025 Cuma

Altının Gölgesinde Bilim: Schliemann ve Troya Kazılarının Tartışmalı Mirası

 


Altının Gölgesinde Bilim: Schliemann ve Troya Kazılarının Tartışmalı Mirası

Troya'nın kazı tarihine adını tartışmalı yöntemleriyle kazıyan adamdır Heinrich Schliemann. 1822 yılında Almanya'nın Mecklenburg bölgesinde doğan Schliemann, bir arkeolog değildir fakat zengin bir tüccardır. Çocuk yaşta okuduğu bir İlyada çevirisi onda hayatının geri kalanını şekillendirecek kadar güçlü bir etki bırakmıştır. Homeros’un anlattığı Troya’yı gerçek bir yer olarak kabul eden Schliemann, çocukluk hayalini gerçekleştirmek için yola çıkar. Bu yolculuk onu bilimden çok hayalin, yöntemden çok arzunun izini süren bir figüre dönüştürür.

Schliemann, genç yaşta dil öğrenmeye ve ticaret yapmaya başlar ve büyük bir servet kazanır. 1860’ların sonunda ticareti bırakıp tam zamanlı olarak arkeolojik araştırmalara yönelir. Klasik filoloji ve arkeoloji eğitimi almadığı için bilim dünyasında başlarda ciddiye alınmayan biridir. Ancak serveti ve Homeros’a olan sarsılmaz inancı, onu dönemin Osmanlı topraklarındaki Troya olduğuna inandığı Hisarlık Tepesi’ne yönlendirir.

O dönemde Çanakkale ve çevresi Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindedir. Schliemann, 1871 yılında Osmanlı’dan resmi kazı izni almak zorundadır. İzni alabilmek için dönemin Osmanlı bürokratlarıyla çeşitli yazışmalara girmiş, maddi bağışlar ve bağlantılarla süreci hızlandırmıştır. İlk izni kazı yapması için Yanya valiliği üzerinden alır. Ancak yaptığı kazılar sırasında, kazı izninin şartlarına aykırı biçimde, buluntuları belgesiz ve denetimsiz biçimde yurtdışına kaçırır. Bu durum Osmanlı yetkililerinin tepkisini çeker ve Schliemann’ın izni 1874'te iptal edilir. Ne var ki bu süre zarfında en değerli buluntuları çoktan yanında götürmüştür.

1873 yılında Schliemann, Priamos’un Hazinesi adını verdiği çok sayıda altın, gümüş ve bronz eseri bulduğunu ilan eder. Efsanevi Troya kralı Priamos’un sarayını bulduğunu ve bu hazinenin ona ait olduğunu iddia eder. Hazine, diademler (alın süsleri), altın küpeler, bilezikler ve çanak çömleklerden oluşuyordu. Ancak daha sonra bilim insanları, Schliemann’ın bulduğu tabakanın (Troya II) Homeros’un anlattığı döneme ait olmadığını, yani hazinenin Priamos’la doğrudan bağlantısının olmadığını ortaya çıkarır.

Schliemann Priamos’un Hazinesini karısı Sophia Schliemann ile yurt dışına taşıdıktan sonra, Sophia hazineden çıkardığı parçalarla objektif karşısında poz verir. Bu da Schliemann’ın kazısını daha da popülerleştirir. Hazine, Berlin'e götürülüp  Alman müzelerinde sergilenir. Schliemann'ın Hisarlık Tepesi'nde yaptığı kazılar sonucu çıkardığı hazine II. Dünya Savaşı sırasında kaybolur ve yıllar sonra Moskova’daki Puşkin Müzesi’nde ortaya çıkar. Bugün hâlâ Almanya ile Rusya arasında diplomatik bir tartışma konusunu oluşturmaktadır.

Schliemann’ın yöntemleri dönemin pek çok arkeoloğu tarafından eleştirilmiştir. Katmanları dikkatsizce kazarak birçok değerli arkeolojik veriyi tahrip etmiştir. Troya II’yi bulmak uğruna üstteki daha geç dönem katmanlarını yok etmiştir. Arkeolojinin katman mantığına aykırı hareket ettiği için, modern bilim onu amatör, hatta bazı çevrelerde arkeolojik talancı olarak tanımlar. Heinrich Schliemann’ın Osmanlı topraklarında yaptığı kazılar sonucunda bulduğu ve Priamos’un Hazinesi olarak adlandırdığı tarihi eserleri gizlice yurt dışına kaçırması, tüm insanlığın ortak mirasının gaspı niteliğindedir. Troya, tarih boyunca Anadolu, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin kesişim noktasında yer alan bir dünya mirasıdır; bu nedenle ona ait eserlerin kişisel ün, zenginlik ya da romantizm uğruna taşınması, modern etik ve kültürel miras anlayışıyla açıkça çelişir. 

Ancak tüm hatalarına ve etik sorunlara rağmen, Schliemann’ın açtığı çığır yadsınamaz. Onun sayesinde Troya’nın gerçek bir yer olup olmadığı artık sadece edebiyatın değil, bilimin de konusu hâline gelmiştir. Kazılarının devamı Wilhelm Dörpfeld ve Carl Blegen gibi daha disiplinli bilim insanları tarafından sürdürülerek, Homeros’un anlattığı dünyanın arkeolojik tabanı daha sağlam biçimde ortaya çıkar.

Troya Savaşı Neden Çıktı? 

Troya Savaşı, yüzeyde aşkın, derinde ise çıkarın ve uygarlıklar arası çatışmanın izlerini taşıyan bir anlatıdır. Homeros’un İlyada destanında bu savaş, tanrıçaların rekabetiyle başlayan, aşk ve onurla büyüyen bir mitos gibi görünse de; arkeolojik ve tarihsel araştırmalar, bu anlatının gerisinde daha somut nedenlerin varlığına işaret eder. 

Savaşın kıvılcımı mitolojiye göre tanrısal bir kıskançlıkla atılır. Eris’in (Nifak tanrıçası) tanrıçalar arasında başlattığı en güzel kim? sorusunun yanıtını vermesi için Paris görevlendirilir. Hera, Athena ve Afrodit arasından Afrodit’i seçen Paris, onun vaadi olan dünyanın en güzel kadını Helena’yı Troya’ya kaçırır. Ancak Helena, Sparta kralı Menelaos’un eşidir. Bu olay hem Menelaos’un kişisel onurunu zedeler hem de Akha krallarını bir araya getiren yeminlerin devreye girmesine neden olur. Böylece Yunan (Akha) dünyası, Helena’yı geri almak ve Troya’yı cezalandırmak için seferber olur. İlyada’da savaş, sadece bir kadın yüzünden değil, tanrıların iradesi, insanın kibri ve kaderin kaçınılmazlığı nedeniyle başlamış gibi resmedilir.

Mitolojik kılıfa sarılmış bu anlatının ardında ise güçlü jeopolitik gerekçeler bulunur. Troya, Çanakkale Boğazı’na hâkim konumuyla Ege ile Karadeniz arasındaki ticaret yollarını kontrol eden stratejik bir merkezdir. Bu özelliği, Miken (Akha) uygarlığının deniz ticareti ve yayılmacı politikaları açısından büyük bir tehdit ya da engel oluşturmuş olabilir. Miken aristokrasisi, siyasi nüfuzunu da ticaret üzerindeki denetimini de genişletmek istiyordu. Bu bağlamda Troya'nın yıkılması, bir aşk meselesinden ziyade, bir limanın, bir güzergâhın ve bir iktisadi gücün ele geçirilmesidir.

Bazı tarihsel yorumculara göre Troya Savaşı aynı zamanda bir kültürel kırılmanın da simgesidir. Girit (Minoan) ve Anadolu’daki daha dengeli, kimi zaman kadın merkezli inanç ve toplumsal düzenler; Mikenlerin temsil ettiği ataerkil, savaşçı ve hiyerarşik yapılar tarafından bastırılmıştır. İlyada’da kadınların çoğunlukla sessiz, edilgen ya da el değiştiren figürler olarak tasviri, bu dönüşümün kültürel bir yansıması olabilir.

Troya Savaşı’nın gerçek nedeni, ne yalnızca Paris’in bir kadını kaçırmasıdır ne de yalnızca Homeros’un dizelerinde anlatıldığı gibi tanrısal çatışmalardır. Bu savaş, aşk ile siyasetin, onur ile çıkarın, mitos ile tarihsel gerçekliğin iç içe geçtiği bir geçiş anını simgeler. Onu anlamak, antikçağ zihniyetini, coğrafyanın belirleyici gücünü ve anlatının siyasal işlevini birlikte okumayı gerektirir. 

İlyada Destanı

 


İlyada Destanı, bir öfkenin nasıl büyüdüğünü, bir insanın onuru kırıldığında nelerden vazgeçebileceğini ve sonunda affetmenin, savaşmaktan daha zor ama daha soylu olduğunu anlatır. Homeros’un kaleme aldığı bu destan, görünüşte Troya Savaşı’nın son dönemini konu alır; ama esasen, savaşın içinde kaybolan insanın ruhuna eğilir. Yani karşımızda, yalnızca kılıçların, okların ve zırhların çarpıştığı bir anlatı yoktur; karşımızda, gururla utanç, kahramanlıkla acizlik, zaferle kayıp arasında gidip gelen bir insan kalbi vardır.

Destan, Akhilleus’un öfkesiyle başlar. Yunan ordusunun en büyük savaşçısı olan bu adam, düşman karşısında ve dost görünümlü kibir karşısında mücadele etmek zorunda kalır. Komutan Agamemnon, onun payına düşen ganimeti, yani Briseis adındaki kızı elinden alınca, Akhilleus, savaşı bırakır. Fakat bu karar, savaşın seyrini, askerlerin moralini, tanrıların kararlarını ve kaderin akışını değiştirecek kadar büyük bir olaydır. Akhilleus savaş alanından çekildiğinde, Troya’nın soylu savaşçısı Hektor ön plana çıkar. Cesareti, onuru ve sadakatiyle hem halkını hem de okuyucuyu etkileyen Hektor, Akhilleus’un yokluğunda Yunan ordusunu geri püskürtür. Bu süreçte, Akhilleus’un en yakın dostu Patroklos, onun zırhını giyerek savaşa katılır ve Troya önlerinde Hektor tarafından öldürülür. Dostunun ölümü, Akhilleus’un içindeki öfkeyi yeniden ateşler, bu öfke; ölüme, kayba ve çaresizliğe karşıdır.

Akhilleus, yeniden savaşa döner ve Hektor’u öldürerek intikamını alır. Aslında bu zafer, bir yüceltme değil, bir çöküştür. Çünkü Akhilleus, düşmanını öldürmenin hiçbir acıyı dindirmediğini, hatta öfkenin kendi içinde daha da büyüdüğünü fark eder. Hektor’un cesedini savaş arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürükler; bu hareket, bir kahramanlıktan çok, öfkenin insanı nasıl körleştirdiğinin kanıtıdır.

Hektor’un yaşlı babası Priamos, gece vakti Yunan kampına gider ve düşmanının çadırına girerek oğlunun cesedini ister. Diz çöker, gözyaşı döker, bir kral olarak değil, yalnızca oğlunu yitirmiş bir baba olarak konuşur. 

İlyada, tanrıların insanların hayatına müdahale ettiği, kaderin ince iplerle örüldüğü bir evrende geçer. Ama Homeros’un bize asıl göstermek istediği, insanların tanrılardan bağımsız olarak da seçimler yapabildiği, öfkenin içinden bile merhametin doğabildiğidir. Her ne kadar Hera, Athena, Apollo, Ares gibi tanrılar taraf tutsa da, destanın en etkileyici anları, ölümlülerin birbirlerine gösterdiği anlayışta gizlidir. İlyada, sadece bir kahramanlık hikâyesi olmaktan çıkar; insanın içindeki karanlığı, korkuyu, onuru ve bağışlamayı anlatan bir ruh metnine dönüşür. Akhilleus’un öfkesiyle başlayan bu uzun şiir, bir babanın gözyaşı ve bir düşmanın baş eğmesiyle biter. Çünkü Homeros’a göre, hiçbir savaş, sevginin sıcaklığından daha büyük değildir.

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Gösteri Çağında Merhamet

 Gösteri Çağında Merhamet

Sanal ortamlarda, özellikle Instagram ve Facebook,Twitter... gibi mecralarda, insanların birbirinden bağış adı altında yardım istemesi bana pek sağlıklı gelmiyor. Bu tarz talepler çoğu zaman masum bir ihtiyaçtan çok, karşı tarafın duygularına oynayan bir çeşit zorlamaya dönüşüyor. İnsan yardımlaşmaya karşı çıkmaz, ama yardımın bu kadar göze sokulması, insanın içini rahatsız eder. Çünkü bu ortamlar, yani sosyal medya dediğimiz o kalabalık dijital meydanlar, ne kadar şeffaf görünse de aslında çok bulanık. Kim gerçekten zor durumda, kim yalnızca ilgi peşinde, kim beğeni karşılığı bir acıyı pazarlıyor, ayırt etmek zor. Acı da yoksulluk da burada bir nevi teşhire açık hâle geliyor. Yardım talebi, paradan tutun da bir hikâye paylaşmaya, bir bağlantıya tıklamaya kadar uzanıyor. Üstelik, yardım ettiğinde bu yardımın nereye gittiği de çoğu zaman belirsiz. Ne bir şeffaflık var, ne bir takip imkânı. Gönderdiğin paranın gerçekten bir ihtiyaç sahibine mi ulaştığını, yoksa sadece bir taktik mi olduğunu bilemiyorsun. Bu da ister istemez insanın içindeki samimi yardımlaşma duygusunu örseliyor. 

İşin kötü yanı şu: Böyle örnekler çoğaldıkça, gerçekten ihtiyacı olanlar da görünmez oluyor. İnsanlar artık her yardım çağrısını sorgular hâle geliyor. Bir gün birine gerçekten el uzatmak istediğinde bile, içinden bir ses ''Ya yine kandırılıyorsam?'' diyor. Bu güvensizlik ortamı da yardımlaşma kültürünü zedeliyor. Benim düşüncem şu: Yardım, gizlice yapılan bir şeydir. Yeri geldiğinde duyurulur ama onun da bir usulü vardır. İhtiyaç sahibi olmak utanılacak bir durum değildir, ama ihtiyaç üzerinden ilgi toplamak bambaşka bir meseledir. Yardım edene de edebilene de saygım sonsuz. Ama her şeyin olduğu gibi bunun da bir yolu, bir sınırı, bir edebi olmalı. Sosyal medya bu tür ilişkiler için en uygun zemin de değildir. Çünkü ne niyet tam görünüyor orada, ne de sonuç tam hissediliyor. Gerçek yardım, karşılığı sadece vicdanda aranan bir şey olmalı. Ve belki de en çok, görünmediği zaman değerlidir.

Bir Kapının Ardında


Bir kapı kapanıyor bir sabah. Ardından sessizlik başlıyor. Evde artık çay demlenmiyor mesela. O güzel çeyiz sandığı bir daha açılmıyor. Bahçedeki çiçekler yalnızlığa terk ediliyor. Kimi soluyor, kimi boynunu büküyor. İnsanlar ilk başta hep konuşuyor: Ne söylemişti, ne yazmıştı, ne giymişti, nasıl olmuştu, neden böyle olmuştu… Herkesin dilinde birer hatıra, birer ''keşke'', birer ''ah'' ya da belki de bir ayıplama. Sesler odalarda yankılanıyor, sonra yavaş yavaş sönüyor. Çünkü gündelik hayat, hatıraları usul usul eritiyor. Bebekler doğuyor, birileri evleniyor, birileri taşınıyor; mevsimler değişiyor. Günler geçiyor ama bir yerde, o kapanan kapının ardında kalan zaman aynı saniyede asılı kalıyor. Saat ilerliyor dışarıda, ama içeride o an donmuş; hava bile kımıldamıyor. Kapının eşiğinde bir çift terlik. Bir fincanda çay var, ama içilmiyor. Pencerenin kenarındaki kitap açık; okuyanın parmak izleri hâlâ duruyor sayfaların üzerinde...

22 Temmuz 2025 Salı

Medeniyetin Yıkımı ve Yeni Yüzü

Medeniyetin Yıkımı ve Yeni Yüzü

Türkiye’de son yıllarda yeni bir medeniyet söylemi açıkça dile getirilmese de, sahada gözlemlenen pratikler bu iddiayı doğrular niteliktedir. Gerçek bir medeniyet, adaletin kurumsallaştığı, eğitimin nitelikli olduğu, kültürel mirasın korunduğu ve toplumun ortak değerler etrafında bir araya geldiği bir yapıyı gerektirir. Oysa mevcut sistemde yargı bağımsızlığı zedelenmiş, eğitim ideolojik şekillendirmeye indirgenmiş, kültür ticarileşmiş ve toplumsal kutuplaşma derinleşmiştir. Bu şartlar altında ortaya çıkan yapı, yeni bir medeniyet değil; mevcut olanın yozlaşmış bir versiyonudur.

Bu süreç, tarihsel olarak Kuzey Amerika’daki Kızılderililerin yaşadıklarıyla benzerlik göstermektedir. Kızılderililer topraklarını, zamanla dillerini, eğitim sistemlerini ve kültürel dokularını da kaybetmişlerdir. Bugün Türkiye’de de benzer biçimde halk; toprağından, dilinden, ortak hafızasından ve değer dünyasından uzaklaştırılmaktadır. Türk halkının kendi coğrafyasında giderek Kızılderilileştirildiğini, yani sistemli bir kültürel tasfiyeye maruz bırakıldığını görmekteyiz. 

Modern Amerika’nın Karanlık Hikâyesi: 1883 Dizisinde İnsan Olmak

Modern Amerika’nın Karanlık Hikâyesi: 1883 Dizisinde İnsan Olmak

1883 dizisinin anlattığı dönem gerçekten hem tarihsel hem de insani açıdan çok çarpıcı bir geçiş sürecidir. O dönemde Amerika’nın batısına doğru göç eden insanlar arasında adalet, hukuk ve insan hakları gibi kavramlar henüz sistematikleşmemiştir. Bu da insan ilişkilerinin oldukça ilkel, hatta vahşi biçimlerde seyretmesine neden olur. Topluluklar kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışır; bu durum sıklıkla şiddeti, linç kültürünü, kadınların korunmasızlığını ve yerli halkların maruz kaldığı büyük trajedileri doğurur.

Bugünden bakıldığında elbette ''ne kadar ilkelmişler'' diyebiliriz ama 1883’teki göç hikâyesi, modern Amerikan kimliğinin temellerini atan bir dönemi anlatır. Toprağın zorla alındığı, beyaz adamın kendisini medeniyetin tek taşıyıcısı saydığı bir dönemdeyiz. Bugünün Amerika’sı, üstü örtülmüş ama derinlerde hâlâ sızlayan bu travmalarla var olmuştur.

Aradan sadece 150 yıl geçti. Tarihsel açıdan göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre. İnsan ömrüne vurduğumuzda yalnızca üç kuşak. Bugün işlemesini olağan saydığımız adalet sistemi, aslında geçmişin düzensizliğine karşı geliştirilen geç bir refleksin ürünüdür; kurumsallaşmıştır ama izlerinden tamamen arınmış değildir.

Dutton Ailesi Neden Göç Ediyor?

James Dutton ve ailesinin Teksas’tan kuzeybatıya, yani Montana’ya doğru göç etmesinin birkaç önemli sebebi var: Toprak açısından bakıldığında Teksas’ın güney bölgeleri çok daha sıcak, kurak ve hastalıkların (özellikle sıtma gibi) yoğun olduğu alanlardı. Aynı zamanda Meksika sınırına yakınlık nedeniyle politik ve askeri anlamda da tehlikeliydi. Bu nedenle 1800'lerin sonlarına doğru birçok aile, ''yeni ve el değmemiş'' topraklar arayışıyla kuzeye doğru yöneldi. Montana gibi bölgeler hem iklim olarak daha yumuşaktı (özellikle yaz aylarında), hem de Amerikan hükümeti tarafından ''yerleşime açılmış'' topraklar olarak görülüyordu.

Teksas o dönemde haydutlar, kabile savaşları, toprak anlaşmazlıkları ve kontrolsüzlükle doluydu. Dutton ailesi gibi insanlar, çocuklarına daha güvenli ve umut dolu bir gelecek sağlamak istiyordu. Montana, insanlara yeniden başlama ihtimali sunuyordu. Özellikle Yellowstone dizisiyle birleşen anlatıda, bu göç aynı zamanda Dutton ailesinin kendi soylarını kurma, bir miras bırakma arzusunu da taşır.

Medeniyetin kıyısındaki çürümüş düzenden, yeni bir düzen kurma arzusuna doğru yola çıkarlar. Bu yolculuk, çok büyük bedellerle yapılır. Elsa’nın anlatımıyla da bu bedel, hem fiziki hem ruhsal bir yıkımı simgeler. Adaletin, hukukun ve temel insan haklarının olmadığı bir ortamda insanlar yalnızca hayatta kalmaya çalışırlar. 1883 dizisi, bu çırpınışı şiirsel ama çarpıcı şekilde anlatır. Bugünkü Amerika’nın kurumsallığı ile o dönemin ilkelciliği arasındaki fark ise sadece bir görünüm meselesi olabilir. Çünkü her medeniyetin temeli, bir başka medeniyetin yıkıntısıdır. Adalet dediğimiz şey de, çoğu zaman kazananın yazdığı düzendir.

Yedi Nesil Sonra Geri Alacağız Sözü

1883 dizisinin o unutulmaz sahnesinde James Dutton, ağır yaralanmış kızı Elsa’yı kurtarabilmek için Kızılderili bir kabileye sığınır. Kabile şefi onlara hem merhamet eder -James'in kızını mümkün olduğunca tedavi eder- ve hem de uyarır.

''Şimdilik bu toprakları alabilirsiniz. Ama yedi nesil sonra biz onları sizden geri alacağız.''

Bu söz, tehditvari bir ifade değildir aslında; Kızılderili dünya görüşünün zaman, mülkiyet ve adalet anlayışını içeren bir tarihsel göndermedir.

Yedi Nesil Öğretisi 

Bu sözün kökeni, özellikle Kuzey Amerika yerli halklarından Irokualar Konfederasyonu’na ait bir öğretiye dayanır. Bu öğretiye göre, bir lider ya da toplum herhangi bir karar alırken yalnızca bugünü değil, gelecek yedi kuşağı da düşünerek hareket etmelidir.

Bu, modern anlamda bir sürdürülebilirlik anlayışıdır. Doğayla, toprakla ve diğer halklarla ilişkilerde kısa vadeli kâr veya kazanç değil, uzun vadeli denge esas alınmalıdır. Dizideki söz ise bu öğretinin başka bir yansımasıdır: Bugün siz alın, ama biz unutmayız. Zaman bizim tarafımızda.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş sürecinde, Kızılderili toprakları çeşitli antlaşmalar, zorla göç ettirme politikaları ve fiziksel şiddetle el değiştirmiştir. Ancak birçok yerli topluluk bu toprakları hiçbir zaman gerçek anlamda terk ettiklerini kabul etmemiştir. Onlar için toprak kutsal bir varlıktır; ataların ruhlarının yaşadığı doğayla uyumun merkezidir. Bu bağlamda, geri alacağız sözü bir savaş çağrısından çok, kültürel ve tarihsel bir hak iddiasıdır.

James Dutton, bu söze karşı çıkmaz. Çünkü o anda derdi yalnızca kızının hayatını kurtarmaktır. Yedi nesil sonra ifadesi onun zihninde çok uzak, belki de soyut bir gelecek anlamına gelir. Bu nedenle ''Yedi nesil sonra alırsınız'' diye karşılık verir.  Ama bu, aynı zamanda batılı göçmen zihniyetinin bir göstergesidir: Bugün kazanayım, gelecek zaten Tanrı'nın bileceği bir şeydir.

Oysa yerli şef için zaman da toprak kadar kutsaldır. O, toprak ömrünü temel alan bir adalet duygusuyla konuşur. 

1883 dizisindeki bu sahne, iki uygarlık anlayışının çarpıştığı bir andır. James Dutton’un zihni, göç ve kurtuluş odaklıdır. Kızılderili şefin bakışı ise zamanın ötesinde, kuşaklar arası bir adalet duygusuna yaslanır.

Şimdilik topraklarımızı alabilirsiniz, ama yedi nesil sonra geri alacağız, demek, unutulmayacak bir hafızayı, iyileşmeye açık bir geleceği ve toprağın asla tamamen sahiplenilemeyeceği bir hakikati dile getirir.

1883 Dizisi: Amerikan Rüyasının Acımasız Köklerine Yolculuk / Vahşi Batı




 1883 Dizisi: Amerikan Rüyasının Acımasız Köklerine Yolculuk/ Vahşi Batı

1883, Taylor Sheridan tarafından yaratılan ve Yellowstone evrenine öncülük eden etkileyici bir Amerikan televizyon dizisidir. Hikâye Amerikan göç mitinin, hayatta kalma arzusunun ve bireysel trajedilerin şiirsel ve sert anlatımıdır. Dutton ailesinin Amerika’nın güneyinden kuzeybatısına uzanan, ölümle umut arasında salınan yıkıcı göçünü merkezine alır. Teksas’tan Montana’ya doğru uzanan bu yolculuk, inanç, kimlik ve kayıplarla örülü varoluşsal bir arayıştır.

Bu arayışın sesi ise genç bir kızın, Elsa Dutton’un gözlerinden yansır. Elsa, hikâyenin merkezinde bir karakterdir ve bizzat anlatıcıdır. Onun sesi, bu yolculuğun şiiridir: tozlu yolların, göçmenlerin hayallerinin, ilk aşkın ve ilk ölümün çığlığıdır. Amerika’nın özgürlük fikrini yüreğinde romantize eden Elsa, bu fikrin kanla, yorgunlukla ve hayal kırıklığıyla yoğrulduğunu adım adım keşfeder. Dizi, genç bir zihnin dünyayı tanıma serüveni üzerinden, bir ulusun geçmişine ışık tutar.

Karakterler, Elsa'nın gözlemlediği çoğunlukla hüzünlü kahramanlardır. Ailesini kaybetmiş, hayata küsmüş ama sorumluluk duygusunu yitirmemiş bir rehber olan Shea Brennan yolculuğun karanlık vicdanıdır. Ailesini batıya taşıma kararı alan eski Konfedere subayı James Dutton, geçmişin hüzünlü dünyasından çıkmaya çalışan bir babadır. Onun cesur ve dirayetli eşi Margaret, kadınlığın ve anneliğin yükünü sırtlamış, zorlu koşullara karşı direnen bir figürdür. Ama tüm bu karakterleri birbirine bağlayan, onları anlamlandıran Elsa’nın şiirsel anlatımıdır; hayatla ölümün eşiklerini aşan bir tanığın şiiri.

Dizi, prodüksiyon kalitesiyle etkileyicidir. Geniş bozkırlar, dönemin ruhunu taşıyan kıyafetler ve detaylı sanat yönetimi, anlatıya tarihsel bir doku kazandırır. Her bölüm, temposu ve dramatik yoğunluğuyla modern western anlayışının güçlü bir örneğini sunar. Ancak 1883, yalnızca vahşi batıyı anlatmaz; idealize edilen Amerika anlatısını da sorgular. Göçmenlerin umutları, yerli halkla kurulan temaslar, doğanın merhametsizliği ve medeniyetin inşasına ödenen bedel; Elsa’nın zihninde şekillenen duyarlı bir bilinçle yansıtılır. Özellikle Elsa karakteri üzerinden ilerleyen hikâye, gençliğin umutları ile dünyanın katılığı arasında büyüyen bir varoluş çatışmasını görünür kılar. Elsa’nın sesi, yeryüzünde yürüyen her idealin, gökyüzünde yitip giden bir hayale dönüşme ihtimalini hatırlatır.

Sonuç olarak 1883, yalnızca bir göç hikâyesinden çok, bir genç kızın gözlerinden Amerikan kimliğinin doğuş sancılarını kavramaya çalışan bir anlatıdır. Bu yönüyle dizi, western türüne ilgi duyanların ötesinde, tarihsel derinlik ve duygusal içgörü arayan izleyicilere hitap eden nadir yapıtlardan biridir.

Not: Western, edebiyat, sinema ve televizyon dünyasında özellikle 19. yüzyıl Amerikan Batısını (Vahşi Batı) konu alan bir türdür. Adını İngilizcede batı anlamına gelen west kelimesinden alır. Genellikle kovboylar, göçmenler, Kızılderililer (yerli halk), kanun kaçakları, şerifler, atlılar, silah düelloları, tozlu kasabalar ve sert doğa koşulları gibi ögeler içerir.

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Vakıflar Var?!

Vakıflar Var?!

Yüzlerce, binlerce vakfın; yardımlaşma, dayanışma, insani hizmet, eğitimde fırsat eşitliği, açları doyurma gibi ideallerle kurulduğu bir ülkede, hâlâ insanların açlık, soğuk, barınma gibi temel ihtiyaçlarla baş başa kalması bir çelişki ve bir vicdan yarasıdır.

Birçok vakıf var ama bunların kaçı gerçekten toplum için çalışıyor? Kaçı sadece vergi avantajı, siyasi yakınlık veya imaj çalışması için kurulmuş?

Sosyal yardım ve dayanışma, bireylerin ve hayır kurumlarının üzerine bırakılmış. Oysa bu, esasen devletin asli görevi olmalı. 

Ancak vakıfların yardımlarının kimlere ulaştığına bakıldığında, bu desteğin her zaman en ihtiyaç sahibi kesimlere yönelmediği görülmektedir. Yardım mekanizmalarının işleyişi, zaman zaman kamusal faydadan çok belirli çevrelere yakın kişi ya da grupları gözeten bir yapıya dönüşebilmektedir. Toplumsal eşitsizliklerin derinleştiği bir ortamda, bu tür kurumların asli görevi olan adil ve kapsayıcı hizmet anlayışından uzaklaşması, ciddi bir sorgulamayı gerekli kılmaktadır.

İnsanlar geçici yardımlara değil, onurlu yaşam hakkına ihtiyaç duyar. 

Kaos’tan Umuda: Tanrıların, Devlerin ve İnsanların Doğuşu / Yunan Mitolojisi

 Kaos’tan Umuda: Tanrıların, Devlerin ve İnsanların Doğuşu

Her şeyin başlangıcında ne tanrılar vardı ne de insanlar; ne gökyüzü vardı ne de deniz... Varlık, henüz bir biçim kazanmamıştı. Sadece sonsuz, karanlık, sessiz bir boşluk vardı: Kaos.

Kaos, bir hiçliğin kendisiydi. Ne zaman ki içinden ilk varlıklar filizlendi, evren şekillenmeye başladı. Bu ilk varlıklardan biri Gaia idi, yani Toprak Ana. Gaia kendiliğinden doğdu; bereketli, doğurgan, sabırlı ve güçlüydü. Ardından Tartaros geldi, karanlıklar altı karanlık, dünyanın en derin çukuru. Eros ise onları takip etti; o, yalnızca aşkın değil, aynı zamanda yaratımın, varlıkların birbirine yönelmesinin gücüydü. Onları Erebus (zifiri karanlık) ve Nyx (gece) izledi; geceyle karanlık sarmaş dolaş oldu.

Gaia'nın yüreği bir boşluğu hissetti; göğünü özledi. İçinden Uranos’u, yani gökyüzünü doğurdu. Uranos, Gaia’yı sardı; gökyüzü ve toprak artık birbirine kavuşmuştu. Bu kutsal birleşmeden varlıklar doğmaya başladı: Önce devasa, kudretli Titanlar; sonra tek gözlü Kikloplar ve yüz kollu, elli başlı, korkunç Hekatonkheirler.

Fakat Uranos, doğan bu devlerden korktu. Onları çirkin, ürkütücü ve tehditkâr buldu. Bu yüzden Gaia'nın rahmine hapsetti onları. Gaia, kendi çocuklarına duyduğu sevgiyle öfke arasında sıkıştı. En sonunda öfke galip geldi. En küçük oğlu Kronos’u çağırdı ve ona bir orak verdi. Kronos, annesinin cesaretiyle gökyüzüne yükseldi ve babası Uranos’u hadım etti. Bu, tanrıların kaderini değiştiren ilk devrimdi.

Uranos’un kanı toprağa düştü. O kanlardan Erinyeler (intikam tanrıçaları), Gigantlar (dev savaşçılar) ve Meliai (ağaç perileri) doğdu. Denize düşen erkeklik uzvundan ise köpükler yükseldi ve içlerinden Afrodit doğdu; aşkın, güzelliğin ve arzunun tanrıçası.

Kronos göğün efendisi olmuştu. Kız kardeşi Rhea ile evlendi ve yeni bir neslin babası oldu: Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon ve en son olarak Zeus. Ama Kronos’un kalbine babasının laneti sinmişti. Kehanet, onun da kendi çocuklarından biri tarafından tahttan indirileceğini söylüyordu. Bu yüzden her doğan çocuğunu yuttu. Rhea, bu korkunç döngüye son vermeye karar verdi. Son oğlu Zeus’u gizlice Girit adasında sakladı; Kronos’a ise kundaklanmış bir taş vererek onu kandırdı.

Zeus büyüdü. Güçlendi. Babasına baş kaldırdı. Bir iksirle Kronos’un yuttuğu kardeşlerini kusturdu. Artık Olimpos’un genç tanrıları özgürdü. Fakat tahtı almak kolay değildi. Titanlarla tanrılar arasında Titanomachia adlı on yıl süren destansı bir savaş başladı. Evren, iki kudretli neslin çarpışmasıyla sarsıldı. Zeus, Kiklopları serbest bıraktı; onlar ona şimşeği, Poseidon’a üç dişli yabayı, Hades’e görünmezlik miğferini verdiler.

Savaşın sonunda zafer Zeus’un oldu. Titanlar Tartaros’a zincirlerle bağlandı. Böylece Olimpos Tanrıları dönemi başladı. Tanrılar, artık evrenin düzenini kuracaktı.

Zeus göklerin hakimi oldu. Poseidon denizleri aldı, Hades ise yeraltını. Hera evliliğin, Demeter toprağın, Hestia ise ev ocağının tanrıçası oldu. Sonraki nesilde Athena zekâyı, Apollon güneşi ve kehaneti, Artemis ayı ve doğayı, Ares savaşı, Afrodit aşkı, Hermes yolculukları ve hırsızlığı, Hephaistos ise ateşi ve demirciliği simgeledi.

Tanrılar arasında tutkular, kıskançlıklar, aşk ve ihanet eksik olmadı. Ama bir gün sıra insanlara geldi. Prometheus, çamurdan insanı yarattı. Onlar için Tanrılar Dağı’ndan ateşi çaldı. Zeus buna çok öfkelendi. Prometheus’u Kafkas Dağları’na zincirledi. Her gün bir kartal, onun karaciğerini yedi; karaciğeri her gece yeniden büyüdü.

Zeus, insanlara bir ceza daha hazırladı. Kadın güzelliğinde yaratılmış bir tuzaktı bu: Pandora. Ona bir kutu verildi ama o kutunun içindekilerden habersizdi. Kutuyu açtığında hastalık, acı, kıskançlık ve ölüm yeryüzüne yayıldı. Kutunun dibinde ise sadece bir şey kalmıştı: Umut

Böylece tanrıların, devlerin ve insanların efsanesi başlamış oldu. Ve o gün bugündür, insanlar hem tanrılarla hem de kendi içlerindeki karanlıkla savaşarak yaşamaya devam ediyor.

Eski Türk Kültüründe Demir Kazık Anlayışı: Mitolojik, Siyasi ve Şehircilik Boyutları

 Eski Türk Kültüründe Demir Kazık Anlayışı: Mitolojik, Siyasi ve Şehircilik Boyutları

Demir Kazık Nedir?

Demir kazık, eski Türk inanç sistemine göre göğü yere bağlayan, evrenin merkezini simgeleyen ve bir topluluğun ya da devletin düzenini kuran kutsal bir nesnedir. Eski Türklerde kut inancıyla birlikte ortaya çıkan bu anlayış, hakanın ya da kağanın yeryüzündeki hâkimiyetinin Tanrı tarafından onaylandığını simgeler. Devletin ya da obanın kurulduğu yer, demir kazığın çakıldığı yerdir ve bu nokta, kozmik düzenin başladığı merkezdir.

Mitolojik Arka Planı

Göksel bağlantı: Demir kazık, gök ile yer arasında bir tür eksen (axis mundi) görevi görür. Bu anlayış Şamanizm'de de görülür; şamanlar göğe yolculuklarında dünyanın merkezine dikilmiş bu kutsal sütunu tırmanırlar.

Evrenin direği: Evrenin üç katmanlı yapısı (yer altı - yer yüzü - gök) arasında bir bağ kurar. Kazığın yeri sabittir ve bu nokta evrenin düzeninin başladığı yerdir.

Kağanın otoritesi: Demir kazığın çakıldığı yer, kağanın otağının ve merkez sarayının kurulduğu yerdir. Böylece fiziksel şehir planlaması da bu kutsal merkez etrafında gelişir.

Türk şehirlerinin merkezinde bulunan yığma tepe veya yükseltiler, bu demir kazık anlayışına benzetilir. Şehir planı kare biçimindedir ve dört yönü simgeler. Merkezdeki yükselti ise kağanın otağı veya kutlu merkezdir; bu da yine demir kazığın yerini çağrıştırır.

Siyasi hâkimiyetin sembolüdür: Hakanın egemenliğini Tanrı’dan aldığına inanılır ve bu egemenliğin yeryüzündeki temsili, demir kazık ile sabitlenmiştir. Devlet kurma ritüellerinde geçer: Yeni bir yurt kurulduğunda veya göç edilen yeni bir mekânda kazık çakma ritüeli yapılır. Bu, hem fiziksel hem metafizik bir sabitlemedir.

Örnek: Uygurların kurduğu Ordu-Balık, hem saray (ordu) hem şehir (balık) anlamlarını taşır. Bu şehirlerin merkezinde kurulan kutlu alan demir kazığın fiziksel izdüşümüdür.

Yani şehircilikte demir kazık, merkeziyetçi planlama ile göğe yönelme arzusunun mimari karşılığı hâline gelir.

Demir kazık, siyasi ve kutsal otoritenin temelini oluşturur. Eski Türklerde hükümdarlık yetkisi Tanrı’dan gelir. Bu yetkiye kut denir. Devlet nerede kurulacaksa, oraya kazık çakılır. Otağ, oraya kurulur. Yeni bir boy göç ettiğinde ya da yeni bir bey ortaya çıktığında kazık çakmak, egemenlik ilanıdır.

Törenle çakılan bu kazık: Yeri göğe bağlar, boyu toprağa bağlar, hakanı Tanrı’ya bağlar. Yani bu bir tür siyasi mihenk taşıdır.

Demir kazık kavramı, Orta Asya'dan Anadolu'ya taşınan şehircilik, yönetsel gelenek ve kozmolojik dünya görüşünün merkezi unsurudur. Yerleşim düzeninden devlet anlayışına, yön tayininden kutsallık tahayyülüne kadar çok katmanlı bir semboldür.


20 Temmuz 2025 Pazar

Atlar gemi azıya aldı

Atlar gemi azıya aldı deyimi, bir kişinin ya da olayın kontrol edilemez hâle geldiğini ifade eder. Gem, ata yön vermek için ağzına takılan metal parçadır ve normalde atın dişsiz bölgesine yerleştirilerek kontrol sağlanır. Ancak bazen at, bu gemi dişlerinin arasına alarak ya da konumunu bozarak onun etkisini yok eder; bu duruma ''gemi azıya almak'' denir. Artık at dizgin dinlemez, kendi bildiğine koşar. Bu fiziksel duruma dayanan deyim, zamanla mecazlaşmış; kontrol kaybı, iradesizlik ya da taşkınlık ifade eden güçlü bir söz kalıbına dönüşmüştür.

Yunan Filmi: Bir Hallig’de Varoluşun Gelgitleri

 

metin, giyim, poster, insan yüzü içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

Yunan Filmi: Bir Hallig’de Varoluşun Gelgitleri

Yönetmen: Ameer Fakher Eldin
Başrol: Georges Khabbaz (Munir), Hanna Schygulla, Ali Süleyman, Sibel Kekilli

Almanya’da sürgünde yaşayan bir Suriyeli yazar olan Munir, hem kişisel hem de entelektüel bir tükenmişlik içindedir. Annesi demans hastasıdır, kız kardeşiyle ve annesiyle yalnızca internet üzerinden görüşebilir, yazma üretkenliğini yitirdiği için de giderek içine kapanır. İntihar etmek amacıyla Kuzey Denizi’nde sularla çevrili bir adaya gider. Görünüşte bir ada olan bu yer, teknik olarak bir Hallig’tir; yani gelgitler tarafından sürekli biçimlenen bir kara parçasıdır. Langeneß, Almanya’nın kuzeyindeki Hallig’lerden biridir. Sık sık sular altında kalan, izole, geçici bir kara parçasıdır. Tıpkı Munir’in kendi iç dünyası gibi: bir var, bir yok. Adada, yaşlı bir dul kadın, huysuz oğlu ve birkaç sakinle karşılaşır. Ancak Munir’in zihnini asıl meşgul eden şey, çocukluğunda annesinden dinlediği bir çoban ve karısının hikâyesidir. O hikâye, Munir’in belleğinde yeniden yazılırken, çobanın sessizliği, kadının sevgisi ve doğayla mücadeleleri onun kendi metaforuna dönüşür.

Yanında taşıdığı silahla karanlık bir kararın eşiğindeyken, adanın suların yükselmesiyle sınanan doğası, yabancı insanların içten misafirperverliği ve geçmişin yarı masalsı yankıları Munir’de yeni bir soruyu filizlendirir: Yok olmayı mı istiyorum, yoksa hikâyenin sonunda görünür olmayı mı?"

Hallig Langeneß

Yönetmen Ameer Fakher Eldin, filmin çekimlerini gerçek bir Hallig olan Langeneß’te gerçekleştirmiş. Bu yer, gelgitlerle sular altında kalır, sonra yeniden ortaya çıkar. Tam da bu döngü, Munir’in psikolojisiyle örtüşür. Fırtına yaklaşırken evlerin etrafını çevreleyen su, Munir’in içindeki karanlığın somut bir temsiline dönüşür. Ancak film, klasik bir doğa karşısında insan anlatısından çok daha fazlasıdır: burada doğa, yok edici değildir, dönüştürücüdür.

Replikler ve İç Diyalog

Munir’in zihninde canlandırdığı çoban hikâyesinde geçen şu söz, hem filmin hem de karakterin içsel çöküşünü simgeler: ''Konuşamıyordu, ne burnu, ne kulağı ne de dili vardı...'' Söz söyleyemez, duyamaz... ama Çoban yine de hikayesini anlatır. Munir’in üretemeyen bir yazar olarak hikâyeye duyduğu saplantı, onun anlatamadığı her şeyi bu hayali figüre yüklemesiyle anlam kazanır. Çobanın sessizliği, aslında yazarın anlatamadıklarının bedensel bir karşılığıdır. Ne söyleyebilir ne duyabilir; yine de hikâyenin en güçlü simgesidir.

Georges Khabbaz’ın Munir karakterindeki performansı, kelimelerden çok bakışlarla, sessizlikle ve yürüyüşleriyle akar. Hanna Schygulla’nın canlandırdığı hancı kadın ise hem sert hem de kırılgan yapısıyla bu yalnız adamın ruhuna görünmez bir el uzatır. Ali Süleyman’ın canlandırdığı çoban figürü ise sahnede neredeyse yoktur fakat zihinsel varlığı bütün filme yayılır.

***

Kuzey Denizi kıyılarında yer alan Halligler, Almanya’nın Schleswig-Holstein bölgesine özgü, eşine az rastlanır kıyı formasyonlarıdır. Jeomorfolojik açıdan bu alanlar, denizle kara arasında bir eşik mekânı temsil eder. Halligler, klasik adalardan farklı olarak çevresi setlerle korunmayan, alçak rakımlı, zaman zaman sular altında kalan toprak parçalarıdır. Gelgit döngüsüne açık olduklarından, yıl boyunca çeşitli dönemlerde deniz tarafından yutulup ardından yeniden açığa çıkarlar. Bu ritmik kayboluş ve yeniden belirme, fiziki bir süreçtir ama  insan yaşamı ve varoluşsal algı açısından da simgesel bir anlam taşır.

Halliglerin oluşumu, Buzul Çağı sonrası dönemde deniz seviyesinin yükselmesiyle başlar. Kuzey Almanya kıyılarında gelişen bataklık alanlar ve alüvyon düzlükler, gelgit hareketlerinin sürekli aşındırmasıyla zamanla parçalanmış ve yalnızca nispeten yüksek kalan bölgeler ayakta kalabilmiştir. Bu noktalar, günümüzde Hallig adı verilen küçük kara parçaları olarak tanımlanır. Ancak bu alanlarda sürekli yaşamak, doğayla bir tür ortak yaşam anlaşması gerektirir. Bu nedenle insanlar, bu arazilerde ''warft'' adı verilen yapay höyükler inşa etmiş ve evlerini bu yükseltilerin üzerine kurmuştur. Böylece gelgitler geldiğinde suya teslim olan alanlar, insanların yaşam merkezlerine dokunmadan geçip gider.

Bu doğa-insan ilişkisi, Ameer Fakher Eldin’in 2025 yapımı Yunan filminde, sinemasal bir temele dönüştürülür. Film, Langeneß Hallig’inde geçer. Mekânı başlı başına bir anlatı unsuru olarak işler. Yönetmen, karakterin içsel dalgalanmalarını Hallig’in jeolojik ve meteorolojik karakteristiğiyle paralel ilerletir. Filmdeki en çarpıcı sahnelerden biri, Langeneß’in sular altında kalmaya başladığı, denizin yavaş yavaş toprağı ele geçirdiği anlardır. Bu sahne, gerçek zamanlı çekimlerle filme dahil edilmiştir. Yönetmen, çekim döneminde yaşanan doğal gelgit olaylarını bekleyerek, doğanın kendi hareketini belgelemeyi tercih etmiştir. Böylece kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınır, Hallig’in kendine özgü coğrafyasında sinemasal olarak hayat bulur.

Hallig, sularla kuşatılmışlığı, zamanla silinip yeniden belirmesi, korunaksızlığı ve yalnızlığıyla Yunan’ın ana karakteri Munir’in ruh hâlini yansıtan bir eşlikçiye dönüşür. Munir’in ölümle yaşam arasındaki kararsızlığı, Hallig’in sularla olan gelgitli ilişkisiyle örtüşür. Her ikisi de ne tamamen batar ne de tam anlamıyla kurtulur. Hallig coğrafyası sinema gibi anlatı sanatlarında varoluşsal bir metafor olarak işlev görür. Yunan filmi bu bağlamda Hallig’i, bir yüzeyden çok bir duygu, bir geçiş, bir içsel manzara olarak işler. Bu manzara, su yükselirken kameraya alınan gerçek bir fırtınayla, hem toprağın hem ruhun sarsılışına tanıklık eder.

***

Filmin adı olan Yunan, doğrudan anlatı mekânıyla ilişkili olmayan, ancak tematik düzlemde derin bir simgesellik taşıyan bir tercihtir. Yunan adı, filmde yitirilmiş düşünsel üretkenliği, suskunluğu ve belleğin dağılmasıyla şekillenen bir zihinsel çöküşü temsil eder. Başkarakterin yazma tıkanıklığı, annesinin hafıza sorunu ve çobanın sessizliği gibi unsurlar, anlatının merkezine yerleşen bu sembolik boşlukla örtüşür. 

Hava fotoğrafçılığı, havadan, anten, dış mekan, haliç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

 

Yunan, beni Langeneß Hallig’ine götürdü; suların çevrelediği, zamanla biçimlenen, doğayla var olan bir yer. Bu toprakların ritmiyle birlikte akan bir anlatının içinde, Munir’in var oluş mücadelesi, geçmişin izleri ve anlatılmayı bekleyen bir çoban hikâyesinin sesiydi. Karakterin derinliği, yazma isteğiyle taşıdığı yük ve karşısına çıkan yabancı insanların sıcaklığıyla birleştiğinde, bu filmde hem anlatılacak bir insan hem de nefes kesici bir mekân buldum. Yazmak, bu iki derinliğe aynı anda dokunmaktı. 

 




 

 

 

19 Temmuz 2025 Cumartesi

En Güzeline: Troya’nın Kaderini Yazdıran Elma



Tanrılar, yeryüzüne düzen verdikten sonra bile, kalplerindeki ihtiraslardan arınamamışlardı. Olimpos Dağı’nın doruklarında hüküm süren bu ölümsüz varlıklar, hâlâ aralarında kıskançlık, gurur ve güç savaşı yaşıyorlardı. İşte Troya Savaşı da bizzat tanrıların gururundan doğdu.

Her şey bir evlilik şöleniyle başladı. Deniz tanrıçası Thetis ile ölümlü kahraman Peleus’un düğünüydü bu. Tanrılar, tanrıçalar, doğanın güçleri; hepsi bu görkemli törene çağrılmıştı. Ancak bir tanrıça özellikle dışlanmıştı: Uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların simgesi olan Eris.

Eris, intikamını alma fırsatını kaçırmadı. Düğün sofrasına altın bir elma attı. Elmanın üzerinde şu cümle yazılıydı: ''En güzeline'' Ve bu küçük cümle, evrenin dengesini sarsacak kadar güçlüydü.

''En güzeline” yazılı altın elma, tanrıçalar arasında büyük bir kavgaya sebep oldu. Üç büyük tanrıça, Hera, Athena ve Afrodit, bu unvanı hak ettiklerini iddia ettiler.

Kararı verecek biri aranıyordu. Tanrılar bu çatışmadan kaçmak istedi. O yüzden bir ölümlüye, Troya kralının oğlu Paris’e başvuruldu. Paris’e görevi teklif ettiler: ''Seç, en güzel hangisi?''

Her bir tanrıça Paris’i etkilemek için ona büyük vaatlerde bulundu. Hera, dünyaya hükmedeceği bir krallık sözü verdi. Athena, yenilmez bir bilgelik ve savaş zaferleri sundu. Afrodit ise en büyük vaadi yaptı: Paris’e dünyanın en güzel kadınını, yani Helena’yı vaat etti.

Paris, kalbini arzuyla dolduran Afrodit’i seçti. Bu karar, tanrılar dünyasında derin bir ayrılığa yol açtı. Afrodit sevinirken Hera ve Athena, öfkeyle Paris’in halkı olan Troyalılara kin duydu.

Paris, Afrodit’in sözünü yerine getirmek için Sparta’ya gitti ve Helena’yı kaçırdı. Ne var ki Helena, Sparta kralı Menelaos’un eşiydi. Bu kaçırma olayı, on yıl sürecek bir savaşın kıvılcımı oldu.

Menelaos, kardeşi Agamemnon’un önderliğinde bütün Yunan krallarını birleştirdi. Bu orduda Achilles, Odysseus, Ajax, Patroklos gibi ünlü kahramanlar da vardı. Devasa bir donanma Troya’ya doğru yola çıktı. Troya’nın surlarına dayanan bu kuşatma tam on yıl sürdü.

Troya yalnızca insanların ve  tanrıların çatışma alanı haline geldi. Hera, Athena ve Poseidon Yunanların tarafında yer alırken; Afrodit, Apollon ve Ares Troyalıları destekledi. Tanrılar, savaşa doğrudan müdahale etmeye başladılar.

Savaşın sonunu belirleyen zekice düşünülmüş bir planın uygulanmasıydı. Odysseus, tahtadan dev bir at yapılmasını önerdi. Yunan askerleri bu atın içine saklandı, Troyalılar ise onu bir barış hediyesi sanarak şehre soktular. Gece çöktüğünde atın içinden çıkan askerler şehrin kapılarını açtı. Troya ateşe verildi.

Helena, Menelaos’a geri verildi. Ama bu zaferin ardında yıkılan Troya, ölen insanlar; yitirilen onur ve dostluklar vardı.

Şimdi bu kadim destanı okuyorum…
Ve kim bilir, belki de yeni yazılar, bu okumanın içinden doğarak kalemime yönelecek.


Not: Bu destan ve benzerleri insanın kendine karşı dürüst olamayışının bir ifadesi olabilir. Kendi karanlığına bakmak zor geldiğinde, bu karanlığı tanrılar üzerinden dışsallaştırmak, ona anlam kazandırmanın en eski ve en şiirsel yoludur.

Osmanlı’da Resm-i Arûs: Feodal Bir Geleneğin Vergisel Sureti

 




Osmanlı’da Resm-i Arûs: Feodal Bir Geleneğin Vergisel Sureti

Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk ve maliye sistematiği, devletin iktisadî çıkarlarını değil, toplumsal hiyerarşiyi, cinsiyet rejimini ve mülkiyet ilişkilerini yansıtan karmaşık bir örüntü sunar. Bu örüntü içinde, düğün ve evlilik gibi özel yaşam alanlarına temas eden vergi türleri de yer alır. Onlardan biri olan resm-i arûs, kadınların evlenmesiyle doğrudan bağlantılı, feodal karakter taşıyan bir evlilik vergisidir. Arapça kökenli arûs kelimesi, gelin anlamına gelmekle birlikte, bazı Arap lehçelerinde güvey anlamında da kullanılır. Ancak Osmanlı’da bu kavram, gelin üzerinden alınan ekonomik bir hakkı ifade eder: evlilik öncesinde alınan, evlilikle birlikte hane değişimi yaşayan kadınlar üzerinden tımar sahibine ödenen bir geçiş bedelidir.

Resm-i arûs, Osmanlı kanunnâmelerinde resm-i arûs, arûsiyye, arûsâne adlarıyla geçen bir zuhûrata bağlı bâd-ı hevâ vergisidir. Yani olay bazlı, düzensiz ama süreklilik arz eden toplumsal faaliyetlere dayalıdır. Bu yönüyle, örfî hukukun bir uzantısıdır. Vergi, toprağın tasarruf hakkına sahip olan timar, zeâmet veya has sahibine aittir. Nikâh sırasında kadı tarafından alınan resm-i nikâh ile karıştırılmamalıdır; zira nikâh resmi, evliliğin şer‘î tesciline ilişkin olarak kadı tarafından tahsil edilen ayrı bir vergidir. Resm-i arûs ise, daha çok evliliğin toplumsal ve iktisadî dönüşümüyle ilgilidir.

Resm-i arûs’un kökenleri yalnızca İslam geleneği veya Türk-İslâm vergi sistemine indirgenemez. Özellikle Balkanlar, Doğu Anadolu ve Memlük topraklarından intikal eden uygulamalar dikkate alındığında, bu verginin Avrupa Orta Çağ feodalitesindeki ‘‘ilk gece hakkı’’ uygulamalarıyla işlevsel benzerlikler taşıdığı görülür.

Batı Avrupa’da, özellikle 11. ve 13. yüzyıllar arasında, senyörlerin tebaaları üzerinde sözde bedensel hak iddialarında bulunduğu ‘‘ilk gece hakkı’’ mitolojik bir karakter taşımakla birlikte, bunun pratik karşılığı çoğu zaman parasal bir bedeldi. Bu bedel, senyörün ‘‘o hakkından feragat etmesi’’ karşılığında alınan bir tür evlenme izni vergisiydi. Formariage adı verilen bu uygulama, köylülerin senyör izni olmadan evlenememesi ilkesine dayanıyordu.

Osmanlı’da ise resm-i arûs, benzer bir anlayışla evlilik yoluyla hane değiştiren kadının, yaşadığı toprağın tasarrufçusu tarafından ‘‘kayıp iş gücü’’ ya da ‘‘nüfus devri’’ olarak görülmesinin karşılığıydı. Dolayısıyla, toprağa bağlı emeğin hareketi, ekonomik bir hak olarak vergilendiriliyordu. Bu yönüyle arûs resmi, Batı’daki uygulamayla hem toplumsal işlev hem ideolojik mantık bakımından örtüşür, ancak Osmanlı'da uygulama tamamen parasal ve semboliktir.

Resm-i arûs’un miktarı, kanunnâmelerde gelinin durumu, dini kimliği ve bölgesel teamüllere göre belirlenmiştir. Müslüman bakire kızdan 60 akçe, Müslüman dul kadından (seyyibe) 30 akçe, gayrimüslim bakire kızdan (zimmiyye) 45 akçe, gayrimüslim dul kadından (bîve) 20 akçe alınırdı. Fakir reayadan ise bu miktarların yarısı tahsil edilirdi.

Bazı bölgelerde rakamlar daha da değişkendir. Örneğin Bozok Sancağı’nda bir kız kendi boyundan bir erkekle evlenirse 100, başka bir boydan biriyle evlenirse 200 akçeye kadar resm-i arûs alınabiliyordu. Ancak bu oranlar zamanla azaltılmış, 60 ve 30 akçe gibi standartlara oturtulmuştur. Konar-göçer Türkmenler arasında bu vergi, kimi zaman bir koyun ya da davar olarak ödenmekteydi. Bu gibi topluluklar vergiyi, bağlı oldukları merkeze öderlerdi.

Kanunnâmelerde bu verginin kimin tarafından ödeneceği net biçimde belirtilmemiştir. Ancak tahsil yetkisi çok açık bir şekilde düzenlenmiştir:

Timar köylerinde vergiyi sipahi, zeâmet ve has köylerinde zeamet veya has sahibi, vakıf köylerinde mütevelli, mâlikâne-divanî köylerde divanî pay sahibi, özel askerî sınıflarda (eşkinci, doğancı, şahinci) ise ilgili zümrenin reisi tahsil ederdi.

Ayrıca askerî hiyerarşiye bağlı olarak, sipahi kızlarının arûs resmi sancak beyine, sancak beyi kızlarınınki beylerbeyine, beylerbeyi kızlarınınki ise doğrudan padişah adına hazineye aktarılırdı.

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümâyunu), Osmanlı hukuk sisteminde bireyin devlet karşısındaki statüsünü yeniden tanımlamış; bu bağlamda feodal tasarruf hakları kaldırılmış, örfî vergiler tasfiye edilmiştir. Resm-i arûs da bu süreçte yürürlükten kaldırılmış ve yerine modern bürokratik düzenlemeye uygun bir uygulama olan izinnâme harcı getirilmiştir.

Bu yeni düzene göre, evlenmek isteyen bireyler kadıya başvurarak evlenmeye engel olmadığını belgeleyen bir izin yazısı almakla yükümlüydü. Bu belge için, bakire kızlardan 10, dul kadınlardan 5 kuruş alınması kararlaştırılmıştır. Böylece feodal beylerin hane içi kararlar üzerindeki iktisadî otoriteleri sona erdirilmiştir.

Resm-i arûs, bir yönüyle Osmanlı maliyesinde küçük bir kalem olarak görünse de, aslında toprak düzeni, kadın emeği ve mülkiyet ilişkileri üzerine bir tarihsel veri sunar. Kadın, yalnızca bir aileden diğerine geçen birey değil; aynı zamanda toprakla özdeşleşmiş bir nüfus birimi, ekonomik bir değer, vergilendirilebilir bir geçiş nesnesi olarak tanımlanır.

Bu vergi, tarihsel bağlamı içinde bir tür feodal hukuk kalıntısı olarak okunabilir. Tanzimat reformlarıyla birlikte ortadan kaldırılması, Osmanlı toplumunun birey merkezli, merkezîleşmiş bir hukuk anlayışına geçişinin simgesel adımlarından biri olmuştur. Bugün, resm-i arûs’un izini sürmek, Osmanlı vergi hukukunu, cinsiyet, toprak ve iktidar ilişkilerini anlamak açısından da önemli bir girişimdir.

TDV İslam Ansiklopedisi: Resm-i Arûs, Nikâh, Örfî Vergi maddeleri esas alınarak okunmuş, incelenmiş ve yorumlanmıştır.

 

18 Temmuz 2025 Cuma

Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa

Bu resmi, tarihi bir belgeyi kaynak alarak özgün biçimde çizdim.

Osmanlı Sarayları: Bey Sarayı Bursa
Bey Sarayı, Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde inşa edilen ve Osmanlı başkenti olan Bursa’da yer alan ilk Osmanlı sarayıdır. Bu yapı, Orhan Gazi döneminde inşa edilmiş olup, Osmanlı saray mimarisinin temel taşlarından biridir. Bey Sarayı, Topkapı Sarayı gibi görkemli yapılardan önce Osmanlı beylerinin yönetim merkezi, diplomatik temasların yürütüldüğü mekân ve hükümet işlerinin görüldüğü idari merkez olarak işlev görmüştür.

Bey Sarayı, Bursa’nın Hisar bölgesi olarak bilinen iç kalede, stratejik bir tepeye kurulmuştur. Bu konum, hem savunma hem de şehir üzerindeki hâkimiyet açısından önemlidir. Saray kompleksi muhtemelen taştan ve kerpiçten yapılmış bir dizi odadan, kabul salonundan ve avlulardan oluşuyordu. Tam mimari plan günümüze ulaşmamış olsa da, kazılardan elde edilen buluntular ve tarihi kaynaklar bu yapının çok odalı, işlevsel bir yönetim merkezi olduğunu göstermektedir.

Orhan Gazi ve oğlu I. Murad dönemlerinde aktif olarak kullanılan Bey Sarayı, Bursa’nın Osmanlı başkenti olduğu yıllarda devletin merkezî idaresini temsil ediyordu. Burada hem siyasi kararlar alınır, hem elçiler kabul edilir, hem de saray hayatının erken biçimleri gelişirdi. Bey Sarayı, klasik anlamda bir saraydan çok, bir beylik merkezidir ve Osmanlı’nın henüz imparatorluk hüviyetine ulaşmadan önceki devlet yapısını yansıtır.

Bey Sarayı; yöneticilerin, devlet görevlilerinin, din adamlarının, katiplerin ve askerî danışmanların da bulunduğu bir yaşam alanıydı. Aynı zamanda Nilüfer Hatun’un ve ailesinin ikamet ettiği bir yer olarak da kullanılmıştır. Bu bakımdan saray hem idari hem de hanedanın günlük yaşamının sürdüğü bir merkezdi.

Zamanla Bursa’nın başkent olmaktan çıkması (Edirne’ye taşınmasıyla birlikte), Bey Sarayı'nın da işlevini yitirmesine neden oldu. Depremler, savaşlar ve ihmal nedeniyle yapı harap oldu. Ancak 1980’li yıllarda ve 2000’lerde yapılan arkeolojik kazılar, bu yapının kalıntılarını ortaya çıkarmış, bazı temel duvar izleri ve seramik buluntular gün yüzüne çıkarılmıştır. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğiyle alanın yeniden düzenlenmesi ve tanıtılması için çeşitli projeler yürütülmektedir.

Bey Sarayı, Osmanlı’nın çadırdan saraya geçişindeki simgesel anlamını taşır. Göçebe Türk geleneğinden yerleşik devlet yapısına geçerken inşa edilen bu ilk saray, Osmanlı devlet felsefesinin, merkeziyetçi yönetimin ve hanedanın kurumsallaşmasının ilk izlerini barındırır.

Bey Sarayı, Osmanlı'nın siyasi ve idari zihniyetinin ilk biçimlendiği yerdir. Orhan Gazi döneminde inşa edilen bu yapı, devletin henüz beylik statüsünde olduğu yıllarda, yönetsel kararların alındığı, divan toplantılarının yapıldığı ve diplomatik ilişkilerin yürütüldüğü bir merkez olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda saray, Osmanlı’nın devlet olma iddiasını ilk kez mekânsal olarak ortaya koyduğu yerdir.

Bey Sarayı’nın çevresinde kurulan ilk kurumlar; medrese, cami, imaret, bedesten gibi yapılar sarayın kültürel ve ekonomik bir çekim merkezi olduğunu da göstermektedir. Böylece Bursa, Bey Sarayı etrafında gelişen bir merkezîleşme sürecinin öncüsü olmuştur.

Bey Sarayı’nın tarihî bağlamında göz ardı edilmemesi gereken bir diğer unsur da dönemin manevî rehberleridir. Geyikli Baba, Somuncu Baba, Emir Sultan gibi sûfî şahsiyetler, Bursa’nın manevi haritasını oluşturmuş ve sarayın da fikrî iklimini etkilemişlerdir. Orhan Gazi’nin bu sûfîlerle kurduğu ilişki, sarayın sadece dünyevî bir yönetim merkezi olmadığını, aynı zamanda bir manevî meşruiyet arayışının da parçası olduğunu gösterir.

Bey Sarayı’nın yakın çevresinde tekkelerin, zâviyelerin ve camilerin kurulmuş olması, Osmanlı'nın ilk döneminde siyasi gücün dinî otoriteyle yan yana yürütüldüğü bir yapıyı da ortaya koyar.

1980’li yıllarda yapılan yüzey araştırmaları, Bey Sarayı'nın bulunduğu alanda erken Osmanlı dönemine ait çini parçaları, seramik örnekleri, duvar temelleri ve bazı temel mimarî unsurları ortaya çıkarmıştır. Özellikle Hisar bölgesindeki İçkale kazılarında, çok odalı bir yerleşim düzenine işaret eden mimarî kalıntılar bulunmuştur.

Bu bulgular ışığında yapılan değerlendirmeler, Bey Sarayı’nın bir iç avlu etrafında planlandığını, çeşitli işlevsel mekânlardan oluştuğunu ve saray kompleksinin devlet adamları, askerler ve hizmetliler için ayrı alanlar barındırdığını ortaya koymaktadır. Ancak bu kalıntılar, tam anlamıyla bir saray rekonstrüksiyonu yapmaya yetecek nitelikte değildir. Dolayısıyla Bey Sarayı, bugün bir arkeolojik hafıza mekânı olarak ele alınmaktadır.

Bey Sarayı ile Topkapı Sarayı arasında yaklaşık 150 yıllık bir tarihsel boşluk bulunmasına rağmen, her iki yapının da Osmanlı devlet sisteminde oynadığı rol karşılaştırıldığında kurumsal bir evrim gözlemlenebilir. Bey Sarayı, beylik düzeninden imparatorluk sistemine geçişte, yönetimin taşrada nasıl örgütlendiğini gösterirken; Topkapı Sarayı, bu örgütlenmenin İstanbul merkezli ve katı bürokratik bir hiyerarşi içinde nasıl kurumsallaştığını gösterir.

Bey Sarayı’nın daha sade, işlevsel ve yönetime odaklı yapısı; Topkapı’daki saray düzeninin törensel, sembolik ve çok katmanlı doğasıyla kıyaslandığında, bu iki yapı Osmanlı devlet felsefesindeki dönüşümün taş ve toprak üzerindeki izdüşümünü temsil eder.

Ne yazık ki Bey Sarayı, Osmanlı tarihine merak duyanların dahi pek az bildiği, kamuoyunda yeterince tanıtılmamış bir tarihî mirastır. Bursa’da yer almasına rağmen Topkapı Sarayı kadar popülerleşememiş, gerektiği gibi restore edilememiş ve anlatılamamıştır.

Bey Sarayı’nın yeniden kültürel bellekte yer edinmesi, tüm Türkiye’nin tarihî kimliğini güçlendirmek adına önemlidir. Bu nedenle akademisyenlerin, tarihçilerin, belediyelerin ve kültürel kurumların iş birliğiyle bu alanın korunması, belgelenmesi ve tanıtılması gerekmektedir.

 


Edirne Sarayı (Saray-ı Cedîd-i Âmire)

 



Edirne Sarayı (Saray-ı Cedîd-i Âmire)

Tuna Nehri’nin kıyısında, Edirne’nin Sarayiçi bölgesinde yer alan Edirne Sarayı, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde inşa edilmiş ve uzun süre padişahların ikametgâhı, devletin yönetim merkezi ve tören alanı olarak kullanılmış görkemli bir saray kompleksidir. Osmanlı'nın ikinci başkenti olan Edirne, İstanbul’un fethinden önce Osmanlı siyasi ve kültürel hayatının kalbiydi; bu saray da o kalbin atış ritmiydi.

Sarayın temelleri I. Murad dönemine kadar uzanır; ancak asıl genişleme ve ihtişamlı hâline kavuşması II. Murad ve özellikle Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşmiştir. Fatih, Topkapı Sarayı'nı yaptırmadan önce bu sarayı genişletmiş, buraya kütüphaneler, köşkler, bahçeler ve su kemerleri ekletmiştir. Saray; divan, harem, cami, mutfaklar, hamamlar, ahırlar, av alanları ve köşkler gibi yapılardan oluşan büyük bir kompleksti. Kullanıldığı dönemde, bir şehir büyüklüğünde olduğu ve 300’den fazla odası bulunduğu tahmin edilmektedir.

Ancak sarayın talihi zamanla tersine dönmüştür. 1700’lerden itibaren bakım eksiklikleri, seller ve yangınlar nedeniyle tahrip olmuştur. Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında Edirne’nin işgal edilmesiyle birlikte sarayın ayakta kalan bölümleri cephane deposu olarak kullanılmış, bazı yapılar savaş sırasında bilinçli şekilde imha edilmiştir. 19. yüzyılda taşları civar yapılarda kullanılmış; böylece saray neredeyse görünmez hâle gelmiştir.


Bu metin, ilgili tarihî kaynaklar temelinde yapılan okumalarım ve kişisel değerlendirmelerim doğrultusunda şekillenen bir sentezin ürünüdür.

İshak Paşa Sarayı

 


İshak Paşa Sarayı

Doğu Anadolu’nun uçsuz bucaksız dağları arasında, Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesine hâkim bir tepeye kurulmuş olan İshak Paşa Sarayı, Osmanlı mimarisinin ve Anadolu'nun çok kültürlü tarihinin eşsiz bir simgesidir. 1685 yılında Çolak Abdi Paşa tarafından yapımına başlanan ve 1784’te oğlu İshak Paşa tarafından tamamlanan bu anıtsal yapı, yaklaşık 99 yılda inşa edilmiştir.

Saray, Osmanlı, Selçuklu, Pers ve Barok mimarisinin iç içe geçtiği bir yapıdır. Geniş bir iç avlu etrafına kurulan saray, harem, selamlık, cami, türbe, divan salonu, cephanelik, zindan, mutfak, misafir odaları gibi çok sayıda bağımsız bölümden oluşur. Bu yönüyle klasik bir saraydan çok, hem idarî hem askerî hem de konut işlevlerini bir arada taşıyan çok işlevli bir kompleks yapıdır.

En dikkat çekici unsurlarından biri taç kapısıdır: kabartmalar, geometrik motifler ve bitkisel süslemelerle bezelidir. Aynı şekilde, duvarlarda kullanılan taş işçiliği; oymalar, desenler ve simetrik estetikle adeta bir açık hava müzesi niteliğindedir. Yapıda kullanılan taşlar yöreden temin edilmiş olup saray, çevresiyle uyumlu bir renk bütünlüğüne sahiptir.

Yüksek konumu nedeniyle hem savunma kolaylığı hem de manzaraya hâkimiyet sağlayan saray, aynı zamanda Ağrı Dağı ve Doğubayazıt Ovası’na nazır nefes kesici bir görünüme sahiptir. Sarayda ilk defa ısıtma sistemiyle sıcak su tesisatı kurulduğu bilinmektedir; bu da onu mühendislik açısından da ileri bir yapı kılar.

Günümüzde İshak Paşa Sarayı, hem yerli hem yabancı turistler tarafından ilgiyle ziyaret edilmekte; tarihî, mimarî ve doğal güzelliklerin kesiştiği bir kültürel miras alanı olarak korunmaktadır.

Bu metin, ilgili tarihî kaynaklar temelinde yapılan okumalarım ve kişisel değerlendirmelerim doğrultusunda şekillenen bir sentezin ürünüdür.

Çırağan Sarayı

 




Çırağan Sarayı

Boğaziçi kıyısında, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yer alan Çırağan Sarayı, Osmanlı saray mimarisinin en geç örneklerinden biri olarak hem ihtişamı hem de trajik geçmişiyle dikkat çeker. Çırağan kelimesi Farsça kökenlidir ve ışıklar saçan, aydınlık anlamına gelir, nitekim saray, bir zamanlar yapılan gösterişli eğlenceler ve ışıklı gecelerle bu ismin hakkını vermiştir.

Sarayın inşa süreci Sultan Abdülaziz dönemine (1863-1876) dayanır. Mimarı, Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarını da tasarlayan ünlü Balyan ailesindendir: Serkis Balyan. Mermer kaplamaları, taş oymaları ve Batılı mimari etkileriyle dikkat çeken yapı, saraylar zincirinin en zarif halkalarındandır. Saray deniz kıyısına paralel bir biçimde uzanır; iç süslemelerinde ise Avrupa’dan getirilen malzemeler kullanılmıştır.

Ancak Çırağan Sarayı’nın hikâyesi sadece ihtişamdan ibaret değildir. 1876’da tahttan indirilen Sultan V. Murad, akli dengesinin bozulduğu gerekçesiyle ömrünün son 29 yılını bu sarayda hapis hayatı yaşayarak geçirmiştir. Saray 1910 yılında büyük bir yangınla harap olmuş, yıllarca harabe hâlinde kalmıştır. 

1990'lı yıllarda yapılan kapsamlı restorasyon ve yeniden inşa çalışmaları sayesinde saray, bugün lüks bir otel ve kültürel etkinlik mekânı olarak hizmet vermektedir. Orijinal yapının cepheleri korunarak, içi çağdaş işlevsellikle yeniden düzenlenmiştir. Saray bugün de devlet başkanlarının ağırlandığı, düğün ve davetlerin düzenlendiği prestijli bir mekân hâline gelmiştir.

Bu metin, ilgili tarihî kaynaklar temelinde yapılan okumalarım ve kişisel değerlendirmelerim doğrultusunda şekillenen bir sentezin ürünüdür.

Beylerbeyi Sarayı



Beylerbeyi Sarayı

Boğaziçi’nin Anadolu yakasında, Üsküdar-Beylerbeyi semtinde yer alan Beylerbeyi Sarayı, Osmanlı’nın zarafetini ve Batı etkisindeki mimarî dönüşümünü yansıtan eşsiz bir yapıdır. Sultan Abdülaziz tarafından 1861-1865 yılları arasında yaptırılan saray, Batı tarzı mimariyle Osmanlı geleneklerini bir araya getiren özgün bir örnektir. Sarayın mimarları Sarkis Balyan ve Agop Balyan’dır.

Beylerbeyi Sarayı, devlet konuklarını ağırlamak amacıyla inşa edilmiştir. Napolyon’un eşi Eugénie, Sırbistan Prensi, Avusturya İmparatoru Franz Joseph gibi pek çok yabancı devlet büyüğü burada misafir edilmiştir. Saray aynı zamanda Sultan II. Abdülhamid’in kısa bir süre zorunlu ikamet ettiği yerdir.

İki katlı yapı, bir bodrum katı ile birlikte üç kat olarak inşa edilmiştir. Saray, denize paralel uzanan bir plana sahiptir. İç mekânda Türk evi planı esas alınmış, ancak Batı’nın barok, neoklasik ve ampir üslupları da kullanılmıştır. Girişteki geniş mermer merdivenler, kristal avizeler, Hereke halıları, Fransız saatleri ve Çin porselenleri sarayın görkemini yansıtan ögelerdir. İçerideki ferahlığı sağlamak için yazlık bir saray olarak tasarlandığından dolayı havalandırma ve ışık kullanımı oldukça dikkat çekicidir.

Sarayın çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiştir ve iç bahçesi oldukça zariftir. Saraya ait deniz köşkleri, mermer havuzlar, çeşmeler ve kıyıya açılan iskeleler, sarayın yazlık niteliğini destekleyen unsurlardır. Zemin katında yazın serin tutması için rahttan mobilyalar ve mermer döşemeler kullanılmıştır.

Bugün Beylerbeyi Sarayı, Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı’na bağlı bir müze-saray olarak ziyarete açıktır. Sarayın içi gezilebilir, tavan süslemeleri ve mobilyaları orijinal hâliyle korunmuştur.

Bu metin, ilgili tarihî kaynaklar temelinde yapılan okumalarım ve kişisel değerlendirmelerim doğrultusunda şekillenen bir sentezin ürünüdür.

Tavsiye

Aşkı hissetmek tek başına yetmiyor; karşı tarafın aşkı idrak etmesiyle tamamlanıyor. O idrak olmayınca aşk, tek kişilik bir yük gibi kalıyor...