13 Ağustos 2025 Çarşamba

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî’nin hayatını tasavvufî bir yolculuk, dostluk, aşk, sürgün ve hakikat arayışı üzerinden anlatır. Yazar, olay örgüsünü tarihî gerçeklerle örerken, insan ruhunun iniş çıkışlarını, nefsin merhalelerini ve dervişliğin zahirî-bâtınî boyutlarını incelikle işler.

Romanda iki doğum sahnesi yer alır. Biri Mehmet Zihni Efendi’nin oğlu Kasım, diğeri Nakşibendî şeyhi Ali Bey’in oğlu Mehmet’tir. Bu Mehmet, ileride "Niyazi Mısrî" olarak tanınacaktır. Kasım’ın babasının Malatya’ya sürgün edilmesiyle bu iki çocuğun yolları kesişir. Önce çekingen bir arkadaşlık başlar, sonra uzun yıllara yayılan bir dostluğa dönüşür. Yıllarca mektuplaşarak hem kendi hayatlarının hikâyesini hem de yaşadıkları çağın ruhunu birbirlerine aktarırlar. Mektuplaşmalar, romanın en dokunaklı damarlarından biridir; okur, bugün kaybolmuş incelikleri hatırlayıp bir iç çekmeden edemez.

Mehmet’in Kasım’ın kız kardeşine duyduğu gençlik aşkı, roman boyunca tamamına ermeyen, zamanla şekil değiştiren bir duyguya dönüşür. Niyazi Mısrî, Bursa’da bir başkasıyla evlenir; Ulu Camii kürsüsünden yıllarca vaazlar verir. Vaazlarında hem dini hem de politik meseleleri dile getirir; bu da ona hem hayranlar hem de düşmanlar kazandırır. Rodos, Limni sürgünleri...

Mısrî’nin hayatında sürgünler manevi imtihanlardır. Limni sürgünü, bunların en uzunudur. Aslında iki yıl sonra serbest bırakılma ihtimali doğar, fakat o adada kalmayı, hizmete devam etmeyi seçer. On beş yıl boyunca yaşadığı Limni, onun hem inziva hem de eser üretim mekânı olur. Mısrî, dönemin iktidarları ve tarikat çevreleri tarafından kimi zaman bağrına basılır, kimi zaman dışlanır. Açık sözlülüğü, sert eleştirileri ve hakikate bağlılığı, onu hem çok sevilir hem de çok düşman edinir hale getirir. II. Ahmet döneminde, dervişleriyle Edirne’ye yürüyüşü (niyeti savaşa katılmaktır) padişahın emrine uymadığı için yeni bir Limni sürgününe dönüşür. Bu sürgüne giderken orada öleceğini bilir. Onun hayatı, sıradan gözlerle kavranması güç, "kutlu" bir yolculuktur.

Bukağı, bir insanın hakikati ararken geçirdiği dönüşümlerin, iç hesaplaşmaların, aşkla, dostlukla, yalnızlıkla ve sürgünle sınanışının romanıdır. Emine Işınsu, sade ama yoğun bir dil kullanır; okur, anlatılan hikâyenin ardındaki hem tarihî hem de tasavvufî bilgi birikimini hisseder. Romanın bıraktığı etki, yalnızca tarihî bir şahsiyetin biyografisinin aktarılmasından ibaret değildir; metin, aynı zamanda okuyucuyu kendi varoluş serüvenini sorgulamaya davet eden bir edebî eser işlevi görür. Mektupların samimiyeti, dostluğun sürekliliği, tamamlanmamış aşkların bıraktığı boşluk ve sürgünlerin taşıdığı tecrit duygusu, eserin temel duygusal ve tematik eksenini oluşturur. Niyazi Mısrî’nin hayat yolculuğu, sıradan bir bireyin kavrayış sınırlarını aşan derinlikte olmakla birlikte, hakikati arayan her zihne aşinalık hissi verecek evrensel unsurlar taşır. Bukağı, bu yönüyle tasavvufî düşünce, bireysel dönüşüm ve tarihî bağlamın kesişim noktasında yer alan anlamlı bir eserdir.

NOT: Kitaba adını veren "bukağı", günlük kullanımda ayağa takılan bir tür zinciri ifade eder. Sözlükte ise "hayvanların kaçmasını önlemek için ayaklarına geçirilen, çoğunlukla demirden yapılmış halka ve zincir" olarak tanımlanır. Böylece bukağı, hem hareketi kısıtlayan somut bir nesne, hem de mecazen özgürlüğü engelleyen, insanı bağlayan her türlü görünmez pranganın simgesi hâline gelir. Kitabın başlığındaki bukağı, bu iki anlamı bir arada taşır. Zincirin soğuk ve ağır maddesini, aynı zamanda ruhu ve toplumu saran baskının görünmez ağırlığını...

12 Ağustos 2025 Salı

Hâlbuki

"Hâlbuki" kelimesi, Türkçedeki üçlü dil etkileşiminin (Arapça-Farsça-Türkçe) çok net bir örneğidir.

Bu tür kelimeler üç dilin öğelerinin tek bir yeni kelime çatısı altında kaynaşarak Türkçeye kazandırılması demektir. Yani,

Arapça "hâl" anlam çekirdeğini veriyor,

Türkçe "bu" yön gösteriyor,

Farsça "ki" ise cümleyi bağlayan işlevi ekliyor.

Bu bize şunu gösteriyor:

Dil etkileşiminde; dillerin ekleri, kökleri, bağlaçları da birbirine karışarak yepyeni sözcükler oluşturabiliyor.

Osmanlı Türkçesi, bu karışımın en yoğun yaşandığı dönemlerden biri olduğu için, birçok böyle birleşik kökenli kelime barındırıyor.


11 Ağustos 2025 Pazartesi

Düşünce

Ucuz kalabalıklara ruhumu rehin vermektense, asil bir yalnızlığın huzurunda ömür tüketirim.

Düşünce

Evet, keşke herkes birbirine sorsa, fikir alsa, istişare etse... Belki de o zaman "ben yaptım oldu" anlayışı yerine, ortak akıl işlerdi. Bazen fikirler uçuk kaçık olabilir ama en çılgın görünen öneriler bile bir çözümün tohumu olur. Sorulmadan, dinlenmeden, onaylanmadan alınan kararların bedelini çoğu zaman hep birlikte ödüyoruz. Demokrasi, yönetim sürecine dahil olmak, fikrini söylemek, gerektiğinde eleştirmek demektir. O yüzden, evet sorulsun, evet konuşulsun, evet eleştirilsin. Çünkü suskun bir toplum, en kolay yönetilen; ama en zor iyileştirilen toplumdur.

Siz, bizi susturacak; acılarımızı, yaralarımızı görmezden geleceksiniz.
Ne de olsa "ağabeyler" bilirmiş, "üst akıl" konuşurmuş, "ulema" buyururmuş...
Biz ise susacakmışız.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Voltaire

Voltaire, hikâyelerindeki olay örgüsünü çoğu zaman planlı bir biçimde sofistike eleştirilerine zemin hazırlayan bir araç olarak kullanır. Bu nedenle kimi zaman olaylar aceleyle ilerler, karakterler ise yeterince derinleştirilmez. Voltaire, neredeyse her durumda bir eleştiri unsurunu devreye sokmak ister. Bu alışkanlık yerinde kullanıldığında oldukça zekice görünür; ancak fazla tekrarlandığında okurda “zoraki” ya da “fazla didaktik” bir etki bırakabilir. Voltaire’in münzevî anlatıcı sesi sıcak değil, oldukça keskindir; kahramanlarına pek şefkat gösterdiği söylenemez. Bu da kimi zaman anlatıcıyı, dışarıdan dikte eden bir ses gibi hissetmemize neden olur.

7 Ağustos 2025 Perşembe

Sevgi

Sevgi, Tanrı’nın insan için dokuduğu en kadim hâldir; ipliği ışıktan, mayası sabırdan, desenleri ise kalbin en derin sırrındandır.

İnsanın Yalnızlığı

İnsanın Yalnızlığı

Bir yazar yalnızca kendi hayal dünyasında yaşayan biri değildir. O, ülkesinde ve dünyada yaşayan milyonlarca insanın acısını da sırtında taşır. Gözlem yapar; ama sadece bakmaz, görür. Gördüklerinin yüküyle ruhsal bir ızdırap çeker. Olan biten karşısında ne yapılabileceğini, bu acılarla nasıl baş edilebileceğini düşünür durur. Sağlıklı bir zihne, duyarlı bir vicdana sahip biri, çarpıklıkların tam ortasında yaşarken fazlasıyla yorulur. 

Düşünen insan, sustuğunda bile içten içe kanayan bir vicdanın temsilidir. Ne bir grubun adamıdır ne de kalabalıklardan alkış bekler. Oysa onun aksine, bazıları toplumun omuzlarına basa basa yükselir. Parlak cümlelerin, sahte belgelerin, göz boyayan anlatıların arkasına saklanarak...

Bizim ülkemizde yıllardır yaşananlara dışarıdan, temiz bir bilinçle bakmak bile başlı başına bir ruhsal sınavdır. Dinî söylemlerle iktidara gelenler, halkın inancını bir araç gibi kullanarak güç devşirdiler. Evet, bu toprakların büyük bir kısmı Müslüman’dı ve onlar bu inancı ustalıkla istismar ettiler. Sonra ardından gelenler: sahte diplomalarla süslenen kariyerler, yalanların üzerine inşa edilen başarı öyküleri, görkemli yolsuzluklarla örtülen gerçekler... Ve toplum, tüm bunları gördü. İçten içe parçalandı. Bazıları bu çürümüşlüğün yarattığı derin hayal kırıklığıyla inancından bile uzaklaştı.

Ama mesele bu da değil aslında. Dine inanıp inanmamak sadece bir sonuçtur. Esas sorun, hakikatin yozlaşmasıdır. İnanç bile, bu yozlaşmanın bir parçası hâline getirilmiştir.

Her şey masum başlar. Saf niyetlerle, temiz sözlerle. Ama sonra yön değişir. Sapmalar başlar. En kötüsü de, onlara karşı çıkanların zamanla benzer bir zihniyete bürünmesidir. "Benim gibi değilsen yaşama hakkın yok" diyenlerin sayısı hiç de az değildir artık. Bir kutbun içinden çıkanlar, başka bir kutbun karanlığına savrulur. Olan yine hakikate, adalete, insana olur.

Başlangıçta temizdir niyetler; gözler arınmıştır önyargılardan, kalp açıktır anlamaya. Ama zamanla kelimeler sertleşir, ifadeler keskinleşir, hakikat tekleşir. Sonra bir ses yükselir: "Benim inandığım en doğrudur." Bu ses çoğalır, büyür, hükmetmeye başlar. Ve masumiyet, yerini propaganda ruhuna bırakır. Artık hakikat değil, aidiyet önemlidir.

Ve bu yalnızca inanç ya da siyaset alanı için geçerli değildir. Hemen her yerde aynı kısır döngü var: Masum başlıyor, sonra yozlaşıyor. Ve sonunda "Benim gibi değilsen ötekisin" anlayışı hâkim oluyor. İnsanlar ötekini dışlıyor, bastırıyor, zamanla nefret etmeye başlıyor.

Gerçek çözüm, sürekli tazelenen bir bilinçte, yıpranmış olanı söküp atmaktan korkmayan bir cesarette yatar. Kendini sorgulayan, gerekirse kendine bile karşı çıkan bir arayışta...

Ben acı çekiyorum. Her gün sokakta gördüğüm insan için, uzak bir şehirde yok sayılan bir çocuk için, sosyal ve sınıfsal adaletsizlik için, inandığı şey yüzünden dışlanan, hor görülen herkes için. Tüm insanlığın acısını taşıyorum içimde. Çünkü ne zaman tarihe dönüp baksam ve tabii ki bugünüme, bir azınlığın yaptığı hatalara büyük kitlelerin nasıl boyun eğdiğini görüyorum.  Bir avuç insan karar veriyor; milyarlarca insan ya susuyor ya da mecburen kabulleniyor.

Bu, vicdanı paramparça eden bir durum. İnsan en çok elinden bir şey gelmediğinde acı çeker. Gerçek bir vicdani yüceliş işte tam da burada başlar: Başkaları için de acı çekmeye başladığında; susmak yerine, yıpranmayı göze alarak konuştuğunda.

Yazar

Bir yazar her şeyden önce bir düşünce insanıdır. Kültürünü yalnızca tanıtmakla kalmaz; onu bir mimar gibi kelimelerle yeniden inşa etmeyi seçer. Makaleleriyle düşünsel zeminler kurar, entelektüel ve edebi izler bırakır. Bu, gayet doğaldır.

5 Ağustos 2025 Salı

Kadınlar Mektebi ve Molière’in Gözünde Toplumsal Ahlakın Komedisi

 



Kadınlar Mektebi ve Molière’in Gözünde Toplumsal Ahlakın Komedisi
17.yüzyıl Fransa’sında, saray görkeminin, soylu kibarlığın ve dışa vurulmuş erdem söyleminin ardında, Molière adında bir adam sahneye çıkar ve tiyatronun perdeleri ardında gülünç olanla birlikte insana dair saklanmak isteneni, bastırılmış arzuyu, ikiyüzlü terbiyeyi ve sahte dindarlığı teşhir eder. Kadınlar Mektebi adlı oyunu, yalnızca dönemin tiyatro anlayışını sarsmakla kalmamış; aynı zamanda toplumun kadına, evliliğe ve ahlaka dair inşa ettiği o değerler dizgesini de keskin bir mizah ile ifşa etmiştir. Molière’in tiyatrosu, eğlendirici olduğu kadar seyirciyi -özellikle de kendini fazlasıyla ciddiye alan seyirciyi- rahatsız etmeyi göze alan bir tiyatrodur ve Kadınlar Mektebi, bu anlamda onun ilk büyük meydan okuması olarak kabul edilir.
Eserin sahneye ilk konduğu 1662 yılı, Molière’in kırk yaşına bastığı ve sahnede edindiği tecrübeyi nihayet kendine özgü bir kurgu ve cesaretle biçimlendirdiği bir döneme karşılık gelir. Bu oyun, yüzeyde aşkın komik yanını gösterir gibi görünse de özünde toplumsal korkulara, özellikle de erkek egemen dünyada kadının bağımsızlığına duyulan korkuyu anlatır. Yaşlı Arnolphe’nin genç Agnès üzerindeki denetim arzusu, erkek kıskançlığının ve toplumun kadın üzerindeki mutlak kontrol arzusunun temsilidir. Molière burada, yalnızca bir karakteri gülünçleştirmez; bir dönemin, hatta çağlar boyu süregelmiş bir tahakküm anlayışını sahnenin ortasında sergiler.
Bu yüzden Kadınlar Mektebi sanatın gücünü mizah yoluyla kanıtlayan ve her bir sahnesiyle seyircinin yerleşik ahlak anlayışına sataşan bir yapıttır. Molière’in uğradığı ağır eleştirilerin nedeni de budur: Kendisini tehdit altında hisseden gelenek, karşısında alaycı bir eleştirel tavır bulduğunda gülebilir ama aynı zamanda öfkelenir ve saldırganlaşır. Oyunun ilk temsilinden sonra tiyatro dünyasında başlayan uzun tartışmalar, kültürel bir hesaplaşmanın da ifadesidir.
Kadınlar Mektebi ile Kocalar Mektebi arasında kurulan bağ, Molière’in toplumda kadın-erkek ilişkilerine dair gözlem ve eleştirilerini iki farklı yüzeyde işlediği ikiz yapıtlardır. Kocalar Mektebi’nde yaşlı Sganarelle, genç eşine duyduğu güvensizlikle alay konusu olurken; Kadınlar Mektebi’nde Arnolphe, daha genç bir kadını terbiye ederek ideal eş hâline getirme hevesiyle gülünçleşir. Her iki karakterin de niyeti kadını şekillendirmek, kendi arzusuna göre biçimlendirmektir. Oysa Molière, bu çabanın ne kadar boş ve ne kadar trajikomik olduğunu göstermekten geri durmaz. Agnès’in bilgiden, dünyadan, yaşamdan yoksun bırakılmış hâli, kadınların yüzyıllar boyunca içine hapsedildiği cehalet duvarlarına da işaret eder.
Molière’in komedisi, güldürürken gösteren, gösterirken düşündüren ve en önemlisi düşündürürken insanın kendine bakmasını sağlayan bir eserdir. Oyunun sahne aldığı dönemde, halkın eğlence arayışı ile soyluların ahlak savunusu arasındaki gerilim, tiyatronun sahnesine taşınmış; Molière bu sahnede, herkesin gözü önünde ikiyüzlü değerleri çözümlemiş ve onları gülünçlüğe teslim etmiştir. Onun yaptığı, sanat yoluyla hakikati ifşa etmek, insanı insan yapan zaaflarla yüzleşmeye çağırmaktır. Bu yüzleşme ise çoğu zaman seyirciyi rahatsız eder; çünkü herkes gülmek ister ama kimse kendisine gülünmesini istemez.
Bu yönüyle Molière, dönemin toplumsal düzenine karşı entelektüel bir duruş sergileyen ve sanat aracılığıyla eleştirel düşüncenin sınırlarını zorlayan bir düşünürdür. Onun tiyatrosu, ahlakın tekeli olduğunu sananları sahnenin ortasında gülünçleştiren ve halkı bu mizah yoluyla özgürleştiren bir karşı söylemdir. Kadınlar Mektebi, işte bu özgürleşmenin ilk ve belki de en cesur adımıdır. Oyunun sonunda ne Arnolphe galip gelir ne de onun dayattığı cehalet düzeni. Galip gelen hakikatin sıradan ama inatçı ışıltısıdır.
Kadınlar Mektebi, 17. yüzyıl Fransız tiyatro sahnesinde bir komedya örneği olarak kadının toplum içerisindeki yerine dair köklü ve sarsıcı bir eleştirinin mizah yoluyla ifadesi olarak değerlendirilmelidir; çünkü Molière’in bu oyunu, göründüğü üzere kıskanç bir adamın hikâyesini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda kadınların bilgiye erişiminin bilinçli olarak engellendiği, cehaletin bir fazilet gibi sunulduğu ve itaatin erdem, iradenin ise ahlaksızlık olarak damgalandığı bir toplumsal düzenin taşlarını yerinden oynatır. Oyunun merkezinde yer alan Arnolphe karakteri yaşlanmakta ve evliliği bir yatırım gibi görmektedir, kadını ise bu yatırımın güvenilirliği açısından biçimlendirmek isteyen, tahakküm arzusu içinde debelenen bir erk simgesidir. Arnolphe, Agnès adında genç bir kızı çocuk yaşta eğitimsiz, dünyadan yalıtılmış bir ortamda büyütmüştür, onun her türlü bilgi ve deneyimden mahrum kalmasını ise sadakat garantisi olarak görmektedir. Bu noktada Molière, Arnolphe’in cehalet müfredatını ironik bir biçimde gözler önüne serer; zira kadının bilgisizliği, erkeğin huzuru için bir tür teminattır ve bu anlayış Arnolphe’in gibi figürlerin bir saplantısı ve toplumun kadına biçtiği rolün açık bir ifşasıdır.
Agnès’in varlığı, bu anlamda erkeğin zihninde kurgulanan makbul kadın ideolojisinin neredeyse karikatürleşmiş bir temsilidir. Bu kadın modeli, itaatkâr, sessiz, sorgulamayan, konuşmayan, hatta düşlemeyen bir varlık olmalıdır ki erkeğin dünyasında huzur ve düzen hüküm sürsün. Ancak Molière’in sanatı, tam da bu noktada devreye girer; zira o, Agnès’in naif görünümlü, ama içten içe büyüyen varoluşunu, seyirciyi gülümseten sahneler eşliğinde özgürlüğe doğru taşır. Agnès, her ne kadar cehalet içinde büyütülmüş olsa da, doğası gereği sorgulayan, merak eden, âşık olan ve kendini ifade etme arzusu taşıyan bir varlıktır.
Molière burada seyirciyi güldürürken düşündürür: Bir yandan Arnolphe’in çaresizliği, kıskançlığı ve komik önlemleri izlenirken kahkaha yükselir; öte yandan bu kahkaha, toplumun kadına biçtiği kuralların ne kadar gülünç, ne kadar kırılgan ve aslında ne kadar acıklı olduğunu da düşündürür. Kadınlar Mektebi, mizahın yüzeyinde eğlence vaat etse de özünde bir isyan barındırır; bu isyan, kadının cehalet içinde tutulmasına, onun özgür iradesinden duyulan korkuya ve bilhassa, bilgi ile kadının bozulacağı saplantısına yöneltilmiş güçlü bir eleştiridir.
Oyun boyunca Arnolphe’in en büyük korkusu, Agnès’in düşünmesi, konuşması ve en nihayetinde kendi iradesini ortaya koymasıdır. Bu korku, gerçekte kadının özneleşme ihtimaline duyulan korkudur. Molière, Agnès’in âşık olmasıyla birlikte, bu korkunun nasıl bir panik hâlini aldığına ve Arnolphe’in nasıl kendi zihinsel hapishanesine mahkûm olduğuna dikkat çeker. Agnès’in aşkı içgüdüsel bir yönelimle başlar; ama zamanla bu aşk ona düşünme, sorgulama ve karar verme hakkını da kazandırır. Bu anlamda Agnès’in karakter gelişimi özgürleşmekle ilgilidir.
Molière’in çağdaşı olan birçok seyirci, bu oyunu ahlaka aykırı, inançlara hakaret, hatta toplumsal düzeni tehdit edici bulmuştur. Ne var ki Molière bu eleştirilerin hiçbirine doğrudan cevap vermez; onun cevabı sanattadır, mizahın içindedir. Arnolphe gibi karakterler aracılığıyla, dönemin makul görünen, ama derinlemesine gülünç olan değerlerini sahneye taşır. Kadınlar Mektebi, sonunda kadın için bir özgürleşme, erkek için ise bir çözülme öyküsüne dönüşür. Agnès, aşkını seçer; Arnolphe, tüm planlarının komik bir yıkıma uğradığını görür. Bu yıkım kadın iradesine duyulan korkunun kaçınılmaz sonudur. Molière’in oyununda kazanan özgür iradedir. Ve bu irade, kadınların yüzyıllardır kendilerine biçilen rolleri reddetme gücünü taşıyan bir başkaldırıdır. Molière’in ustalığı ise bu başkaldırıyı, seyircinin kahkahasında görünmez bir hakikat gibi saklamasında yatar.



En Güzel Gün Bugün Olsun

 


En Güzel Gün Bugün Olsun

Kıyafetlere hiçbir şey olmuyor. Öylece dolapta bekliyorlar. Eskiyen, hastalanan, yaşlanan, yıpranan biziz… insanlar. Geçen gün yaşlı bir hanımefendi vefat etti, köyde yaşıyordu. Dolaplarından yirmiden fazla ayakkabı çıktı. Gören herkes çok üzüldü. Düşünsenize, kadıncağız zamanında hevesle almış, saklamış onları, ama çoğunu giymeye fırsat bulamadan bu dünyadan göçtü. 

Aman Allah’ım… Ne olur, kıyafetlerinizi saklamayın. "Bunu özel günümde giyerim", "şunu bayramda takarım" diyerek bir kenara kaldırmayın. Her gün, evinizde de olsanız, giyin onları. Ayakkabılarınızı da... İsterseniz evin içinde bile ayakkabılarla dolaşın. Bekletmeyin dolabınızda. "En güzel günümde giyerim" diye ertelemeyin.

Benim kızım da küçüklüğünden beri büyüklerin kıyafetlerini giymeye meraklıydı. Kıyafetlerime göz koyar, giyerdi. Üzerine montumu geçirip koştururdu. Bu sabah uygulama, o anlardan birinde çekilmiş bir fotoğrafı hatırlattı. Aklıma, kış sabahlarında yaşadığımız bazı küçük zorluklar geldi. Bugün onlardan birini yazdım ve paylaştım... 

4 Ağustos 2025 Pazartesi

Hazırcevap İnsanlar Üzerine

Hazırcevap İnsanlar Üzerine

Hazırcevap olmak, sadece kişinin zekâsının yüksekliğiyle açıklanacak bir mesele değildir. Evet kişinin zekâsıyla, karakteriyle, doğuştan sahip olduğu mizacıyla da ilgili olabilir ama çoğu zaman mesele bundan fazlasıdır. Bu özellik, çoğunlukla kişinin yetiştirilme biçimiyle de ilgilidir.

Bazı insanlar öyle ortamlarda büyür ki kendilerini ifade etmek için hep sözün gücüne başvurmak zorunda kalmışlardır. Kimileri daha rahat, daha serbest aile ilişkileri içinde yetişmiştir; düşüncelerini çekinmeden söylemiş, sınır tanımadan konuşmuştur. Öte yandan, bazıları daha kuralcı, saygı temelli bir ev ortamında büyümüştür; ebeveynlerine karşı ölçülü konuşmayı, düşünmeden söz söylememeyi öğrenmiştir. Bu farklar zamanla kişiliğe yerleşir. Biri düşünmeden, hızlıca ve yüksek sesle cevap verirken; diğeri önce durur, düşünür, sonra konuşur. Hazırcevap olan kişi her zaman daha zeki ya da üstün biri değildir. Hatta bazıları bu özelliğini, karşısındakini ezmek ya da küçük düşürmek için kullanır. Peki mesele zekânın hızı yada seviyesi mi? Bence hayır. Mesele, insanın niyetidir.

Hazırcevap olmak ne mutlak bir üstünlük ne de mutlak bir meziyettir. Arkasında hem karakterin hem de yaşam koşullarının şekillendirdiği, kişiye özgü bir hikâye vardır.

Kış Sabahları

Kış Sabahları

Mütevazı, emektar bir arabam var. Yıllardır hep aynı marka arabayı kullanıyorum. Ekonomiktir de üstelik, gösterişli değildir ama benim için kıymetlidir. Çünkü o arabayı almak için de epey zorlanmıştım. 

Yalnız bizim emektar ne zaman kış gelse biraz nazlanırdı. Özellikle bazı sabahlar hiç çalışmazdı. Uğraşırdım, didinirdim; ne yöntemler denerdim, ne çareler üretirdim. Denemediğim usul neredeyse kalmazdı. Sabır... Ah, sabır… böyle zamanlarda en çok da sabır gerekli insana.

En kötüsü de nedir biliyor musunuz? Siz arabayla boğuşurken, yanınızdan geçip giden araçlar... İnsanlar size bakar. Arabanızın içinde çocuklarınız vardır; onları ve kendinizi okula götüreceksiniz ama yok araba çalışmıyor, çocuklar mızmızlanır dururlar: "Anne üşüyoruz, ne zaman gideceğiz?" Araba çalışmaz. Ah! Zaman akar, gider ama araba hâlâ suskundur. O anlarda soğuğa karşı bir savaş veriyorsunuzdur, bazen çaresizliğe de yenik düşersiniz. Yanınızdan arabalar geçip giderken, siz kendi halinizde, elleriniz buz kesmiş bir şekilde arabanın çalışması için dua edersiniz. İnsanların bakışlarından utanırsınız. Üşürsünüz. Çocuklar mızmızlanır, hatta ağlar. Sıkılırsınız, yorulursunuz ama en çok da içinizde büyüyen bir sitemle baş başa kalmışsınızdır.

O an yalnızca şunu düşünürsünüz: "Biz sadece okula gitmek istiyoruz... Lütfen, bugün bu araba çalışsın..."

Araba bazen çalışırdı bazen çalışmazdı, otobüse binme ya da taksi tutma alternatifleri de var tabii... Eh işte "N’aparsan yap" der geçer ya hani insanlar kaba bir üslûpla, işte biz de ne gerekiyorsa yapardık.

Bunlar güzel anılar, "ne acılar yaşadım" diye anlatmıyorum. Mücadele etmeyi severim fakat şunu söylemeden de edemeyeceğim: İnsanların birbirine karşı biraz daha nazik, biraz daha anlayışlı olmasını diliyorum. Nezaket, sabır ve anlayış benim için çok önemlidir.

Başka anılarda buluşmak üzere...

Bütün fedakâr annelere selam olsun... 


Not: Liseye giderken bir saat yol yürüdükten sonra otobüse biniyor, bir saat süren otobüs yolculuğundan sonra kırk beş dakika daha yürüyerek okuluma ulaşıyordum. Ama ben bir kez çocuklarıma ''Siz olsanız benim yaşadığım gibi bir hayata sabredemezsiniz demedim.'' Çünkü bunu bilemezsiniz, insanların zorluklar karşısında nasıl bir mücadele vereceği tamamen o kişinin dayanıklılığı ve onun ruhuyla ilgilidir. Yargılamak yerine sevmek gerekiyor ve anlamak...

Zaman

İnsan hayatı boyunca bir şeyleri elinden kaçırır ya da henüz hazır olmadan erken yaşar; ne var ki duygular kadar zamanlama da hayatın akışını ve insan ilişkilerini belirler. Belki de birçok insan, sevdiklerinden onları yanlış zamanda tanıdığı için ayrılır.
Zaman, aşkı ya mümkün kılar ya da imkânsız hâle getirir. Bazı karşılaşmalar, doğru kişiyle yanlış zamanda yaşanır ve geriye sadece “ne olabilirdi” sorusu kalır. Bu yüzden zaman, ilişkilerin seyrini şekillendiren gizemli bir kuvvettir.

2 Ağustos 2025 Cumartesi

Ne Varsa Eskide Var: Bir Dizi Deneyimi / Zamanın Ruhu Üzerine

 Ne Varsa Eskide Var: Bir Dizi Deneyimi Zamanın Ruhu Üzerine

“Ne varsa eskide var” sözü, çoğu zaman nostaljik bir hayıflanma olarak görülür. Kimileri bu söze burun kıvırır, ilerlemenin her zaman geçmişi aşmak olduğunu düşünür. Ama bazen, özellikle günümüz dünyasının insan ilişkilerine, sanatına ya da gündelik hayatına bakınca, bu sözün ne denli haklı olduğunu içten içe kabul ederiz. Son zamanlarda izlediğim bazı diziler, bu düşünceyi zihnimde daha da pekiştirdi. İzlediğim dizilerden ilki 1883, ardından gelen 1923 oldu. Her iki dizi de Amerika’nın batıya doğru genişlediği sınır bölgesinde geçen olayları konu alıyor. Montana, bu anlatıların mekânsal odağında yer alıyor. Özellikle 1883, göçmen ailelerin çetin doğa koşullarına, yerlilerle yaşanan çatışmalara ve kendi iç dünyalarındaki zorluklara rağmen ayakta kalma çabalarını konu ediniyor. Dizinin merkezinde aşk, dostluk, sadakat ve düşmanlık gibi insana özgü temel duygular, olağanüstü bir doğallık ve derinlikle işlenmiş. Görselliği, oyunculukları ve dönem atmosferine sadık kalan detaylarıyla adeta izleyeni o yıllara ışınlayan bir anlatı ortaya çıkmış.

Bu dizilerde dikkat çeken en önemli unsur, insan ilişkilerindeki sıcaklık ve derinlikti. Zorluklarla yoğrulan hayatlar, insanları birbirine daha çok bağlamış. Hüzün anlam taşıyor, aşk bir sabır ve sadakat meselesi olarak işleniyor. Belki de “eskide” aradığımız şey, tam da bu türden ilişkilerin varlığı: Anlam yüklü bağlar, içtenlik, sadakat ve insanın insana gerçekten ihtiyaç duyması.

Ne var ki bu etkileyici anlatılardan sonra Yellowstone adlı dizinin yeni sezonuna (Bu iki dizinin devamı niteliğinde) başladığımda büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Dizi, zaman içinde ilerleyerek günümüze yaklaşıyor. Ancak bu ilerleyiş, beraberinde o derinlikli insan ilişkilerinin yerini yüzeysel, yapay, hatta zaman zaman soğuk ilişkilere bırakmasına neden olmuş. Modern çağın bireyciliği, yalnızlığı, güvensizliği ve sevgisizliği, hikâyeye de sirayet etmiş. Karakterler arasındaki diyaloglar yavanlaşmış, dostluklar çıkar ilişkisine indirgenmiş, aşklar hızla kurulup hızla dağılan boşluklara dönüşmüş. İzledikçe kendimi rahatsız hissettim. Çünkü bu anlatı bir kurgu olsa da günümüzün ruhunu yansıtan acı bir gerçekti.

Günümüz insanı, görünürde daha özgür belki ama aynı zamanda daha yalnız, daha savunmasız ve daha sevgisiz. Evet teknolojik gelişmeler, ulaşım ve iletişim imkanları bakımından ilerideyiz; ancak ruhsal anlamda, insan ilişkilerinin samimiyeti ve sürekliliği açısından bir yoksullaşma yaşıyoruz. Eski zamanlarda, insanların birbirine duyduğu güven, kurdukları dostluklar ya da sevdikleri uğruna verdikleri emekler, bugünün hızlı ve yüzeysel ilişkileriyle karşılaştırıldığında birer hazine gibi görünüyor.

Bu yüzden “ne varsa eskide var” demek, yalnızca eski zamanlara duyulan bir özlem değil, aynı zamanda bir eleştiri. Bugünün ilişkiler dünyasına, insanın insanla olan bağının ne kadar zayıfladığına dair derin bir sitem. Belki de bu dizilerde aradığımız şey, artık hayatımızda eksilen o insani sıcaklıktır. Bu yüzden modern dünyanın bana iyi gelmeyen yüzünü izlemeyi bıraktım; eski zamanların anlamlı dünyasında kalmayı seçtim.

Kendi Sesinin Yankısı: Nietzsche, Okuma ve Ruhun Derinliği

Kendi Sesinin Yankısı: Nietzsche, Okuma ve Ruhun Derinliği

Nietzsche, yüksek sesle gülmenin faziletlerinden söz ederken, tanrıların bile birbirine şaka yapabileceği ihtimalini düşünmeye değer bulur. Bu düşünce beni derinden etkiliyor. Çünkü Nietzsche burada gülmeyi ve şakayı yalnızca insana mahsus bir zayıflık olarak görmez; bilakis kutsal olanla bile ortaklık kurulabilecek bir erdem olarak değerlendirir. Bu yaklaşım, hem gülüşe hem söze dair alışıldık sınırları sorgulatır. Nietzsche yüksek sesle okumanın da kıymetine dikkat çeker. Oysa bize, okumanın sessizlik içinde, gözle yapılması gerektiği, sesli okumanınsa çocukça ya da nafile bir uğraş olduğu öğretilmiştir. 

Ama ben bunu yapıyorum. Okurken kendi sesimi duymaktan, sözcüklerin havada yankılanışını işitmekten haz alıyorum. Belki sınır tanımayan ruhumdan, belki kurallara boyun eğmeye gönülsüzlüğümden, belki de yaradılışımın bana dayattığı içsel bir ihtiyaçtan... Bilmiyorum. Bildiğim şu ki: Sesim sözcüklerle buluştuğunda, yazı içimde daha derin, daha unutulmaz bir yere dokunuyor. Konuşmayı çok seven biri değilim; ama metinleri yüksek sesle okurken, kendi sesimle yüzleşmek, kelimelerin ritmine kendi sesimi katmak beni hem dinlendiriyor hem de canlandırıyor. Nietzsche’nin de bu düşüncede olması beni fazlasıyla memnun etti; çünkü bazen kendi sezgilerimizin ardında bir filozofun ayak izini görmek, yalnızlığımızı unutturur.

Belki siz de denemelisiniz. Okurken kendi sesinizi duymak yalnızca anlamayı derinleştirmekle kalmaz; belki de hiç tanımadığınız bir yanınıza, içinizde saklı duran o eski sese kapı aralar. İşte o ses, belki bir gün gülüşünüzle birleşir; insana özgü içtenlikle, Tanrı'ya yaraşır bir özgürlük arasında bir yerde hayat bulur.


Tabii diğer insanları rahatsız etmemek koşuluyla...

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî ’n...