31 Ağustos 2025 Pazar

Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye



Bhāsa’nın Dramlarında İnsanlık Hâli: Fakirlikten Trajediye

Hint edebiyatının en eski ve en önemli oyun yazarlarından biri olarak kabul edilen Bhāsa, MS 1-3. yüzyıllar arasında yaşamış ve Sanskrit tiyatrosunun kurucu isimlerinden biri sayılmıştır. 1909 yılında ortaya çıkarılan elyazmaları sayesinde ona ait olduğu düşünülen on üç dram günümüze ulaşmıştır. Bu eserler, Hindistan’da ve dünya tiyatrosu tarihinde dikkate değer bir yere sahiptir.

Bhāsa’nın oyunları, geleneksel Sanskrit tiyatrosunun kalıplarına bütünüyle bağlı değildir. Açılış bölümlerinde klasik biçimde "Nandi" duası yerine "Sthāpanā" adı verilen farklı bir giriş kullanır. Ayrıca eserlerinde yazar adını anmaz, olay örgüsünü sadeleştirir ve dramatik yoğunluğu ön plana çıkarır. Bu bakımdan Bhāsa, Sanskrit dramının hem öncüsü hem de sınırlarını zorlayan bir yenilikçisi olarak görülebilir.

Daridraçārudattam (Fakir Çarudatta), yarım kalmış bir oyun olmasına rağmen Bhāsa’nın edebi gücünü yansıtır. Konu, zenginliğini kaybederek yoksulluğa düşmüş ama erdeminden ödün vermeyen Çarudatta etrafında gelişir. Yanlış anlamalar, hırsızlık, dostluk ve aşk bu dramatik örgüyü şekillendirir. Fakirlik toplumsal ilişkilerin çözülmesi ve kişinin onurunun sınanması olarak sunulur. Arkadaşların uzaklaşması, akrabaların suskunluğu ve erdemin alaya alınması, Bhāsa’nın toplumsal çözülmeye dair gözlemlerini açık biçimde ortaya koyar.

Ūrubhaṅgam (Kırık Kalça) ise tek perdelik bir trajedi olarak Mahābhārata destanından alınmıştır. Oyunda, Bhīma tarafından yenilen ve kalçası kırılan Duryodhana’nın son anları sahnelenir. Askerlerin savaş alanını betimlemesi, ardından ailenin; özellikle babası Dhṛtarāṣṭra, annesi Gāndhārī ve oğlu Durcaya’nın sahneye gelişi, tragedyanın merkezini oluşturur. Duryodhana, ailesiyle vedalaşır, krallığını oğluna bırakır ve ölür. Bu oyun, kahramanlık mitinin ardında yatan kırılganlığı ve savaşın insana bıraktığı derin yıkımı sahneye taşır.

Her iki eser birlikte okunduğunda Bhāsa’nın insana bakışındaki bütünlük daha iyi anlaşılır. Fakirliğin getirdiği toplumsal yalnızlık ile savaşın yol açtığı trajik yenilgi, aynı insanlık deneyiminin iki farklı yüzü olarak birleşir. Bhāsa’nın tiyatrosu, maddi kayıpların ve bedensel yıkımların ötesinde, insanın onurunu, erdemini ve kaderle mücadelesini işler. Bu yönüyle eserler, hem Sanskrit edebiyatının temel taşları arasında yer alır hem de evrensel bir edebi değer taşır.

"Zenginliğinizin bozulması şu andaki fakirliğinize bir cazibe verir. Tıpkı gece yarısının karanlığında parlaklığını kaybetmiş ayın cazibesi gibi."

"Acı bir dönemden sonra gelen mutluluk tıpkı karanlıkta bir lambanın ışığı gibi hayranlık uyandırır ama refahtan sonra yoksulluğa düşen kişi bunu tüm benliğinde yaşar ama bu yine de ölümden iyidir."

"Eğer bir insan fakir olursa, onun akrabaları onun sözlerine değer vermezler, onun yüce gönüllüğü komik olur. Erdemli ayın güzelliği soluktur. Düşmanlar hariç, arkadaşlar uzaklaşır, belalar çoğalır, başkalarının yaptığı kötü işler başına dert olur."

"Bilirsiniz hanımefendi, kaza geçirenler, sinirleri bozulmuş ya da kolaylıkla kızdırılan kişiler suç işleyebilirler."

"Ödül bekleyen bir adam felaketten başka bir şey kazanamaz. Bu felaket kendisinin ya da düşmanlarının düşmesine neden olabilir."

30 Ağustos 2025 Cumartesi

GustaveFlaubert / KonukseverAzizJulien Efsanesi



Fransız yazar Gustave Flaubert’in Konuksever Aziz Julien Efsanesi adlı eseri, Hristiyan aziz anlatılarının tipik bir örneği olarak kaleme alınmıştır. Ancak bu hikâye, İslam dünyasının ünlü sûfîlerinden Horasanlı İbrahim bin Edhem’in hayatını konu alan menkıbelerle dikkate değer benzerlikler taşır.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu iki anlatıyı karşılaştırmalı olarak ele alarak Doğu ve Batı kültürleri arasındaki edebî etkileşim ihtimalini ortaya koyar. Julien, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğundan itibaren avcılıkla ilgilenir ve zamanla hayvanları acımasızca öldürmeye başlar. Av sırasında karşılaştığı bir geyik, ona korkutucu bir kehanette bulunur: Günün birinde anne ve babasını öldürecektir. Bu sözler Julien’in ruhuna ağır bir yük olur. Kendi benliğinden kaçmak ister; sarayını terk ederek maceralara atılır. Çeşitli savaşlara katılır, evlenir ve yeniden bir şatoya yerleşir.

Ancak kaderinden kaçamaz. Bir gece, yatağında eşini başka biriyle uyuyor sanarak kılıcını çeker ve iki kişiyi öldürür. Çok geçmeden onların anne ve babası olduğunu fark eder. Kehanet gerçekleşmiş, Julien en ağır günahı işlemiştir. Derin bir pişmanlık içinde şatosunu terk eder. Yıllar boyunca kendini insanlara yardım etmeye, iyilik yapmaya adar. Bir nehir kenarında küçük bir kulübede yaşamaya başlar, insanları karşıdan karşıya ücretsiz geçirir. Bir gece karşısına yaralı, bitap halde, kötü kokular içinde bir yabancı çıkar. Julien onu doyurur, üstünü örter, kendi bedeniyle ısıtır. O yabancı aslında İsa Mesih’tir. Julien’in tövbesi kabul edilir ve göğe yükselerek azizlik makamına eriştiği bildirilir.

İbrahim bin Edhem’in Hikâyesiyle Benzerlikler: Horasanlı İbrahim bin Edhem de Belh hükümdarının oğludur. Saray hayatı içinde büyümüş, avcılıkla meşgul olmuş, ancak bir gün av sırasında duyduğu ilahî bir ses onu derinden sarsmıştır: “Sen bunun için mi yaratıldın?” Bu ikazla tahtı, tacı ve zenginliği terk ederek dervişliğe yönelmiş, ömrünü Allah yolunda zühd ve ibadetle geçirmiştir.

Menkıbelerde onun, malı-mülkü bırakıp halkın içinde bir seyyah gibi dolaştığı, kendi alın teriyle geçinip insanlara yardım ettiği anlatılır. Her iki figürde de ortak noktalar göze çarpar: İkisi de prens kökenlidir. Çocukluk ve gençliklerinde avcılıkla uğraşmışlardır. Av sırasında aldıkları ilahî uyarı hayatlarını değiştirmiştir. Tahtı ve zenginliği bırakıp inzivaya çekilmişlerdir. Hayatlarının geri kalanını iyilik, tevazu ve fedakârlığa adamışlardır. Kendi dinlerinin en yüksek manevî mertebesine ulaşmışlardır: İbrahim bin Edhem İslam’da veli, Julien Hristiyanlıkta aziz olmuştur.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu benzerliklerin tesadüf olup olmadığını sorgular. Flaubert’in, Aziz Julien’in hikâyesini kurgularken Doğu menkıbelerinden; özellikle İbrahim bin Edhem anlatılarından etkilenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Çünkü tarih boyunca kültürler arası etkileşim, çeviriler ve sözlü aktarım yoluyla pek çok motif bir medeniyetten diğerine geçmiştir. Konuksever Aziz Julien Efsanesi, Doğu-Batı edebiyatları arasındaki etkileşimleri incelemek için verimli bir metindir. Konuksever Aziz Julien Efsanesinin İbrahim bin Edhem’in menkıbeleriyle taşıdığı paralellikler, kültürler arası ortak insanlık deneyimlerinin edebiyat aracılığıyla nasıl aktarıldığını göstermektedir

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Konuk Kaplan Kitabından

Konuk Kaplan Kitabından

Kitaplar hakkında yazmayı seviyorum. Bence her kitaptan mutlaka bir şeyler öğrenebiliriz. Mesela kitapta Para Irmağı adı verilen çok kısa bir hikâye vardı. Toplam yarım sayfa kadardı. Bu hikâyeden şunu öğreniyoruz: Çin kültüründe su, bereketin, şansın ve yaşamın simgesi olarak kabul edilir. Fakat suyun durgun ya da akıcı oluşu onun anlamını değiştirir. Bahçelerde durgun su tercih edilir. Küçük havuzlar ya da göletler, şansı ve bereketi bulunduğu yerde tutar. Akan su ise farklı yorumlanır. Özellikle evlerin kenarından geçen nehirler ya da dereler, şansın ve paranın evden uzaklaşacağı düşüncesiyle hoş karşılanmaz. Bu yüzden akan suyun şansı götüreceğine dair inanç yaygındır.

İşte bu anlayış Para Irmağı adlı kısa hikâyede açık biçimde anlatılıyor. Bir uşak bahçedeki para ırmağını görüyor ve o para ırmağından iki avuç para alıyor. Daha fazlasını toplamak için kendini ırmağa bırakıyor fakat kalktığında bütün paranın akıp gittiğini fark ediyor. Yani elinde kalan sadece iki avuç paradır. Hikâyenin sonunda ise şu yorum yapılıyor: "Para sürekli dolaşımda olan bir şeydir. Kimse üstüne yatıp da hepsini kendine saklayamaz."

Böylece akan su ile paranın dolaşımı arasında bir benzerlik kuruluyor bu hikâyede. Su da para da durmaksızın hareket eder ve hiç kimse onları sonsuza kadar elinde tutamaz. Evet, ilginç bir hikâye ve belki de kitabın içinde en fazla dikkat çekici hikâyelerden biri. Aslında şunu gösteriyor: Paraya, toprağa hiçbir zaman insan sonsuza kadar sahip olamaz. Sadece geçici bir süre sahip olabilir. Oldukça düşündürücü değil mi?

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

 

Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?

Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın gözünde çoğu zaman iki uçlu bir imgeyle var olur: Bir yanda özgürlükler ülkesi, bilim ve sanat üretiminin merkezi; diğer yanda ise savaşların, sömürünün ve küresel adaletsizliklerin kaynağı. Bu çelişki, Amerika’nın hem büyüsünü hem de ona duyulan tepkiyi açıklar. Ellis Adası’na ayak basan göçmenlerden Silikon Vadisi’nde kurulan teknoloji devlerine kadar Amerika, hayallerin gerçekleşebileceği bir yer olarak tanımlandı. Üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri ve Hollywood sinemasıyla hem kendi halkına hem de bütün dünyaya bir hayal alanı açtı. Bu yönüyle, insanlığın yaratıcılığına ve bireysel özgürlük arayışına güçlü bir alan sundu. Fakat aynı Amerika, yirminci yüzyıl boyunca onlarca ülkeye müdahale eden; petrol, ticaret ya da stratejik çıkarlar için milyonlarca insanın hayatını etkileyen bir süper güç oldu. Latin Amerika’daki darbelerden Orta Doğu’daki savaşlara kadar özgürlük adına başlatılan birçok girişim, çoğu zaman özgürlükten çok yeni bağımlılıklar yarattı.

Kendi sınırları içinde de Amerika çelişkilerle doludur. Gökyüzüne yükselen gökdelenlerin dibinde yoksullar çadır kentlerde yaşar. Irkçılık hâlâ kapanmamış bir yara olarak sokaklarda yaşanmaktadır. Sağlık ve eğitim gibi temel hakların, paranın gücüyle ölçülmesi, eşitlik vaadini zedeler. Amerika, kurulduğu günden bu yana kendisini bir özgürlük ülkesi olarak tanıttı. 18. yüzyılda İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşı, tüm dünyaya özgür yurttaş fikrini taşıdı. 20. yüzyılda ise Amerikan Rüyası, milyonlarca göçmenin hayalini süsledi: Çalışırsan, yükselirsin; doğduğun sınıf kaderin olmaz, denildi. Harvard, MIT, Stanford gibi üniversiteler bilim ve küresel düşünce hayatının merkezi hâline geldi. Hollywood sineması, caz ve rock müzik, edebiyat ve popüler kültür, insanlığa yepyeni bir hayal alanı sundu. İnsanlık, Amerika üzerinden kendine başka bir gelecek kurgulayabildi. Fakat aynı Amerika, dünyanın dört bir yanında çatışmaların baş aktörü oldu. Vietnam Savaşı (1955-1975): “Komünizmi durdurma” adına milyonlarca insanın hayatına mal olan, Amerikan toplumunu da derinden yaralayan bir savaştı. Latin Amerika’daki darbeler: Şili’den Guatemala’ya kadar, Amerika’nın desteklediği askeri müdahaleler özgürlük söylemiyle geldi ama çoğu zaman diktatörlükleri güçlendirdi. Orta Doğu politikaları: Irak Savaşı, Afganistan işgali, petrol ve enerji güvenliği uğruna yapılan askeri operasyonlar hâlâ büyük bir tartışma konusudur.

Amerika’nın en parlak vitrinlerinden biri ekonomik gücüdür. Silikon Vadisi’ndeki teknoloji devleri, Wall Street’in finans dünyası ve milyarderlerin zenginliği, Amerika’yı cazip kılar. Ama aynı anda gelir adaletsizliği büyüktür. Zenginler servetlerini katlarken, yoksullar gıda kuponlarıyla yaşam savaşı verir. Sağlık sistemi pahalıdır; dünyanın en gelişmiş ülkesinde hâlâ milyonlarca insan temel sağlık hizmetine ulaşamaz. Irkçılık derin bir yara olarak varlığını sürdürür. George Floyd olayında olduğu gibi toplumsal çatışmalar sık sık su yüzüne çıkar. George Perry Floyd, ABD’nin Houston şehrinde doğmuş, Minneapolis’te yaşayan siyahî bir vatandaştı. 25 Mayıs 2020’de Minneapolis’te polis memuru Derek Chauvin tarafından gözaltına alınırken, Chauvin’in yaklaşık 9 dakika boyunca Floyd’un boynuna diziyle bastırması sonucu hayatını kaybetti. Floyd’un “I can’t breathe” “Nefes alamıyorum” sözleri tüm dünyada bir protesto sloganına dönüştü. Bu olay, ABD’de ve dünyanın birçok ülkesinde ırkçılık karşıtı gösteriler başlattı. Protestolar, Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketinin simgesi hâline geldi. Polis şiddeti, sistematik ırkçılık ve eşitsizlik konuları uluslararası gündeme taşındı. Olayı gerçekleştiren polis memuru Derek Chauvin, 2021’de cinayetten suçlu bulundu ve uzun yıllar hapis cezası aldı. Floyd’un ölümü, ABD tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir; kültür, siyaset ve hukuk alanında derin tartışmalara yol açtı.

Bir Amerikan dizisinde kadın karakter ahlak kavramını reddeder. “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü onun sloganı hâline gelmiştir. Onun gözünde büyük şirketler, bankalar, finans kurumları ve modern kapitalist sistem zaten ahlakın kalmadığının kanıtıdır. Güçlü olan kazanır, zayıf olan kaybeder. Şirketler, ailelerin ve insanların hayatlarını pervasızca mahveder. Devlet ya da yasa, çoğu zaman bu düzeni değiştirecek güçte değildir. Amerika’nın ahlaki duruşu, tıpkı o kadın karakterin dediği gibi “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü üzerine kuruludur. Amerika gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırır. Kapitalizmin kalbinde insan yoktur, kâr önemlidir. Şirketler için aileler batabilir, doğa yok olabilir, toplum parçalanabilir; önemli olan üretim ve kazançtır. Devlet politikalarında da benzer bir bakış hâkimdir: Ulusal çıkar varsa savaş da doğrudur, müdahale de. Yoksa sessiz kalmak da bir ahlak biçimi sayılır. Ama işin çelişkisi şudur: Amerika kamusal alanda acımasızken, özel hayatta aileye, sadakate ve bireysel bağlara büyük değer verir.

Amerika’nın ahlaki duruşundan söz ettiğimizde aslında kastedilen şey devlet sistemi ve kapitalist düzendir. Savaş kararı alanlar, müdahaleleri yönetenler, şirketleri devletten güçlü kılanlar yönetici sınıftır. Ama o sistemin içinde yaşayan milyonlarca insan; işçiler, çiftçiler, göçmenler, siyahî aileler, öğrenciler çoğu zaman bu düzenin mağdurudur. Örneğin: Sağlık sistemindeki adaletsizlik yüzünden tedavi olamayan sıradan bir Amerikalı aile, devletin devasa bütçesine rağmen ezilir. Bankaların borç batağına sürüklediği çiftçiler sistemin gerçek mağdurlarıdır. Irkçılık nedeniyle polis şiddetine uğrayan George Floyd gibi insanlar masumların acısını temsil eder. Amerikan halkı içinde aile bağlarına, arkadaşlığa, sadakate değer veren insanlar vardır. Onlar da sistemin yükünü sırtında taşır. O yüzden Amerika’ya baktığımızda hem acımasız bir devlet aklı hem de masum insanların yaşam mücadelesinin yan yana durduğunu görürüz. Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan özgürlük ve fırsatların ülkesi, diğer yandan savaşların, sömürünün ve adaletsizliğin kaynağıdır. Bu ikilik onun hem cazibesini hem de eleştirilen yüzünü açıklar. Devlet aklı ve kapitalist düzen gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırırken; içeride masum insanların, ailelerin ve ezilen grupların varlığını görmezden gelmemek gerekir.

22 Ağustos 2025 Cuma

Freud ve Psikanalizin Doğuşu: Bilimsel ve Tarihsel Bir Çerçeve

 


Bu makale, Andrew Scull’un Uygarlık ve Delilik: Akıl Hastalığının Kültürel Tarihi adlı eserinde yer alan “Freud ve Psikanalizin Doğuşu” bölümünden hareketle hazırlanmıştır.

Freud ve Psikanalizin Doğuşu: Bilimsel ve Tarihsel Bir Çerçeve

Psikanaliz, modern psikolojinin ve psikiyatri tarihinin en etkili kuramlarından biri olarak kabul edilir. Ancak Sigmund Freud’un bu kuramı geliştirmesi, bilimsel bir adanmışlıktan çok toplumsal ve ekonomik koşulların baskısından beslenir. Freud, Viyana’da genç bir hekim olarak meslek hayatına başladığında ciddi geçim sıkıntıları yaşar. Muayene gelirleri sınırlıdır ve ailesini geçindirmek zorundadır. Bu koşullar, onun özellikle histeri hastalarıyla ilgilenmesine yol açar. Dönemin tıp çevrelerinde marjinal görülen bu hasta grubu, Freud için hem düzenli bir gelir kaynağı hem de yeni bir düşünsel alan yaratır. Böylece psikanalizin doğuşu, bilimin yanı sıra sosyo-ekonomik zorunlulukların da ürünüdür.

Charcot ve Hipnoz Deneyimleri

Freud’un düşünsel yönelimi, 1885 yılında Paris’te Jean-Martin Charcot’nun kliniğinde geçirdiği süre ile belirginleşir. Charcot, histeri vakalarını yalnızca organik nedenlerle açıklamaz; hipnoz altında ortaya çıkan semptomları ruhsal süreçlerin göstergesi olarak yorumlar. Freud, Charcot’nun seanslarında, felç belirtilerinin hipnozla ortaya çıkıp kaybolduğunu gözlemler. Bu deneyimler, onda psikopatolojinin zihinsel kökenlerine dair bir inanç oluşturur. Ancak Viyana’ya dönüşünde hipnozun sınırlı bir yöntem olduğunu fark eder. Hastalar kısa süreliğine rahatlar, fakat semptomlar geri döner.

Breuer ve Anna O. Vakası

Freud’un psikanalize yönelmesinde dostu Josef Breuer ile ilişkisi kritik rol oynar. Breuer’in hastası Bertha Pappenheim -tarihe Anna O. adıyla geçen-, konuşarak geçmiş travmalarını dile getirdiğinde semptomlarında hafifleme yaşar. Breuer bu yöntemi “konuşma tedavisi” olarak adlandırır. Freud bu vakayı psikanalizin kurucu örneği olarak kabul eder ve kuramının temeline yerleştirir. Hipnozu bırakmasının ardından Freud, zihinsel süreçleri açıklamak için bastırma kavramını merkeze alır. Ona göre insan zihni, toplumsal normlara ve ahlaka aykırı arzuları bilinçdışına iter. Bastırılan hiçbir içerik yok olmaz; çeşitli biçimlerde geri döner. Histeri, nevroz, rüyalar ve takıntılar, bu bastırılmış içeriklerin farklı tezahürleridir. Freud’un bastırma kuramı, bireysel psikoloji ve uygarlık eleştirisi açısından da önem taşır. Ona göre uygarlık, bireyin ruhsal bütünlüğünün bedelini talep eder. Toplumsal düzen, bireyin arzularını susturarak işler; ancak bu susturma, nevrotik çatışmalar biçiminde geri döner. Böylece psikanaliz, bir tedavi yöntemi olarak kültürel bir eleştiri aracı hâline gelir.

Freud’un Kuramına Yönelik Eleştiriler

Freud’un çağdaşları, onun teorilerini genellikle şüpheyle karşılar. Özellikle bastırma ve bilinçdışı kavramları, dönemin bilim çevreleri tarafından “kanıtsız” ve “masalsı” olarak nitelendirilir. Kimileri Freud’u sahte hekimlikle suçlar. Bununla birlikte Freud, eleştiriler karşısında kuramını geliştirmeyi sürdürür. Ona göre psikolojinin görevi, yalnızca gözlemlenebilir semptomları açıklamak değil, görünmeyen zihinsel süreçleri de kavramaktır.

Deliliğin Evrenselliği

Freud’un en çarpıcı görüşlerinden biri, deliliğin yalnızca belirli kişilere özgü olmadığı, herkesin zihninde pusuya yatmış bir potansiyel olarak bulunduğudur. Delilik, insan ruhunun olağan yapısının bir parçasıdır. Normal ile anormal arasındaki sınır, sanıldığı kadar keskin değildir. Bu yaklaşım, Freud’u çağdaşlarından ayırır ve psikanalizin modern psikolojiye getirdiği en radikal katkılardan biri olur. Freud’un psikanalizi, bilimin, toplumsal koşulların ve kişisel deneyimlerin birleştiği bir noktada şekillenir. Bir yanda bilinçdışı kavramıyla insan ruhuna dair yeni bir paradigma sunan kurucu bir dahi vardır; diğer yanda geçim sıkıntıları içinde kuramını inşa eden ve kimi zaman vakaları kuramsal amaçlarla idealize eden bir hekim. Anna O. örneği, psikanalizin doğuşundaki bu çelişkileri simgeler. Freud’un kalıcı önemi, kendi zaaflarını da kapsayan bir kuram geliştirmesinde yatar. Onun açtığı yol, insan zihninin yalnızca bilinçle açıklanamayacağını gösterir. Psikanaliz, bu yönüyle, modern insanın kendini anlama çabasının en güçlü simgelerinden biri hâline gelir.

19 Ağustos 2025 Salı

Masalın Kararması: Steinbeck’in İnci’sinde Kaybolan Masumiyet

Masalın Kararması: Steinbeck’in İnci’sinde Kaybolan Masumiyet

John Steinbeck’in 1947’de yayımlanan İnci adlı kısa romanı, görünüşte sade bir halk masalıdır; fakat bu sadeliğin ardında insan doğasının karanlık yönlerini, kolonyal düzenin sömürücü yapısını ve umutla hırs arasındaki ince çizgiyi sorgulayan güçlü bir alegori yatar. Steinbeck, Meksika kıyısındaki yoksul bir balıkçı ailesinin hikâyesi üzerinden, insanlığın kadim bir meselesini; değerin bedelini ve bedelin değerini okuruna sorar.

Romanın merkezinde Kino adlı karakter vardır. Kino denizden geçimini sağlayan, karısı Juana ve bebekleri Coyotito ile birlikte sade bir kulübede yaşayan bir balıkçıdır. Kino’nun dünyası, yoksulluğun çıplak gerçekliğiyle çevrilidir; doktor parayı gerekçe göstererek çocuğunu tedavi etmeyi reddeder, tüccarlar onun emeğini sürekli değersizleştirir, kasabanın sömürgeci düzeni yerlileri ikinci sınıf insan sayar. Bu bağlamda Kino, tarih boyunca hor görülen, sömürülen ve sessizleştirilen yoksul halkın bir sembolüdür.

Hikâyeyi harekete geçiren şey ise şans ya da kaderin bir ironik durumudur. Kino, olağanüstü büyüklükte ve kusursuz bir inci bulur. Bu inci ilk bakışta ailenin kurtuluşunun anahtarıdır. Kino’nun gözünde çocuğunun tedavisi, Juana ile resmi evliliğini gerçekleştirecek imkân, kendisi için bir tüfek ve en önemlisi de oğlunun alacağı eğitim bu inciyle mümkün olacaktır. İnci, yoksulluğun zincirini kıracak bir anahtar gibi parlar ellerinde. Ancak Steinbeck burada kritik bir durum yaratır: İnci, sadece umutların ve felaketlerin kaynağıdır. Onun parıltısı, çevredeki herkesin içinde gizli kalmış hırsı uyandırır; komşular kıskançlıkla bakar, tüccarlar onları aldatmak için tuzak kurar, doktor birdenbire ilgi göstermeye başlar. İnci toplumsal yozlaşmanın simgesine dönüşür.

Juana, bu değişimi en başından hisseden tek kişidir. Onun sezgisi, inciyi bir lanet olarak görmesine neden olur, defalarca ondan kurtulmak ister. Juana, romanın içindeki bilge ve dengeli sestir; doğaya kulak vermiş, hayatın hassasiyetini kavramış bir figürdür. Fakat Kino, inciyi onurunun ve geleceğinin garantisi saydıkça Juana’nın uyarılarını reddeder. Bu noktada Steinbeck, eril onurla dişil sezgi arasındaki kadim gerilimi sahneye taşır. Kino’nun inadı, Juana’nın bilgelik çağrısını bastırır.

Olaylar ilerledikçe inci, aileyi yavaş yavaş bir kuşatma altına alır. Geceleri evlerine saldırılar olur, Kino yaralanır, teknesi parçalanır, kulübeleri yakılır. Bu saldırılar, toplumun tümüne yayılmış kıskançlığın ve açgözlülüğün tezahürleridir. Kino ve Juana çareyi kaçmakta bulur, ancak peşlerine düşen silahlı adamlar onları dağlara sürükler. Burada roman, masalsı havasından çıkıp bir tragedyanın sert tonuna bürünür.

Trajedinin doruk noktası, Coyotito’nun ölümüyle yaşanır. Bebeğin ölümü, romanın en sarsıcı ânıdır, çünkü inci uğruna kurulan bütün hayaller, tedavi, eğitim, gelecek bir anda karanlık bir boşluğa düşer. Coyotito’nun masumiyeti, roman boyunca insanın umutlarının ve yarının simgesidir; onun ölümüyle birlikte inci artık lanetin kendisi olur.

Romanın finalinde Kino ve Juana, kasabaya geri döner. Ellerinde hâlâ inci vardır ama artık bu inci hiçbir kurtuluş vaat etmez; yalnızca acıyı, kaybı taşır. Kino, inciyi alıp denize fırlatır. Bu hareket, bir tür arınma ritüelidir; hırsı, yıkımı ve trajediyi doğduğu yere, denizin karanlık derinliklerine iade etmektir. Böylece hikâye, başladığı masalsı sadeliğe geri döner; fakat okur artık aynı noktada değildir. Çünkü Steinbeck’in masalı, insana masumiyetin kaybıyla ilgili evrensel bir ders bırakır; Umutla hırs arasındaki çizgi, çoğu zaman yalnızca bir akrep zehri kadar ince ve ölümcüldür.

İnci, toplumsal düzenin eleştirisi ve bir insanlık alegorisidir. Kino, insanın onur ve gelecek arayışını temsil eder; Juana, bilgelik ve sağduyunun sesidir; Coyotito, masumiyetin ve geleceğin simgesidir; doktor ve tüccarlar ise sömürgeci açgözlülüğün yüzüdür. İnci’nin kendisi ise tüm bu karakterleri sınayan, insan doğasının parıltılı ama ölümcül şekilde yansıtan bir nesnedir.

Steinbeck’in dili sadedir, tekrarlayan imgeler, şarkılar ve doğa betimlemeleri romanı bir halk masalına yaklaştırır. Fakat bu masal, mutlu sonla bitmez; trajediyle biter. Steinbeck’in vermek istediği ders, basit ama evrenseldir.

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Albert Camus Düşüş

Albert Camus Düşüş

Roman, Jean-Baptiste Clamence adlı eski bir Paris avukatının, Amsterdam’da bir barda karşılaştığı isimsiz bir yabancıya yaptığı uzun monologdan oluşur. Yani roman aslında bir tür itiraf ve hesaplaşmadır. Clamence, geçmişte kendisini ahlaken kusursuz, erdemli ve adaletli bir insan olarak görmüş; fakat hayatındaki bazı olaylar onu bu öz-imajını sorgulamaya itmiştir. Özellikle Seine Nehri’nde intihara kalkışan bir kadına yardım etmemesi, onun vicdanında büyük bir kırılma yaratır. Bu olay, onu “hakim-yargıç” rolüne, yani hem kendini hem başkalarını sürekli yargılayan bir figüre dönüştürür.

Clamence, Paris’te saygın bir avukattır. Kendini daima “erdemli”, “başkalarının dertlerini önemseyen”, “adalet savaşçısı” bir figür olarak görür. Bu öz-imajı, onun psikolojisinde yüksek bir konum yaratır; hem kendine hem başkalarına karşı üstün hisseder. Ancak Seine Nehri’nde intihara kalkışan bir kadına yardım etmemesi, bilinçaltındaki ikiyüzlülüğü açığa çıkarır. Bu olay, onu kendi vicdanında bir mahkeme salonuna iter. Clamence, sürekli olarak geçmişini anlatır ve itiraflarda bulunur. Bu durum, onda derin bir suçluluk psikolojisinin var olduğunu gösterir. Fakat bu itiraflar, yalnızca bir arınma çabası değil, aynı zamanda başkalarını da yargılama yöntemidir. Onun sözlerinde gizli bir mantık vardır. Bu, bireysel vicdan azabını toplumsal bir suçluluk ağına yayma psikolojisidir. 

Clamence, kendisini “hâkim-yargıç” olarak tanımlar. Bu durum, psikolojik olarak iki yönlüdür: Kurban yönü: Kendi günahlarını itiraf eden, düşüşünü yaşayan kişidir. Hakim yönü: Hem kendini hem de karşısındakini yargılayan kişidir. Böylece iç dünyasında bir bölünme yaşar. “Ben hem suçluyum hem de sizi yargılıyorum,” noktasında durur. Bu çelişkili durum, onun nevrotik kişiliğini derinleştirir. Clamence’in psikolojisinde sürekli bir yabancılaşma vardır. Kendine yabancılaşma; eskiden inandığı erdemli kimliğini artık reddeder. Topluma yabancılaşma; insanların iyilik maskelerinin ardında gizledikleri bencilliği fark eder. Tanrı’ya yabancılaşma; roman boyunca Tanrı yokluğunun yarattığı boşluk hissedilir; Clamence bu boşluğu yargı dağıtarak doldurmaya çalışır. 

Clamence, sonunda şunu fark eder; insan ne yaparsa yapsın, kendi suçluluğundan ve ikiyüzlülüğünden kaçamaz. Bu, Camus’un absürd felsefesinin yansımasıdır. Clamence’in psikolojisi, aslında modern bireyin çıkışsızlığını simgeler. Vicdanından kaçamaz. Erdemli bir imaj kurmaya çalışsa da kendi düşüşünden kurtulamaz. Yalnız kalmamak için itiraf eder, ama bu itiraflar yeni bir yalnızlık doğurur.

 “İnanın bana, dinler ahlak dersi vermeye kalkıştıkları ve birtakım emirler yağdırdıkları andan itibaren yanılırlar. Suçlamak ve cezalandırmak için Tanrı şart değildir. Bizim yardımımızla benzerlerimiz bunun için yeterlidir. Son yargı gününden söz ediyordunuz, bırakın da saygın bir biçimde güleyim buna. Gözümü kırpmadan bekliyorum onu. Daha kötüsünü deneyimledim ben, insanların yargısını. Onlar için hafifletici nedenler yoktur; iyi niyet bile suç sayılır. Hiç tükürük hücresinden söz edildiğini işittiniz mi? Bir ulusun, dünyanın en büyük ulusu olduğunu kanıtlamak için son zamanlarda icat ettiği o hücreden... Tutuklu burada ancak ayakta durabilir, kıpırdayamaz; dört duvar onu çimentodan bir kozanın içine kapatır. Kapı çenesinin hizasına dayanır, bu durumda yalnızca yüzü görünür. Ve gelip geçen her gardiyan bu yüze ağız dolusu tükürük fırlatır. Hücrede sıkışıp kalan adam gözlerini kapatabilse bile yüzünü silemez. İşte size, azizim, bir insan icadı. Bu küçük şaheser için insanlar Tanrı’ya ihtiyaç duymadılar.”

17 Ağustos 2025 Pazar

Cadı Avı: 1613 Bedford Davası

 

Cadı Avı: 1613 Bedford Davası

Orta Çağ sonu ve Erken Modern dönem Avrupa’sında su, göklerin yeryüzüne armağanı, Tanrı’nın en saf ve lekesiz unsuru olarak görülürdü. İnsanlar, suyun yalnızca bedeni değil, ruhu da yıkayan bir kudrete sahip olduğuna inanırlardı. Bu yüzden "su, cadıyı kabul etmez" düşüncesi halkın zihnine kazınmıştı. Bir kadın cadılıkla suçlandığında onu bir nehre, bir göle, bazen de köyün karanlık kenarında akan bir dereye atarlardı. Eğer batıp boğulursa masum sayılırdı; ama masumiyet onun son nefesiyle mühürlenmiş olurdu. Eğer suyun üstünde kalırsa, işte o an köy halkının gözlerinde "cadı" damgasını yerdi.

Cadı avları çoğu zaman toplumsal korkuların gölgesinde büyürdü. Kıtlıkların, salgınların, hayvan ölümlerinin ya da ani felaketlerin yükünü toplum, en zayıf halkaların omuzlarına yıkarak hafifletmeye çalışırdı. Köyde farklı görünen, yalnız yaşayan, dul ya da yaşlı olan kadınlar kolayca hedef haline gelirdi. Suya atma gibi denemeler halkın gözleri önünde yapılır, kalabalığın nefesini tutarak beklediği o an, suçlamaların görünürde "kanıtlandığı" bir sahneye dönüşürdü. Böylece köyün içindeki huzursuzluk bir süreliğine yatıştırılır, fakat yeni bir kurban için korkular hep diri kalırdı.

Bu tür deneyler yargı mekanizmasının da bir parçasıydı. Modern anlamda bir delil sistemi olmadığı bir çağda, hükmü Tanrı’ya bırakmak en adil yol sayılıyordu. Su, adaletin terazisi gibi görülüyor; masum ile suçluyu ayıracağına inanılıyordu. Anne Sutton ve Mary Sutton’un başına gelenler, bu inancın ne denli zalimce ve kör olduğunu gösteren acı bir örnektir. Onlar suyun sınavından sağ çıktılar; ama işte tam da bu yüzden "cadı" ilan edilip darağacına götürüldüler.

1613 yılında İngiltere’nin Bedford kasabasında yaşayan Anne Sutton ve kızı Mary Sutton, cadılıkla suçlanan en meşhur isimlerden biri oldular. O dönemde toplumda meydana gelen kıtlıklar, hayvan ölümleri, hastalıklar ve açıklanamayan felaketler, çoğunlukla "cadıların laneti" ile açıklanıyordu. Anne ve Mary de çevrelerinde yaşanan her türlü talihsizlikten sorumlu tutuldu.

Suçlamaların ardından, dönemin en yaygın yöntemlerinden biri olan su deneyi uygulandı. Mary, iplerle bağlanarak nehre atıldı. Suya batarsa masum, batmayıp yüzeyde kalırsa cadı sayılacağına inanılıyordu. Deneme sonucunda onların “cadı” oldukları ilan edildi. Ardından mahkeme, onları "şeytanla işbirliği yapmak" ve "doğaüstü kötülükler icra etmek" gibi suçlarla yargıladı.

İngiltere’de cadılıktan hüküm giyenler, kıta Avrupası’ndaki gibi ateşe teslim edilmezdi. Orada infazın yolu, darağacından geçerdi. Anne Sutton ve kızı Mary de aynı akıbeti yaşadı. Bedford’da halkın gözü önünde darağacına götürüldüler ve kalabalığın gözleri önünde can verdiler.

Bu dava, erken modern İngiltere’deki cadı avlarının en çarpıcı örneklerinden biri olarak tarihe kazındı. Toplumsal korkuların, dinî inanışların ve hukukun birleşerek masum insanların hayatına mal olduğu bu trajik olay, cadı avı histerisinin karanlık yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. Sutton kadınlarının hikâyesi korkunun ve önyargının birleştiğinde neler yapabileceğinin ürpertici bir hatırlatıcısıdır.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hakikati Söyleyen Bir Ses: Atatürk’ün Hatıralarından Dersler

 


Hakikati Söyleyen Bir Ses: Atatürk’ün Hatıralarından Dersler

Atatürk’ün hatıraları bir liderin zihnini, değerlerini ve geleceğe bıraktığı dersleri gösteren metinlerdir. Bu hatıralar, tarihin en kritik anlarında verilmiş kararların ardındaki düşünceyi ortaya koyar. Onları okumak bugüne ışık tutmak demektir. Yazımda Atatürk Anlatıyor: Hatıralarım kitabından seçtiğim bölümleri ele alarak, onların üzerine kendi düşünce ve yorumlarımı ekledim. Amacım, Atatürk’ün sözlerinin bize bugün de anlam taşıyan birer öğüt olarak seslenebildiğini göstermektir.

Büyük Adam Kimdir?

Atatürk’ün hatıralarından bir kesit, "büyük adam" kavramının ne şekilde tartışıldığını göstermesi açısından dikkate değer bir örnektir. Selanik’te, Hürriyet Meydanı çevresinde toplanılan mekânlardan birinde, Yonyo’nun küçük salonunda gerçekleşen sohbet, dönemin gençlerinin zihnini meşgul eden bir soruya odaklanır: Büyük adam olmak ne anlama gelir?

O geceki sohbet, masayı dolduran ihtilalci ve vatansever kişilerin coşkulu tartışmalarına sahne olur. Büyük adamlıktan söz edenler, inkılap yapabilmek için önce büyük adam olmanın gerektiğini savunur. Onlara göre büyüklük, bir kişisel paye, bir makam yahut bir itibar kazanımıdır; ardından bu paye ile vatana hizmet edilebilir. Bu anlayış, kahramanlıkla karışık bir bireysel ihtiras taşır.

Mustafa Kemal ise bu görüşten ayrılır. Ona göre mesele, büyüklüğü lafla iddia etmek değil, fiilî bir sonuç ortaya koymaktır. "Bir adam, ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki, memleketi kurtarmak için evvela büyük adam olmak lazımdır, ve bunun için de bir örnek seçer, onun gibi olmadıkça memleketi kurtaramayacağına inanır, bu adam değildir." Bu söz, büyüklüğün özünü açıklamaktadır: Büyük adamlık, öncelikle memleketin kurtuluşunu sağlayabilme iradesinde yatar.

Bu noktada iki farklı yaklaşım belirginleşir. Birincisine göre, evvela büyük adam olmak, sonra memleketi kurtarmak gerekir. İkincisine göre ise büyük adam lafla değil, eylemle ölçülür; bir insan, memleketini kurtardığı ölçüde büyüktür. Atatürk’ün işaret ettiği tercih, ikincisidir. Çünkü şahsi ihtirasla yüceltilen bir büyüklük, hakikatte içi boş bir iddiadan ibarettir. Gerçek büyüklük, milletin ihtiyaçlarına cevap verebilmekle ve somut bir sonuç doğurabilmekle mümkündür.

Bu hatıra, Mustafa Kemal’in ilerideki liderlik anlayışının nüvesidir. Onun gözünde büyüklük, bireysel şöhret ya da makam peşinde koşma değildir, büyüklük milletin kurtuluşunu sağlayan somut eylemlerle elde edilir. Bu anlayış, daha sonra hem askerî hem siyasi hayatında temel bir ölçü olacaktır.

Bir Makalenin Münakaşası Üzerine

İnsanın yazdığına dönüp bakması, başkalarının gözünde nasıl göründüğünü öğrenmesi sancılı bir durumdur. Hele ki bu yazı bir başmakale ise, yani bir fikri kamuya açma iddiası taşıyorsa, eleştiri kaçınılmazdır. İşte kitapta yazılmış olan böyle bir anıya tanık oluruz: Selanik’te bir gün Cemal Bey, bir gazetede çıkan başmakalesini Mustafa Kemal’e uzatır. "Okudun mu?" diye sorar. "Hayır" cevabını alınca ısrar eder: "Oku."

Okunur. Ve ardından tereddütsüz hüküm verilir: "Alelade bir gazetecinin alelade bir yazısı," demiştir Mustafa Kemal. 


Oysa yazı Cemal Bey’e aittir. Cemal Bey'in gururu kırılmıştır, fakat gerçeğin acı çıplaklığı oradadır. Eleştiri, kimin yazdığına bakmaz. Dostluk ya da yakınlık, hakikati süslemeye yetmez. Ve Mustafa Kemal'in cevabı daha da keskindir: "Affedersiniz, bilmiyordum. Yazmamış olmanızı temenni ederdim."

Bu sert sözlerin arkasında bir hakikat arayışı gizlidir. Çünkü asıl mesele bir yazının değeri değil, yazarı için taşıdığı heves ve kendini beğendirme çabasıdır. Eleştiriyi yapan dost, sözünü daha da derinleştirir: Kendi kendini beğendirmek, hele ki fikir işçiliğinde, kuru bir hevesten öteye geçmez. Büyük görünen ama içi boş yazılar, bir anlık övgü kazandırsa da kalıcılık getirmez. Oysa hakiki büyüklük, hiç kimseye yaranmaya çalışmadan, kimseyi aldatmadan, yalnızca memleketin idealine yönelmekte gizlidir.

Bir düşünürün de dediği gibi: "Yalnız yürümeye cesaret eden, hakikatin yolunda dostsuz kalmaya da hazır olmalıdır." Cemal Bey’e yapılan nasihat de budur aslında: Gününü küçük övgülerle avutanın geleceği çürüktür. İnsan, vasıtasız ve zayıf görünmeyi kabul ederek, hatta kimsenin yardım etmeyeceğine inanarak yürümelidir. O zaman önüne çıkan engeller de aşılır.

Cemal Bey bu sözleri sükûnetle dinler. Hak verir belki ama kalbinin incinmiş olduğu bellidir. İnsanın kendi emeğine yöneltilen eleştiriyi sindirmesi kolay değildir. Fakat dostluk bazen acı sözü söylemeyi, hakikati hatırlatmayı gerektirir.

Gazi Paşa’nın Almanya Seyahati: Bir Yolculuktan Fazlası

Mustafa Kemal Paşa’nın Vahdettin’le birlikte yaptığı Almanya seyahati, basit bir diplomatik ziyaretin ötesinde, tarihin akışını sezdiren işaretler taşır. Trenin İstanbul’dan ayrılıp Trakya topraklarında ilerlediği sırada Paşa, Vahdettin’in salonuna davet edilir. Sarayda genellikle içine kapanık duran veliahdın, bu kez gözlerini genişçe açarak dikkatle dinlemesi ve nutuk atarcasına sözler söylemesi, Mustafa Kemal için şaşırtıcıdır. Vahdettin, onun Çanakkale’deki başarılarını dile getirirken, Paşa’nın yalnızca Osmanlı içinde değil, müttefik devletlerin gözünde de büyük bir komutan olarak tanındığını ortaya koyar. Bu yolculuk boyunca Mustafa Kemal’in dikkati diplomatik atmosferin ince ayrıntılarına yönelir; veliahdın serbest tavırları, Almanların titiz karşılamaları ve imparatorluk protokolü onun gözünde birer ders gibidir. Seyahatin en çarpıcı ânı Kayzer II. Wilhelm ile karşılaşma sahnesidir. İmparator, Mustafa Kemal’e Anafartalar’daki başarılarını hatırlatır, ona büyük bir komutan gözüyle hitap eder. Paşa ise bu iltifatın karşısında tevazu içinde kalır, hatta hitapta küçük bir hata yaptığını anımsar. Bu sahne, onun insani yönünü, aynı zamanda da askerî şöhretine rağmen alçakgönüllü tavrını yansıtır. Fakat perde arkasında daha büyük bir tablo belirir: Vahdettin, gelecekteki saltanat yolculuğunda Mustafa Kemal’i yanına almak isterken; Almanlar, bu genç ve enerjik komutanı dikkatle süzer. Mustafa Kemal içinse bu yolculuk, bir gözlem okuludur; ileride milletin kaderini değiştirecek kararları alırken ihtiyaç duyacağı diplomatik sezgilerin ilk taşları burada döşenir. Dolayısıyla bu seyahat, Osmanlı’nın son demlerinde yeni bir liderin doğuşuna işaret eden tarihî bir dönemeçtir.

Cemal Paşa’yla Karşılıklı Konuşmalar

Hatıratın bu bölümünde Halep’te Cemal Paşa ile yapılan karşılıklı konuşmalar aktarılır. Görünürde mesele birkaç cins at ve kısraktır. Satılmak istenir, fakat alıcı bulunamaz; çözüm yolu olarak Cemal Paşa’ya başvurulur. O ise alışıldık askerî disiplinle cevap verir: "Evvela ... muayene ettireyim." Bu basit gibi duran diyalog, aslında bir dönemin devlet anlayışını, malın ve servetin nasıl bir askerî kıymete dönüştüğünü gösterir.

Atatürk bu hatıratta kendisine yapılan başka bazı tekliflerin çoğunu reddettiğini, çünkü bunları yapanların ideal sahibi olmadığını söyler. Ona göre, çıkar ve menfaat peşinde koşanlar ne kadar çok olursa olsun, gerçek bir gaye taşımadıkları için değerli değildirler. Bu hüküm, dönemin siyasî entrikalarını işaret etmekle kalmaz; aynı zamanda bireyin kendi iç bağımsızlığını koruma iradesini de ortaya koyar. Çocukluktan beri yalnızlığı ve özgürlüğü tercih etmiş bir ruh vardır burada. Onun için itaat, geçmişe dönmektir; reddediş ise haysiyetin korunmasıdır.

Adlon Oteli’nde Bir Karşılıklı Konuşma

Adlon Oteli’nde geçen bu hatıra, tarihin yönünü belirleyen o ince çizgilerden biridir. Alman valisi sohbeti Ermeni meselesine getirir; Ermenilerin iyi niyetinden, Türklerin onlara karşı giriştiği "feci tecavüzlerden" söz eder. Bu sözler, aslında Avrupa’nın Osmanlı içindeki hadiseleri tek taraflı ve çıkar merkezli bakışla değerlendirdiğini gösterir. Tam bu noktada Vahdeddin, gerçeği doğrudan söyleyebilecek birinin yanına çağrılmasına ihtiyaç duyar. Çünkü karşısında yıllarını cephelerde geçirmiş, Anadolu’yu karış karış tanımış bir kumandan vardır: Mustafa Kemal Paşa.

Paşa, Alman valisinin sözlerine karşı, meselenin yalnızca insani bir sorun değil, aynı zamanda siyasî bir dava olduğunu dile getirir. Ermenilerin Osmanlı toprakları üzerinde hak iddia ettiklerini, Türk milletine zulmettiklerini, olayların basit bir mağduriyet anlatısına indirgenemeyeceğini vurgular. Onun sözlerinde, milletin bütünlüğünü koruma iradesi ve hakikati korkusuzca dile getirme kararlılığı hissedilir. İşte bu kararlılık, Osmanlı’nın son demlerinde, geleceğin lideri olarak Mustafa Kemal’i farklı kılan en temel özelliktir.

Hatıranın en çarpıcı tarafı ise, Vahdeddin’in "yanında hakikatleri söyleyecek biri" arayışıdır. Bu davranış şekli, hem dönemin yönetim anlayışını hem de Mustafa Kemal’in kişiliğini açıklayan bir anahtardır. Çünkü Mustafa Kemal hakikati hiçbir tereddüt göstermeden söylemiştir. Bu tavır, ileride milletin kaderini değiştirecek liderliğin ilk işaretlerinden biridir. Adlon Oteli’ndeki bu konuşma bize şunu hatırlatır: Tarihi yapanlar, her şeyden önce hakikati dile getirme cesaretine sahip olanlardır. Mustafa Kemal o gece milletinin gelecekteki bağımsızlık yolunu işaret eden bir ses olmuştur.

15 Ağustos 2025 Cuma

Atatürk ve Anzaklar



Atatürk ve Anzaklar adlı eser, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934 yılında Çanakkale’de şehit düşen yabancı askerler için söylediği ünlü ve insancıl sözlerin hikâyesini, bu sözlerin nasıl ortaya çıktığını ve resmî olarak nasıl belgelendiğini anlatır. Olaylar, tamamen bir tesadüf sonucu başlar. Avustralya’nın Queensland eyaletinde, Brisbane kentinde Anzaklar tarafından yaptırılan “Gelibolu Onur Çeşmesi”ne Atatürk’ün bu sözlerini yazıt olarak eklemek isteyen bir grup, Türkiye’den sözlerin resmî belgesini talep eder.

Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de Türklerle savaşan Avustralyalı ve Yeni Zelandalılara “Anzak” denir. Kitap, Anzakların Türk askerinin mertliğine, cesaretine ve soyluluğuna duyduğu hayranlığı, bu hayranlığı her fırsatta dile getirdiklerini vurgular. 1977 yılında Lüleburgazlı öğretmen Tahsin Özeken, savaş alanlarını gezerken yaşlı bir Avustralyalı subayla tanışır. Sohbet sırasında ona, Atatürk’ün Anzak askerleri için söylediği sözleri aktarır ve not aldırır. Subay bu ifadelerden derinden etkilenir; ülkesine döndüğünde Anzaklar Derneği’nde yüksek sesle okur. Bu olay, Anzak yetkililerinden Alan J. Campbell’ın Türkiye’den sözlerin resmî belgesini istemesine yol açar.

İlk başta “Eceabad Kılavuzu” gibi yerel yayınlarda bu sözlere rastlanmaz. Fakat yapılan araştırmalar, bu sözlerin 1934’te İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Çanakkale ziyareti sırasında, bizzat Atatürk tarafından kendisine verilen bir metin olarak okunduğunu ortaya çıkarır. Kitap, Atatürk’ün bu konuşma için Şükrü Kaya’ya nasıl yön verdiğini de aktarır. Önceleri sadece Türk şehitlerini anmayı düşünen Kaya’ya, Atatürk şu şekilde seslenir: Dünyaya hitap edercesine konuşmalı, Çanakkale’de yalnız Türk şehitleri değil, bu topraklara kanlarını döken tüm kahraman askerler de hürmetle anılmalıdır. Kaya, bu isteği layıkıyla yerine getiremeyeceğini söyleyince Atatürk, ona uzun bir metin verir.

O metinde yer alan ve bugün dünya çapında tanınan sözler şunlardır:

“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız… Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır… Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Şükrü Kaya’nın Çanakkale’de okuduğu bu metin, gazeteciler tarafından kaydedilir ve kısa sürede dünyaya yayılır. 1978’de kitabın yazarı, elde ettiği bilgileri Alan J. Campbell’a iletir. Aynı dönemde Türkiye’nin Avustralya Büyükelçisi Baha Vefa Karatay’ın konuşmasında da Anzaklarla kurulan dostluk özellikle vurgulanır.

Bu anlatı, bir tarihî belgenin izini sürerken aynı zamanda savaş sonrasında barışın ve dostluğun nasıl güçlenebileceğini gösterir. Atatürk’ün sözleri, düşmanlıkların unutulması ve insanlık duygusunun öne çıkması açısından evrensel bir değer taşır.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri


Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri 

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri adlı kitabında Avrupa tarihinin erken döneminde önemli bir rol oynamış Germen halklarını tarihsel, kültürel ve siyasal yönleriyle ele alır. Wolfram, MÖ 2. yüzyıldan MS 6. yüzyıla kadar uzanan dönemde Germenleri kendi içinde farklı, dinamik ve Roma ile sürekli etkileşim hâlinde olan toplumlar olarak tasvir eder. “Germen” adının ve kimliğinin nasıl oluştuğunu incelerken, Antik Çağ yazarlarının önyargılı tanımlarının modern imgeye yansımalarını tartışır. Germenlerin kökenini arkeolojik bulgular (özellikle Jastorf kültürü) ve mitolojik soy anlatıları (Tuisto, Mannus) üzerinden analiz eder; toplumsal yapılarını (klan, şef, savaşçı aristokrasi), dinî inançlarını ve tarıma dayalı ekonomilerini vurgulayarak, yalnızca savaşçı göçebe klişesine karşı çıkar.

Kitapta Roma-Germen ilişkileri hem çatışma hem iş birliği ekseninde ele alınır. Marcomann Savaşları gibi olaylar, Germenlerin Roma’ya karşı direnişinin ve askeri gücünün simgeleri olarak yer alır. Teutoburg Ormanı Savaşı, Roma’nın Germen topraklarına ilerleyişini durduran olaylar olarak öne çıkar. Wolfram, Kavimler Göçünü Roma ile Germenler arasında iki yönlü kültürel ve siyasal bir dönüşüm dönemi olarak yorumlar. Bu süreçte Gotlar, Vandallar, Burgonlar, Lombardlar, Franklar ve Anglosaksonlar vb. kavimlerin yükselişi hem Roma düzeninin çözülüşünü hem de yeni Avrupa’nın temellerini atan gelişmeler olarak anlatılır.

Eser, Anglo-Saksonların Hristiyanlaşmasını ise İrlanda manastır geleneği ve Frank krallığı üzerinden gelen Roma yanlısı misyon arasındaki etkileşim bağlamında ele alır; Whitby Sinodu’nda Roma hattının üstün gelmesiyle bu sürecin Roma merkezli bir çizgiye oturduğunu vurgular. Wolfram, Germen mitolojisinin, soy hikâyelerinin ve kahramanlık destanlarının kimlik oluşumundaki rolünü aktarırken, bu mirasın Orta Çağ’dan 20. yüzyıla kadar nasıl milliyetçi ideolojiler tarafından yeniden yorumlandığını da eleştirel bir gözle inceler.

Ariovistus: Ariovistus, Suebi konfederasyonunun önderi olarak Ren’in doğusundan Galya’ya yönelen ilk büyük Germen göç dalgasının lideridir. MÖ 60’ların başında Galya’daki Aedui-Arverni rekabetinden faydalanarak bölgedeki güç dengesini kendi lehine çevirmiş, Aedui’yi Magetobriga civarında mağlup ettikten sonra çevre kabilelere haraç ve rehine şartı dayatmıştır. Roma Senatosu’nun ona “Roma halkının dostu” unvanı vermesi (MÖ 59), o dönemdeki nüfuzunun göstergesidir. Ardında sürekli yeni göçmen kitleleri bulunan Ariovistus, Galya’da konumunu güçlendirmek için daha fazla Germen savaşçı çekmiştir. MÖ 58’de Aedui, Roma’dan yardım isteyince Julius Caesar devreye girmiştir. Ariovistus’un tarafsız görüşmeyi reddetmesiyle diplomasi sonuçsuz kalmış, Caesar lojistik üstünlük sağlayarak Vosges-Sequani yöresinde onu mağlup etmiştir. Ariovistus Ren’in ötesine kaçmış, Galya’daki siyasi ağı çökmüştür. Kaynaklarda daha çok Caesar’ın propagandasıyla tanınan Ariovistus, modern değerlendirmelerde kabile siyasetini ustaca kullanan ve demografik-ikmal baskısıyla hareket eden güçlü bir lider olarak görülür.

ArminiusArminius Cherusci aristokrasisinden olup Roma’da rehine olarak yetişmiş, vatandaşlık ve eques statüsü alarak auxilia komutanı olarak hizmet etmiştir. Roma’da Latince, lejyon disiplini, istihkâm ve lojistik bilgileri edinmiştir. MS 7-8 yıllarında Germanya’ya dönerek, Valisi Varus’un eyaletleştirme politikalarıyla gerilen kabileleri kendi liderliğinde birleştirmiştir. MS 9’da Teutoburg Ormanı’nda, sahte isyan haberleriyle Varus’u dar ve bataklık araziden geçmeye ikna etmiş, lejyon düzeni kuramayan Roma ordusunu pusu ve çok noktalı saldırılarla imha etmiştir. XVII, XVIII ve XIX. lejyonlar yok olmuş, Varus intihar etmiş, Roma’da büyük şok yaşanmış ve Germanya’yı eyalet yapma fikri rafa kalkmıştır. MS 14-16’da Germanicus’un seferlerine karşı direnmiş, Idistaviso gibi muharebelerden sağ çıkmış ancak kesin bir siyasi zafer elde edememiştir. Maroboduus gibi rakiplerle çatışmış, “kral” olmaya yöneldiği algısı kabile eşrafının tepkisini çekmiş ve MS 21’de kendi halkı tarafından öldürülmüştür. Roma kaynaklarında hem “hain” hem “kahraman” olarak anılan Arminius, modern yorumlarda taktik ustalığıyla bir konfederasyon kurabilmiş fakat kalıcı devlet inşa edememiş karizmatik bir önder olarak değerlendirilir. Orta Çağ’da unutulan Arminius, 16. yüzyılda “Hermann” adıyla yeniden keşfedildi. 19. yüzyılda Alman milliyetçiliğinin yükselişiyle birlikte, “Alman ulusunun ilk kahramanı” ve “özgürlük savaşçısı” olarak simgeleştirildi. 1875’te Almanya’da dikilen Hermannsdenkmal (Hermann Anıtı) bu algının bir ürünüdür.

Wolfram, MS 325’te İmparator Büyük Konstantin’in çağrısıyla toplanan Birinci İznik Konsilinin, Hristiyan dünyasının iç teolojik tartışmalarını, ilerleyen yüzyıllarda Germen halklarının dini tercihlerini doğrudan etkilediğini vurgular. Konsilde, İskenderiyeli din adamı Arius’un “İsa Tanrı ile aynı özden değildir, Baba tarafından yaratılmıştır” şeklindeki görüşü sapkın ilan edilmiş; İznik İnanç Bildirgesi ile İsa’nın Baba Tanrı ile “aynı özden” olduğu resmî doktrin hâline getirilmiştir.

Kitapta bu kararın önemi, Germen kavimleriyle ilişkilendirilerek açıklanır: Konsilde Ariusçuluk reddedilmiş olsa da, bu öğreti sonraki yüzyıllarda Roma İmparatorluğu içindeki bazı çevrelerde yaşamaya devam etmiş, 4. ve 5. yüzyılda Gotlar, Vandallar, Burgonlar ve Lombardlar gibi birçok Germen halkı arasında yaygın biçimde benimsenmiştir. Böylece Germen krallıkları, çoğu zaman Katolik Roma Kilisesi’yle dini açıdan karşı karşıya gelmiştir. Wolfram’a göre bu durum, Germen-Roma ilişkilerinde askerî, siyasi ve mezhepsel bir gerilim yaratmıştır.

Wolfram’ın kitabına göre Germenler arasında Ariusçuluğun benimsenmesinin temel nedeni, bu inancın onlara Roma’nın merkezî Katolik doktrininden bağımsız bir Hristiyanlık biçimi sunmasıydı. Gotlar gibi ilk Hristiyanlaşan Germen toplulukları, MS 4. yüzyılda Roma sınırlarının hemen ötesinde yaşayan federatus (müttefik) halklardı. Onlara Hristiyanlığı ulaştıran misyonerlerden en önemlisi Wulfila (Ulfilas) idi. Ulfilas, kendisi de Got kökenliydi ve İncil’i Gotçaya çevirirken Ariusçu teolojiyi benimsedi. Bu teoloji, İsa’yı Tanrı’nın yarattığı yüce bir varlık olarak görüyordu; böylece Tanrı’nın tekliğini vurguluyor ama İznik’te kabul edilen “aynı özden” anlayışını reddediyordu.

Germen krallıkları açısından Ariusçuluk, hem yeni Hristiyan kimliklerini Roma’dan farklı tutuyor hem de Katolik nüfusa karşı siyasi üstünlük ve kimlik sınırı oluşturuyordu. Örneğin; Vizigotlar ve Ostrogotlar İtalya ve İspanya’da uzun süre Ariusçu kaldılar. Vandallar Kuzey Afrika’da Katolik çoğunluğa karşı Ariusçu azınlık yönetimi sürdürdü. Burgonlar ve Lombardlar da ilk dönemlerinde Ariusçuydu. Ancak zamanla, özellikle Katolik halkla uyum sağlama zorunluluğu ve Roma Kilisesi’yle ittifak ihtiyacı yüzünden Ariusçuluk terk edildi. Bu geçiş, Batı Avrupa’da Katolikliğin Germen halklar üzerinde kalıcı hâkimiyet kurmasının yolunu açtı.

Herwig Wolfram’ın kitabı, Germen halklarını klişeleşmiş “vahşi barbar” imgesinden çıkararak, onları kendi iç çeşitliliği, toplumsal yapısı, inanç sistemi ve Roma ile karşılıklı etkileşimleri içinde ele alan kapsamlı bir çalışmadır. Yazar, MÖ 2. yüzyıldan MS 6. yüzyıla uzanan süreçte Germen kimliğinin nasıl oluştuğunu, bunun hem mitolojik anlatılar hem de tarihsel-politik gelişmelerle nasıl şekillendiğini gösterir. Arkeolojik veriler, antik yazarlar ve dilsel izler üzerinden hem toplumsal düzen hem de dinî yapı incelenir; tanrı adlarının haftanın günlerine yansıması gibi kültürel aktarım örnekleriyle Roma-Germen etkileşiminin günlük hayata nasıl sızdığı ortaya konur.

Wolfram, Roma ile Germenler arasındaki ilişkinin yalnızca savaş ve istilalardan ibaret olmadığını; ittifaklar, kültürel uyarlamalar ve dinî etkileşimlerle örülü uzun vadeli bir karşılıklı dönüşüm süreci olduğunu vurgular. Ariovistus ve Arminius gibi liderler üzerinden Roma’ya karşı verilen mücadeleler aktarılırken, Kavimler Göçü’nün Batı Roma’yı yıkmaktan çok Avrupa’nın yeni siyasi haritasını çizen bir yeniden yapılanma olduğu tezi öne çıkar.

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî’nin hayatını tasavvufî bir yolculuk, dostluk, aşk, sürgün ve hakikat arayışı üzerinden anlatır. Yazar, olay örgüsünü tarihî gerçeklerle örerken, insan ruhunun iniş çıkışlarını, nefsin merhalelerini ve dervişliğin zahirî-bâtınî boyutlarını incelikle işler.

Romanda iki doğum sahnesi yer alır. Biri Mehmet Zihni Efendi’nin oğlu Kasım, diğeri Nakşibendî şeyhi Ali Bey’in oğlu Mehmet’tir. Bu Mehmet, ileride "Niyazi Mısrî" olarak tanınacaktır. Kasım’ın babasının Malatya’ya sürgün edilmesiyle bu iki çocuğun yolları kesişir. Önce çekingen bir arkadaşlık başlar, sonra uzun yıllara yayılan bir dostluğa dönüşür. Yıllarca mektuplaşarak hem kendi hayatlarının hikâyesini hem de yaşadıkları çağın ruhunu birbirlerine aktarırlar. Mektuplaşmalar, romanın en dokunaklı damarlarından biridir; okur, bugün kaybolmuş incelikleri hatırlayıp bir iç çekmeden edemez.

Mehmet’in Kasım’ın kız kardeşine duyduğu gençlik aşkı, roman boyunca tamamına ermeyen, zamanla şekil değiştiren bir duyguya dönüşür. Niyazi Mısrî, Bursa’da bir başkasıyla evlenir; Ulu Camii kürsüsünden yıllarca vaazlar verir. Vaazlarında hem dini hem de politik meseleleri dile getirir; bu da ona hem hayranlar hem de düşmanlar kazandırır. Rodos, Limni sürgünleri...

Mısrî’nin hayatında sürgünler manevi imtihanlardır. Limni sürgünü, bunların en uzunudur. Aslında iki yıl sonra serbest bırakılma ihtimali doğar, fakat o adada kalmayı, hizmete devam etmeyi seçer. On beş yıl boyunca yaşadığı Limni, onun hem inziva hem de eser üretim mekânı olur. Mısrî, dönemin iktidarları ve tarikat çevreleri tarafından kimi zaman bağrına basılır, kimi zaman dışlanır. Açık sözlülüğü, sert eleştirileri ve hakikate bağlılığı, onu hem çok sevilir hem de çok düşman edinir hale getirir. II. Ahmet döneminde, dervişleriyle Edirne’ye yürüyüşü (niyeti savaşa katılmaktır) padişahın emrine uymadığı için yeni bir Limni sürgününe dönüşür. Bu sürgüne giderken orada öleceğini bilir. Onun hayatı, sıradan gözlerle kavranması güç, "kutlu" bir yolculuktur.

Bukağı, bir insanın hakikati ararken geçirdiği dönüşümlerin, iç hesaplaşmaların, aşkla, dostlukla, yalnızlıkla ve sürgünle sınanışının romanıdır. Emine Işınsu, sade ama yoğun bir dil kullanır; okur, anlatılan hikâyenin ardındaki hem tarihî hem de tasavvufî bilgi birikimini hisseder. Romanın bıraktığı etki, yalnızca tarihî bir şahsiyetin biyografisinin aktarılmasından ibaret değildir; metin, aynı zamanda okuyucuyu kendi varoluş serüvenini sorgulamaya davet eden bir edebî eser işlevi görür. Mektupların samimiyeti, dostluğun sürekliliği, tamamlanmamış aşkların bıraktığı boşluk ve sürgünlerin taşıdığı tecrit duygusu, eserin temel duygusal ve tematik eksenini oluşturur. Niyazi Mısrî’nin hayat yolculuğu, sıradan bir bireyin kavrayış sınırlarını aşan derinlikte olmakla birlikte, hakikati arayan her zihne aşinalık hissi verecek evrensel unsurlar taşır. Bukağı, bu yönüyle tasavvufî düşünce, bireysel dönüşüm ve tarihî bağlamın kesişim noktasında yer alan anlamlı bir eserdir.

NOT: Kitaba adını veren "bukağı", günlük kullanımda ayağa takılan bir tür zinciri ifade eder. Sözlükte ise "hayvanların kaçmasını önlemek için ayaklarına geçirilen, çoğunlukla demirden yapılmış halka ve zincir" olarak tanımlanır. Böylece bukağı, hem hareketi kısıtlayan somut bir nesne, hem de mecazen özgürlüğü engelleyen, insanı bağlayan her türlü görünmez pranganın simgesi hâline gelir. Kitabın başlığındaki bukağı, bu iki anlamı bir arada taşır. Zincirin soğuk ve ağır maddesini, aynı zamanda ruhu ve toplumu saran baskının görünmez ağırlığını...

12 Ağustos 2025 Salı

Hâlbuki

"Hâlbuki" kelimesi, Türkçedeki üçlü dil etkileşiminin (Arapça-Farsça-Türkçe) çok net bir örneğidir.

Bu tür kelimeler üç dilin öğelerinin tek bir yeni kelime çatısı altında kaynaşarak Türkçeye kazandırılması demektir. Yani,

Arapça "hâl" anlam çekirdeğini veriyor,

Türkçe "bu" yön gösteriyor,

Farsça "ki" ise cümleyi bağlayan işlevi ekliyor.

Bu bize şunu gösteriyor:

Dil etkileşiminde; dillerin ekleri, kökleri, bağlaçları da birbirine karışarak yepyeni sözcükler oluşturabiliyor.

Osmanlı Türkçesi, bu karışımın en yoğun yaşandığı dönemlerden biri olduğu için, birçok böyle birleşik kökenli kelime barındırıyor.


Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...